| 
 
      
        |  |  
        |  |  
        |  |  
        | 
          
            | MİLLİ MÜCADELE'DE BEYKOZ ÜÇLEMESİ
 | ARKEOPARK iZMİR'DEN DÜŞ YOLCULUKLARI ÜÇLEMESİ  | KIBRIS | KURAKLIK |  
            |  |  |  |  |  |  |  |  
            | AĞABABA | ŞAFAK BASKINI  | GÜNEŞE DOĞRU  | 8500 | GÜNEŞE ÇAĞRI  | BARIŞIN RENKLERİ  | SULAR ÇEKİLİRKEN  |  
            | 
              
                
                  | Roman yazmaya Ağababa'mla başladım. Onu önce doğduğu yer olan Beykoz - Akbaba'ya, daha sonra bütün ülkeme tanıtmak için yola çıktım. 
 Ağababa'm Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasında, Anadolu'ya, silah, cephane ve sivilleri kaçırarak İstiklal Mafalyası almış bir köy imamı. Herkes tanımalı, bilmeli diye düşündüm. Romanım üç baskı yaptı. 
                    Onu şimdi, Beykoz'da, İstanbul'da, İzmir'de ve daha bir çok yerde birkaç bin insan tanıyor.
 Ağababa'yı yazarken Beykoz'da yaşanmış birçok Kurtuluş Savaşı bilgisine ulaştım. Gerçek ve sanal kahramanlarla destekleyerek iki roman daha yazdım. "Şafak Baskını" ve "Güneşe doğru." Böylece "Milli Mücadele'de Beykoz" üçlemem tamamlandı. (2010, 2013, 2015)  Ardından 44 yıldır yaşamımı sürdürdüğüm İzmir için  yararlı olmak istedim. İzmir ve arkeoloji sevgimi birleştirerek yeni bir üçlemeye başladım. Arkeopark İzmir'de düş yolculukları. İlk romanım olan 8500'de İzmir'in taş devrini, ikincisi olan Güneşe Doğru - Aristonikos İsyanı'nda dünyanın bilinen ilk sınıfsal ayaklanmasını yazdım. Üçüncüsü bir ara yazilacak... (2016, 2018)  Kıbrıs gezilerim sırasında sınıf arkadaşlarımın yardımıyla geniş bir çevrem oldu. Çok bilgilendim. Savaşlar artık son bulsun, barış olsun, analar, babalar ağlamasın diye Barışın Renkleri romanımı yazdım. 1 Eylül 2020  Dünya Barış gününde okuyucuyla buluştu.  Son olarak da kırk altı yıllık mesleğimin birikimini ve bu konudaki çevremi de değerlendirerek deprem ve kuraklık üzerine kuruyan göller için yazdığım Sular Çekilirken  2021 Ekim'de basıldı. |  |              |  
        | 
          
            | 
              
                | 
                  
 
 
                    
                      |  |  
                      | 
                        
                          
                            | Ağababa’mı ilk hatırladığım yıl 1957, tavana asılı salıncakta  kardeşimi sallarken ninni söylüyor, ama bu annemin söylediği ninnilerden değil,  çok farklı. Ayakta, salıncağı ipinden çekerek sallarken elliüç yıl sonra hâlâ  kulağımda olan yumuşacık sesiyle “Hürmet sana ey şan dolu sancağım” diyerek  torununu uyutmaya çalışıyor. Anneme sordum, Ağababam ne diyor? Diye, annem  gülümsedi. “O Ağababa’nın marşı” dedi. Sonra minik minik başka anı fotoğrafları  sıralanıyor belleğimde. Kapının önünde bir tak, defne dallarıyla süslenmiş, o  güne kadar görmediğim kadar çok bayrak asılmış, evden çekilen kablodan birçok  ampullerle ışıl ışıl donatılmış. “Bugün Cumhuriyet bayramı” dediler, “Ağababa’nın en büyük  bayramı”. Henüz dört yaşındaydım anlayamamıştım ki, daha dünyayı yeni tanımaya  çalışıyordum. 
 Birkaç yıl sonra ağababamı kaybettik, ardından anneannemi, o  anılar belleğimin bir köşesinde hep durdu. Zaman zaman teyzelerim, dayılarım,  annem anlatırdı, ağababamı. Her geçen yıl biraz daha tanıdım, tanıdıkça  gururlandım. Benim Ağababam bir kahramandı. Aradan yıllar geçti Ağababam  gözümde hergün daha büyüdü, hele içinde bulunduğumuz yıllarda kıymetini çok  daha fazla anladım, ama benim anlamam yetmezdi. Herkes öğrensin, herkes tanısın  istiyordum, mutlaka onu, düşüncelerini, Atatürk’üne ve Devletine olan  sevgisini, saygısını bugünlere taşımalıydım Bugüne kadar çeşitli sanat  dallarında çalışmalar yapmama rağmen günün birinde kitap yazacağımı doğrusu  düşünmemiştim. Ağababa’mın torunu olma gururunu taşıma sorumluluğu ile ona ait anıların  topluma malolmasını istedim. 2009 Aralık ayında başladım yazmaya. Sağolsunlar  yakınlarım çok destek oldu ve “Ağababa” elinize geçti.
 
 Lütfen onu iyi tanıyın, onun şahsında birkaç neslin ne  koşullarda yaşadığını, neler yaptıklarını düşünün. Mustafa Kemal Atatürk, arkadaşları,  ordusu ve “Ağababa”lar olmasaydı biz bugün ne durumda olurduk.
 
 Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum.
 M. Osman AKBAŞAK
 |  |  |  
                      | Sayfa başına dönüş |                            
 |  |  
            | 
              
                  
                    | 
                                  
   
                        
                          |  |  
                          | 
                              
                                
                                  | Bu romanı yazarken düşüncem Beykoz tarihinde varlığını bildiğim ama çok az sözü edilen iki olayı ortaya çıkarmaktı. 
 Birincisi, yıllar önce okuduğum Hasan İzzettin Dinamo'nun ölümsüz eseri "Kutsal İsyan"ın sekizinci cildinde 16 Mart 1920 tarihinde yaşanan "Darüleytam Baskını" bölümüydü. Başka hiçbir yerde bu olaya yer verilmediğini fark ettim. Araştırmalarım sonunda yazarımızın "Öksüz Musa" romanında büyük bir olasılıkla kendi yaşam öyküsünü anlatırken Darüleytam baskınına çok uzun yer verdiğini gördüm.
 
 İkincisi birkaç kaynakta rastlanan ve Mümin Yıldıztaş ve İbrahim Balcı gibi değerli araştırmacıların da eserlerinde yer verdiği "Beykoz'un Zaptı" olayıydı. Yine kaynak bilgi çok azdı. Ancak yabancı kaynaklardan araştırma yaparken aynı tarihli İngiliz, Amerikan ve Kanada gazetelerinde oldukça ayrıntılı bilgilere dayanan ve Associated Press Ajansı'nın kaynak gösterildiği haberlerle karşılaştım. Olayın tarihi 5 Temmuz 1920 idi.
 Bu iki olayı anlatmaya çalışırken rahat okunabilmesi amacıyla anılan konuları temel alan ve iki tarih arasındaki dönemi anlatan bir roman yazmaya karar verdim. Bu romanda adı geçen kişilerden ana karakterleri oluşturan, Selim, Recep, Zeynep ve akrabaları sanal kişilerdir. Geri kalan bütün karakterler kayıtlara geçmiş gerçek kişilerdir. Bu kişilere ait bilgilere dipnotlarda yer verdim.
 Amacım, çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yer olan, çok sevdiğim Beykoz'umun ve Kurtuluş Savaşı'mızın tarihine birkaç sayfa da olsa katkıda bulunmaktı. Başarabildiysem benim için bu mutluluk yeter.
 
 Elinizdeki roman "Milli Mücadele'de Beykoz" üçlememin ikinci kitabıdır. Konularım tamamen bitmedi, kitabın çok boyutlu olmasını istemediğim için kalan bölümleri "Milli Mücadele'de Beykoz -3 - Beykoz 1922" adıyla yazmaya devam edeceğim.
 M. Osman AKBAŞAK |  
 |  |  
                          | Sayfa başına dönüş |  
 
 |  |  
            | 
                                  
 
                
                  |  |  
                  | 
                      
                        
                          | Samsun'dan parlayan kıvılcım Amasya, Erzurum, Sivas derken Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi ile aleve dönüştü ve tüm yurdu sardı, Dumlupınar'da zafere ulaştı.
 Bizler bu zaferi, elbette Milli Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'e, kumandanlarına, cephelerde çarpışan askerlerimize borçluyuz.
 
 Peki ama Milli Mücadele'ye cephe gerisinde emek veren çocuklar, kadınlar, erkekler, yaşlılar, neler yaşadılar?
 
 Karşı cinse duyulan aşkı, vatan aşkıyla birleştirerek savaşan isimsiz kahramanların zaferi insanlığın evrensel zaferi miydi?
 
 Halkımız geleneklerini,  göreneklerini koruyarak tek bir yürek ve  yumruk olmayı nasıl başardı? Umut ve inanç,   halkları bağımsızlığa kavuşturan en değerli duygular mıydı?
 
 Yurdumuzun birçok bölgesinde olduğu gibi doğup büyüdüğüm Beykoz'umda da ölümler, doğumlar, acılar, sevinçler, sevdalar yaşandı.
 
 "Milli Mücadele'de Beykoz" üçlemesini "Güneşe Doğru" romanımla  tamamlayarak, sorularımın yanıtlarını sizlerle paylaştım ve  Kurtuluş savaşına emek veren beldem insanlarına bir nebze olsun borcumu ödemek istedim.
 M. Osman AKBAŞAK |  
 |  |  
                  |  |  |  
            | 
                                
 
 
 
                
                  |  |  
                  | 
                    
                        
                          | 8500 Yıl 2035. Mekân Agora’dan başlayıp  Kadifekale sırtlarındaki antik tiyatroyu içine alan Arkeopark İzmir. Kentlilik  bilinciyle donanmış muhteşem ötesi bir şehir, aşkın da dostluğun da en güzelini  yaşayan Egeli roman kahramanları ve 8500 yıl öncesine yapılan gizem dolu bir  zaman yolculuğu…
 Halikarnas Balıkçısı'nın "Pembe  sabahlar, mavi öğlenler, altın ikindiler, menekşe akşamlar diyarı” dediği  Ege’nin romanı. Merak ve heyecanla okunacak bu roman, günümüzden geleceğe  uzanan; yer yer fantastik öğelerle gelecekten de bu günlere seslenen,  bilgilendirici, sorgulayıcı bir yapıt.
 
 “Homeros'un  "Şarap renkli deniz" dediği Ege’nin kıyıları, kalıntıları günümüze  dek uzanan uygarlıkların da altın beşiğidir. O uygarlıklar, ansiklopedilerde,  tarih kitaplarında kalmıştır ne yazık ki. Toplumsal sorumluluğunun bilinciyle M.  Osman AKBAŞAK yazınsallıktan ödün vermeden “Geçmiş, tarih kitaplarından değil;  roman türü edebi kitaplardan öğrenilir” tezinin en güzel örneklerinden birini,  8500 adını verdiği romanıyla okura ulaştırıyor.”
 Bahri KARADUMAN
 
 “Agora’dan başlayıp Kadifekale sırtlarındaki antik tiyatroyu içine  alan Ege Arkeopark bizlere hangi güzellikleri sunmaktadır.
 Arkeoloji toplumlar  için neden önemlidir?
 Mesleğine tutkulu  bir insanın mutluluğu nasıldır?
 İlk aşkın heyecanı  birlikte üretirken neden doruklara ulaşır?
 Cinsler arasındaki  düşünsel ve duygusal birliktelik neden çok değerlidir?
 Dostluk nasıl  gelişir?
 8500 yıl önceki  insanla günümüz insanı arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir?
 Gibi soruların  yanıtlarını bulabileceğiniz, merak ve heyecanla okunacak, çok akıcı bir  anlatımla ve tertemiz bir Türkçe ile yazılan bir roman.”
 Nevzat SÜER SEZGİN
 
 Otuz sekiz yıldır yaşadığım kentim İzmir'e borcumu ödemeye çalışıyorum.
 
 Hedefim kentimin tarihini genç okurlara en bilinmeyen yönleriyle anlatmak.
 M. Osman AKBAŞAK
 |  |  |  
                  |  |  |  
            | 
              
                |  |  
                | 
                    
                      
                        | 
  GÜNEŞE ÇAĞRI - 
                            ARİSTONİKOS İSYANI
 Şadan Gökovalı’dan  Sunmalık 
                            BEKLENEN KİTAP  Bekliyordum; gözlerimi  deniz feneri, kulaklarımı anten yaparak bekliyordum:“Bir  babayiğit kalem veya bilgisayar erbabı çıksa da, şu konuyu tarihin tozlu  sayfalarından, edebiyatın aydınlık sayfalarına aktarsa. Öyle ya; “Verba volant scripta moment” (Söz uçar  yazı kalır) idi. Yazı ise, “Bilgilerimizin,  vücutlarımızın dışında depolanması” demekti.
 
 Yazıya  geçirilesi bulduğum olay şu idi:
 Günümüzden yaklaşık  2.250 yıl önce, MÖ 133-129 yıllarında Anadolu’da yaşanmıştı. Demek, Spartaküs  isyanından bir kuşak önce. 
                            İktidarının  son yıllarında, akli kontrolünü hayli yitirmiş olan son Pergamon (Bergama)  kralı Attalos III (Öncekiler, Philaterios, Eumenes I, Eumenes II ve Attalos II)  ölüverince, ortaya bir vasiyet çıkmıştı.
 “Populus  Romanus bonorum heres esto” (Roma halkı mülkümün varisi olacaktır.)
 
 Roma  Anadolu’nun en verimli Batı ve Güneydoğu bölümünü ele geçirmeye pek hevesliydi.  Ama bunu gerçekleştirmesi pek kolay olmadı: 
                            Bir önceki  Pergamon Kralı Attalos II’nin, Efesli bir dansçı kadından doğma evlilik dışı  oğlu Aristonikos çıktı ortaya:
 
 “Attalos’un  babasının malı mıymış ki, koskoca imparatorluğu Roma’ya peşkeş çekiyor” diye  haykırdı.
 
 Haykırmakla  da kalmadı; Roma’ya karşı savaşında kendisine katılacak kölelere özgürlük  tanıyacağını, kuracağı ülkeye “Heliopolis” (Güneş İli) adını vereceğini deklere  etti.
  İlkçağın  tanınmış kuramcısı Blossius’tan etkilenmiş olan Aristonikos ordusuna, yalnız  Pergamon’dan değil tüm Anadolu hatta Akdeniz ülkelerinden akın akın köleler  katılmıştı. “Zincirlerinden başka yitireceği şeyleri olmayan” köleler, art arda  gelen Roma kuvvetlerine darbe üstüne darbe indiriyordu. Özgürlük ülkesi kuruldu  kurulacaktı. 
 İşte ben,  Anadolu’da gerçekleşen bu ilerici hareketin kitabının yazılmasını istiyor,  bekliyordum.
 Bu konuda  muştulu haber, İzmir’deki hemen tüm sanatsal-kültürel etkinliğin ön safında yer  alan Osman Akbaşak’tan geldi.
 Önce, hem  Rusya’da, hem ABD’de akredite olmuş ekonomist Prof. Dr. Rostovztzeff’in ortaya  koyduğu; Türkiye’de Türkçe olarak Osman Bayatlı, Bilge Umar, Hasan Malay ve benim  değindiğim konuyu kitaplaştırmaya, Osman Akbaşak’ın birikimi yeterliydi.
 
 Bu konuya değgin, kılı kırk yaran  araştırma yapmış ve ustaca yazıya dökmüş. Akbaşak daha önce “Milli Mücadele’de Beykoz” üçlemesiyle, “Ağababa”, “Şafak Baskını” ve “Güneşe  Doğru” romanlarını yazmıştı. Şimdi de “İzmir Arkeopark’tan Düş  Yolculukları” ile başladığı üçlemede İzmir’in Neolitik çağını konu alan “8500”  romanından sonra ikincisiyle karşımızda. İzmir TV’lerinde de, son derece büyük  ilgi devşirmiş programlar hazırlayıp sunmuştu.
 
 Dostum  Akbaşak, “Roman” diyebileceğimiz  eserini, eski ile yeni arasında bağ kurarak kurgulamış. Bu da okurun dikkatli  olmasını, hatta bazı bilinçli turistler gibi, gezeceği yer hakkında biraz bilgi  edinmiş olarak gelmesi gibi, konuyla ilgili, bulabildiği kaynaklara göz atmış  olması, anlama ve keyif alma şansını arttıracaktır.
 
 Gönül, Anadolu’da  vuku bulmuş böylesi nice olayın da şiir, roman, oyun, film ve belgesel olarak  Türk okuruna sunulmasını istiyor. Bu yolda Osman Akbaşak gibi ustalara görev  düşüyor.
 
 Tuşların  işlek, üretimin bol olsun benim aziz dostum Osman Akbaşak!
 
 “Sen ne gül bulursun gezsen Anadolu’yu / Ne  güzel konular bulursun yazsan Anadolu’yu”
 
 M e r h a b  a!..
 |  |  
                |  |  |  
            | 
                                          
 
 
 
                
                  |  |  
                  | 
                      
                        
                          | Ben M. Osman Akbaşak denince John Steinback'in kızıl karıncalarını anımsarım. Karınca türü kişiler vardır her toplumda, bir bütün içinde erimektense, bütüne soluk ve yürek vermeyi seçen, bilen. M. Osman Akbaşak gibi.
 Fotoğraf sanatından, yazın yaşamına kadar hayata dair ne varsa yaratan, paylaşan karıncalardan o.
 
 "Arkeopark İzmir'den Düş Yolculukları" dizisinin ilk kitabı 8500 ile ikinci kitabı "Güneşe Çağrı / Aristonikos isyanı" ile Milli Mücadele'de Beykoz Üçlemesi olarak adlandırdığı Ağababa, Şafak Baskını, Güneşe Doğru gibi kapsamlı ve yoğun emek isteyen kitaplarını soluksuz okumuş, okuduktan sonra da etkisinden uzun süre kurtulamamıştım.
 
 Ve sonra bir gün emperyalizmin ve uşaklarının savaş çığlıklarına karşı düzenlenen bir etkinlikteki konuşmamdan söz etti, izin istedi ve Kıbrıs Barış Harekâtı adı verilen savaşta oğlunun şehit mi, gazi mi, kayıp mı olduğunu bilmeyen ve bunun acısıyla yaşayan bir büyük babanın anlatımıyla başlayan tarihin duyarlılığıyla eğitimini gördüğü gazetecilik okulu son sınıf öğrencisi torunu Sibel'in tarihe, coğrafyaya ve hayata dair çalışmayı yansıtan roman çalışmasını sundu.
 
 Ben bu çalışmanın bazı sayfalarını iki hatta üç sefer okudum. Kıbrıs Barış Harekâtı adı verilen savaş dönemini gazeteci olarak yaşamama karşın Kıbrıs'ta Türklerin ve Rumların ne denli acılar içinde olduğunu gördüm. Bazı satırların altını çizdim notlar aldım ve barış içinde bir dünya özlemiyle bu çalışmayı gerçekleştiren M. Osman Akbaşak'ı yüreğimin sıcağına yerleştirdim.
 
 68 kuşağının isyancı gençleri olarak ağladığımız görülmemiştir.
 Bu çalışmayı okurken ağladığımı saklayacak değilim.
 
 Barış, hemen şimdi Barış.
 
 Okan Yüksel...
 |  |  |  
                  |  |  |  
            |                   
       |  
            | 
              
                |  |  
                | 
                    
                      
                        | 
                            Sevgili ülkem, 
 Senin için çok daha fazla şeyler yapmak,  çalışmak, karşılığını görmek isterdik.
 Bugün kuraklıktan değil, geri gelen  gölümüzden, uçsuz bucaksız ormanlarımızdan, insanların deprem korkusu olmadan  yaşadıkları kentlerden söz etmek isterdik. Benim çocukluğumda olduğu gibi, tekrar  dünyanın kendi kendine yeten ülkelerinden biri haline gelmek isterdik. Kentlisi kentinde, köylüsü köyünde mutlu  olsun isterdik. Sevgili ülkem, bizi bağışla…   |  |  |  
                |  |  |  
            |                 |  |  |