|
Ağababam, benim için çok özeldir.
O İstiklal madalyası sahibi bir köy imamıdır.
Örneğine bugün bile zor rastlanacak
Cumhuriyetçi ve Atatürk'çü bir imam.
Sekiz yaşında kaybettiğim ağababamın
bende kalan izleri çok derin.
Bir nebze paylaşabilirsem
ruhunun daha huzurlu olacağını sanıyorum. |
Ağababa'mın
çok sevdiği, Kurtuluş savaşı günlerinde dilinden düşürmediği Sakarya Marşı
|
|
|
|
Kurtuluş
savaşından bir öykü
Birinci dünya savaşının devam ettiği yıllarda. Akbaba
köyü iki tepe arasında yemyeşil bir vadide yer alır.
Kuzeye doğru gidildiğinde Ahmet Mithat Efendi'nin çiftliği
vardır. Bu civarda bulunan Çiftlik tepede yerleşmiş
olan topçu birliklerinin kumandanı bir gün Mükerrem
efendiyi sohbete çağırır. Ülkenin durumu hakkında, bölgenin
durumu hakkında konuşmaya başlarlar. Bu arada uzaktan
top sesleri duyulur. Karadeniz girişi Akbaba'ya kuş
uçuşu çok uzakta değildir. Rus donanması Karadeniz girişinde
boğaz kıyısındaki birliklere ve yerleşim yerlerine taciz
ateşine başlamıştır. Her ne kadar hedef Akbaba değilse
de kumandan Mükerrem efendiyi köye geri gönderir ve
top seslerini çok yakında duyacak olur ise yere yatmasını
söyler. Mükerrem efendi köye doğru koşmaya başlar, Köşk
yanı mevkiinden geçerken yakınlara düştüğünü hissettiği
bir top mermisinden korunmak için yere yatar. Şarapnel
ve mermilerin yakından geçtiğini hisseder, Köye girer,
köyde bir telaş görür. Bir beygir arabasının üzerinde
kanlar içinde birileri yatmaktadır. Merak ve heyecanla
bakar, Çanakkale'de asker olup izinli gelen Abdi ve
nişanlısı Zeliha'dır arabada yatan. Az önce üzerinden
geçen top mermisi köyün ortasına düşmüş, Abdi ve nişanlısını
anında şehit etmiştir. Mükerrem efendi çok duygulanır,
öfkelenir. Kim bilir belki de kurtuluş için ilk kıvılcım
o anda yanar. Üzüntü ile öfke ile dualar arasında Abdi
ve nişanlısı toprağa verilir. Ama gönüllerde ilk ateş
yanmaya başlamıştır artık, çalışmak çok çalışmak gereklidir.
Büyük savaş biter, Osmanlı yenilir. Artık acı ve sıkıntılı
bekleyiş başlamıştır. Beklenen gün gelir, işgaller başlar.
Beykoz'da çok Rum bulunduğu için, İstanbul'u işgal eden
İngiliz komutanlığı Rumlara hoş görünmek için Beykoz
vapur iskelesinin çıkışını Yunan bayrakları ile doldurur,
öyle ki vapurdan inen bir kimsenin bayraklar yüzünün
değmeden dışarı çıkması mümkün değildir. O yıllarda
Beykoz'un halk için tek ulaşım yolu vapurdur. Plan sinsice,
haince düzenlenmiştir. Mükerrem efendi bir gün ürünlerinin
satışı için İstanbul'a gider. Gidişinde boş olan iskele
dönüşünde bayraklarla dolmuştur. İskelenin inişinde
kala kalır Mükerrem efendi. Ya bayrakların arasından
sürünerek inecek, ya da vapurda kalacaktır. Yediremez
kendine, kabullenemez bu zulmü, vapura geri döner. Son
iskele olan Anadolu kavağında iner vapurdan. Hayli uzun
olan yolu yürüyerek kat eder, köyüne, evine Yunan bayraklarına
değmeden geri döner.
Ama düşman Beykoz'a yerleşmiştir bir sefer ve onlar
işgal güçleridir. Zulüm ve eziyet sürmektedir. Beykoz'dan
Akbaba, Dereseki, Fener, Alibahadır, Rıva ve daha birçok
köye gidiş yolunun başı olan Şahinkaya ve Çifteçınarlar
bölgesine yerleşir işgal güçleri. Gelen geçen köylüleri
tutarlar, ürünlerine el koyarlar, eziyet ederler. Bir
gün Dereseki'li Şatafçı İsmail ağa beygiri ile iki çuval
fasulyeyi Beykoz'a götürmek üzere bu bölgeden geçerken
askerler yolunu keser, sonrası bilinmez. Beygiri yolu
bulup eve yalnız dönünce yakınları telaşlanır, aramaya
başlarlar. İsmail ağanın başı kesilmiş cesedini bir
yol kenarında bulurlar. Bu korku ile köylüler uzun süre
bu yoldan geçemezler. Ancak yoksulluk korku tanımaz.
Mükerrem efendinin fasulyelerinin toplanma zamanı gelmiştir.
Fasulyeler toplanacak, Beykoz'a götürülecek, İstanbul'a
giden motora verilecek sonra gelecek para beklenecektir.
Mükerrem efendi fasulyeleri beygirine yükler, nasılsa
kimseye rastlamadan motora teslim eder, ama yolun bir
de dönüşü vardır. Korktuğu başına gelir, dönüşte askerler
yolunu çevirir, üzerini ararlar. Ancak sadece iki pul
(para) bulabilirler. Öfkelenir askerler, pulları suratına
atıp, birkaç yumruk vururlar, yolun kenarına atarlar.
Mükerrem efendi artık yapılanları hazmedemeyecek durumdadır.
Mutlaka bir şeyler yapılmalıdır, mutlaka. Bu arada Mustafa
Kemal Samsun'a çıkmıştır. Anadolu örgütlenmeye başlar.
Bir süre araştırmanın ardından Mükerrem efendi Kuvva-yı
Milliye'nin Beykoz teşkilatını kurar.
Anadolu'nun askere ihtiyacı vardır, silaha, cephaneye
ve paraya ihtiyacı vardır, insanların da özgürlüğe kurtuluşa
ihtiyacı vardır. Bunların toparlanması bir avuç Kuvva-yı
Milliye gönüllüsünün işidir. Mükerrem efendi de bunlardan
biridir. İstanbul yakasında toplanan askerler işçi görünümü
ile Yeniköy'den Beykoz tabakhanesine gelirler. Burada
Mükerrem efendi onları toparlar, dağ yollarından Karakulak
sırtlarındaki Gökkaya mevkiinde geçici olarak yerleştirir.
İlk sevkıyata kadar Akbaba fırınından ekmek alır, köyden
erzak toplar. Geceleri çuvalla sırtında taşıyarak asker
adaylarına götürür. Bu arada tekke olan evinin altında
bulunan depoda silah ve cephane saklanmaktadır. Zamanı
gelince askerleri ve cephaneyi yaklaşık oniki saatlik
yürüyüşle Şile askerlik şubesine götürür. Sonra takalarla
yapılan yolculuk başlayacak ve askerler, cephaneler
Anadolu'ya ulaşacaktır.
Bu arada Beykoz Jandarma Komutanlığında bulunan Bozhane'li
Ziya Çavuş yardım etmektedir. Aynı zamanda da kiracı
olarak Akbaba'daki tekke evinde oturur. Evin altında
Anadolu'ya sevk edilmek üzere fazla miktarda silah ve
cephanenin bulunduğu günlerde bir gün Ziya Çavuş Mükerrem
efendiye bir baskın yapılacağının haberini aldığını
ikaz eder. Cephanenin o günlerde Şile'ye gönderilmesi
mümkün değildir. Düşmana teslim etmektense yapacak bir
tek şey vardır, yok etmek. Tekkenin bahçesinde derin
bir kuyu vardır, tüm cephane kuyuya doldurulur. Belli
olmaması için üzeri taşlarla doldurulur. Üzeri toprakla
doldurulup bahçe haline getirilir. Hemen arkasından
askerler baskına gelir, bütün evi ararlar. Yüklerden
yatak ve yastıkları çıkartıp süngülerle param parça
ederler. Hiçbir şey bulamayınca giderler. Baskın kazasız
atlatılır ama o günün koşulları içinde cephaneyi kuyudan
çıkarmak mümkün olmaz, cephane orada kalır. Mükerrem
efendi en yakınlarına cephanenin insanlara zarar vermemesi
için kuyu civarını kesinlikle kazmamalarını tembihler.
Yıllar geçer kuyunun izi tamamen kaybolur. Bahçe el
değiştirir, üzerinden üç nesil geçer. Herhalde o cephane
şimdi de toprağın derinlerinde bekliyordur.
Ancak zor günler hemen geçmeyecektir. Bir zaman sonra
Ziya Çavuş haber gönderip Yunan askerlerinin tekrar
köyü basacağını söyler. Bu sefer durum daha kötüdür,
sadece arama yapılmayacak Mükerrem efendi de götürülecektir.
Köyü terk etmeleri gerekmektedir. Zaten Mükerrem efendinin
eşi Hafize hanım bir bohçayı hep hazır tutmaktadır.
Bu bohçada birkaç mum, bir kibrit ve küçük çocuklarının
birer kat giysisi vardır. Bu haber gelince bohçalarını
alırlar ve Anadolu kavağına bir dostlarının yanına kaçarlar.
Köy fırınının üzerindeki tek göz odada birkaç gün saklanırlar.
Üç gün sonra döndüklerinde iki katlı ahşap evlrini darmadağın
edilmiş, kapı ve pencereleri kurşunlanmış bulurlar.
Evin bahçe tarafını tamamen kaplayan mor salkımın gövdesine
kurşunlar isabet ettiğinden salkımı kurumuş olarak bulurlar.
Mücadele bir kez daha kaldığı yerden devam eder.
Böyle mücadele yılları geçip gider ve kurtuluş gerçekleşir.
Bir gün Akbaba'ya bir haber gelir. Türk askeri İstanbul'a
ve Beykoz'a gelmiştir. Vapur iskelesindeki Yunan bayrakları
indirilir, yerine Türk bayrakları konur. Bu haberi alan
Mükerrem efendi iskeleye koşar, sadece yıllar öncesinin
acısını çıkarırcasına alnını Türk bayraklarına değdirmek
için.
Cumhuriyetin ilan olduğu yıllarda Mustafa Kemal ilk
defa Yalova yolu ile İstanbul'a gelecektir. Mükerrem
efendi ve Beykozlular bir Şirket-i Hayriye vapuru kiralayıp
Atatürk'ü Marmara'dan karşılamaya giderler. Sonra hep
birlikte Dolmabahçe Sarayı'na gelirler. Atatürk orada
İstanbullulara ve Kuva-yi Milliyecilere yönelik bir
konuşma yapar. Sonunda Kuva-yi Milliye'ye mensupları
olan tahminen 25 kişiye İstiklâl Madalyası ve beraatını
verip birlikte resim çektirirler. (Kendisi söylemedi,
vefatından sonra başka yerden alınan bilgidir.) Atatürk
veya arkadaşları o gün Mükerrem efendiye; hocam sizi
mecliste mebus olarak görmek isterdik der. O da cevaben
benim gayem işgal olunan yurdumun düşmandan temizlenmesi,
hasretini çektiğim yurdumun bayrağına tekrardan kavuşmaktı.
Şükürler olsun bugünü gördüm, benim yerim camiler ve
mihraplardır, siz oraya daha layık olanları bulabilirsiniz
dediği söylenir.
Başa dönüş için tıklayınız
|
|
Cumhuriyet
Bayramı Kutlaması 1960'a
kadar
Her Cumhuriyet Bayramında evin önündeki daracık,
pek seyrek bahçelerine giden köylülerin, daha
seyrek uzak köylere yaya giden yolcuların geçtiği
yolda bir tak kurulurdu. Caminin meşrutası olan
iki katlı ahşap ev ile tam karşısında bulunan
asırlık çınar ağacının arasına kurulan tak,
dallardan ve yapraklarla bezenir, rengarenk
ampullerle süslenir, onlarca bayrak ve Yaşasın
Cumhuriyet yazan pankartı asılırdı. Sabah önce
muhtarı yanına alıp okula gidilirdi. Öğretmen
ve öğrencilerle köy meydanına bir araya gelinir,
bayrak merasiminden sonra günün anlam ve önemi
hakkında güzel konuşmalar yapılır, daha sonra
hep birlikte milli marşlar ve davul, zurna eşliğinde
köyün üst başındaki evin ve takın önüne gelinir,
burada bir konuşma daha yapar, oradan aynı şekilde
Dereseki köyüne gidilir, aynı konuşma orada
da yapıldıktan sonra dağılınırdı. Akşamda defne
dallarıyla süslenmiş beygir arabaları meşalelerle
kalabalık grup halinde o gün zurna ile Beykoz'a
gidilir. Beykoz kaymakamlığı önünde işgal günlerini,
büyük zaferi ve Cumhuriyeti anlatarak halkın
milli görüşlerini pekiştirirdi. Bu her sene
devam ederdi. Beykozlular - Akbabalılar; hoca
efendi gelip konuşmadıkça biz bayram olduğunu
anlamıyoruz derlerdi. Bu hal hayatının son yıllarına kadar devam etti.
Bir 29 Ekim sabah töreninde tesadüfen köyde
bulunan İstanbul'da çıkan Sanat Dünyası gazetesinin
yazarlarından Ali bey "Bir_tören" yazısında şöyle diyor. Göğsünde taşıdığı İstiklâl
Madalyasının hakiki sahibi, köyün mürşidi hoca
efendi Milli Mücadeleyi, İstiklâl ve Cumhuriyeti
köylüye o kadar ifade etti ki duygulanmamak
mümkün değildi. Bir köy düşünün ki orada öğretmen
yok, şayet orada böyle bir hoca efendi de yoksa
o köy çok şey kaybetmiştir diyordu.
Başa dönüş için tıklayınız
|
|

Tablo
Değerli dostum
Ressam İnşaat Mühendisi
Sabri EVYAPAN tarafından yapılmıştır. |
|
"Bir tören"
16 Kasım 1958 Tarihli "SANAT
DÜNYASI" dergisinden
Güneşli
bir sonbahar günüydü. Köylüler köy binası önünde toplanmışlar
heyecandan sabırsızlanıyorlardı. Öğrenciler yerlerini
aldılar. İstiklal marşı ile törene başlandı. İlk olarak
köyün İmamı uzun bir hitabede bulundu. Daha sonra diğer
hatiplerin konuşmaları ve öğrencilerin okudukları şiirlerle
törene son verildi. Beykoz'a bağlı Akbaba köyünde bütün
köy halkı içten gelen bir sevgi ile Cumhuriyetin 33
üncü yıldönümünü kutlamıştı. Tesadüfen bulunduğum bu
törende beni son derece mütehassıs eden şey köy imamının
diğer hatiplerden önce günün manasını belirten bir konuşma
yapması ve Atatürk'ten Ebedi Şef diye bahsetmesidir.
Göğsünde taşıdığı madalyanın hakiki sahibi, milli mücadeleye
iştirak etmiş bir insan olarak konuşmuştu. Bilhassa
mütareke senelerindeki acı günlerimizi ele alarak düşmanın
bütün yurtta yaptığı fecattlerin panoramasını çizdi.
Benliğini kaybetmeyen Türk milletinin Ebedi Şef Atatürk'ün
etrafında tek vücut halinde toplanarak vatanını düşmanlardan,
nasıl, temizlediğini uzun uzun anlattı. İnkılaplarımıza
nutkunda geniş yer verdi ve tezahürata vesile oldu.
Öyle zannediyorum ki aynı gün yurdun her tarafında olduğu
gibi köylerinde de Cumhuriyet bayramı aynı heyecanla
kutlandı. Günün önemi herkes tarafından açıkça anlaşılmış
oldu. Köyün mürşidi Cumhuriyetin manasını hakkıyla kavramış
köylü kardeşlerine de sindirmeye çalışmıştır. Bütün
din adamlarımıza örnek olacak bu yetmişlik ihtiyar,
davaya samimi olarak inanmış, inkılap1arımıza dil uzatanlara
geçmişi hatırlatmakla yetinmiştir. Köy imamı köylünün
umumi olarak her şeyidir, her işte yol göstericisidir.
0 ilmi ile, irfanı ile köylüye müzahir olmakta birinci
mevkii almaktadır. Böylece Atatürk sevgisini aşılamakta,
köylünün inkılapları benimsemesinde onun irşadlarına
lüzum vardır.
Bazı köylerin okuldan mahrum olduğu düşünülürse köylünün
ilmine inandığı imamından başka nesi vardır. Köylü,
köyünün sınırlarını aşacak bilgiyi ancak ondan öğrenebilecektir.
Şüphelerini ondan aldığı cevaplarla gide-recektir. Köy
imamı olan kimse kara cahil, mürtecinin biri ise köylünün
her bakımdan gerilemesinde en büyük fenalığı yapacaktır.
Şunu bilmeliyiz ki inkılapları seven ve onların gelişmesine
yardım eden din adamların bugün her zamandan daha fazla
ihtiyaç vardır. Varlığımız için bu zaruridir." ..
...
Yazan ALİ ERTEM
|

Tablo
Değerli dostum Ressam İnşaat Mühendisi
Taner ARDA tarafından yapılmıştır.
|
|
|
Ben 3 yaşında iken ninni yerine marş
Ahşap bir köy evi (yukarıda tablodaki ev), yıl 1956 olmalı,
zira kardeşim Sinan Salıncakta uyutulacak yaşta. Ben de
en çok 3 - 3,5 yaşlarındayım. Duvardaki kancalara asılan
bir salıncak ve içinde kardeşim. Ak sakallı bir dede ninni
söylüyor, ama bu bilinen bir ninni değil bu. Bir marş,
yumuşak, akıcı, sevgi dolu, kulakları dolduran.
Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk ordusu Türk ordusu sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım
Dünyalara
bedeldir mah cemalim
Allah'ına emanettir kemalim |
O
sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri!
Vatanımda tek bir düşman kalmasın
Dünyalara
bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir kemalim! |
Bu
marşı uzun süre hiç kimseden duymadım, ta ki ortaokul ikinci
sınıfa kadar. Müzik dersindeydik, öğretmenimiz "size
eski bir marş öğreteceğim" dedi, bu marşı söylemeye
başladı. Sınıfta marşı bilen tek öğrenciydim. Doğru olup
olmadığını bilmeden bağıra çağıra söylemeye başladım, herkes
susmuş bana bakıyordu, öğretmenim bile. Son dört satırı
söylemeye başladığımda öğretmenim, işaret etti, sustum.
Neden durdurduğunu anlamadım. Atatürk'ün ölümünden sonra
son dört satırın söylenmediğini o zaman öğrendim. Ağababamın
marşını tek bilen olmanın gururunu büyük bir zevkle taşıdım.
İlkokula
başladığım yıl, 1959. 13 Ekimde kardeşim Süphan doğdu. Okul
eylül ayında açıldıysa ben de birinci sınıfın ikinci ayındayım.
Teneffüse çıkmıştık, bahçede koşturup duruyorduk. Okulun
demir kapılarının önünde gördüm, ağababamı. Niye gelmişti
acaba, koşarak yanına gittim. "Bir kardeşin oldu"
dedi. Sevinmiş olmalıyım, herhalde sarılıp öpmüşümdür. Derse
girdik, öğretmenim yanıma geldi, gelenin kim olduğunu sordu.
Biz dedemize "ağababa" derdik, bu lakabı "dede"
den daha çok severdim. Ama nasıl oldu anlamadım, belki herkesin
bu deyimi anlamayacağını düşünerek, öğretmenime "dedem
geldi, kardeşim doğmuş" dedim, garip bir eziklik duyarak.
Öğretmenim bana baktı ve "demek ağababan geldi"
dedi. Nasıl kıvrandığımı hâlâ hatırlarım, neden ben "ağababam
geldi" demedim diye. Nereden bilecektim öğretmenimin
de dedesine ağababa dediğini. Osman AKBAŞAK'tan..
Başa dönüş için tıklayınız........................... |
|
Kendisinden iki anı
Yaşlılığında
bir cumhuriyet bayramı akşamı kendisini ziyarete gelen
köy gençlerine, siz benim kapımın önünü bu kadar bayrakla
donatmamı belki fazla buluyorsunuz ama hemen söyleyeyim
ben bu bayrağın hasretini çok çektim, imkanım olsa bunun
on katı daha bayrak asarım yine de onu seyretmeye doyamam
der. Oysa bayrakların yapılış öyküsü de ilginçtir. O günlerde
hazır bayrak temini hem zor hem de pahalıdır. Bu gün amerikan
bezi dediğimiz beyaz sümerbank bezleri alınır, kök boyaları
ile kırmızıya boyanır ve bayrak boyutunda kesilir. Bunların
üzerine yine beyaz bezden ağaç pergelle kesilen hilal
ve yıldızlar kırmızı bayrağın üzerine dikilirdi. Yokluk
içinde geçen yıllardan birinde bayrak yapılırken Mükerrem
efendinin eşi Hafize hanım beyaz bezlere bakarak, bunlardan
ne güzel yastık kılıfı olur der. Mükerrem efendinin yanıtı
sert olur. "Yastık kılıfı olmazsa olur, ben özellikle
bayramlarda bayraksız yapamam."
Mükerrem efendi bir gün kızı ve damadını Fatih'te ziyarete
gelir. Harbiye'de oturan Nimet hanım isimli dostlarına
gitmek ister. Fatih - Harbiye tramvayına binerler, Harbiye'de
inip biraz yürüyerek evlerine giderler. Ev kalabalıktır,
ev sahibi ve konukların çoğu paşa akrabaları veya ileri
gelenlerin yakınlarıdır. O zamanın İstanbul valisi olan
Fahrettin Kerim Gökay'ın kendisi yada yakınları da konuklar
arasındadır. Konu eskilerden açılır. Herkes paşababam
şöyle yaptı, dedem böyle yaptı derken Mükerrem efendi
kendinden hiç söz etmez. Damadı İbrahim bey bir ara bakar
yakasında genellikle taşıdığı madalyası yok. Kulağına
eğilip soracak olur, Mükerrem efendinin bakışından çekinip
soramaz. Sonra evlerine dönerler, gece kalınır. Ertesi
gün çarşıya çıkıldığında madalya yine göğsündedir. Konuşmadan
sadece bakışlarla anlatır durumu, o madalya gösteriş yapmak
için değil, onurla taşımak içindir.
|
|
Başa dönüş için tıklayınız |
29 Ekim 1936 Cumhuriyet Bayramında İstiklal madalyası
sahibi
Akbaba köyü imamı
Ahmet Mansur Mükerrem YAVRUTÜRK'ün
dört yaşındaki kızı Lamia'ya (Anneme) söyleyerek ezberlettiği
şiirler.
|
Bir avuçtan
fazla insan değildik
Bize dünya düşman oldu yenildik
Bilirdiler
şan vermişti eski Türk
Sandılar ki can vermişti eski Türk
Topumuzu
süngümüzü aldılar
Yurdumuza düşmanları saldılar
Kahpe
düşman sürü sürü askerle
Arkamızdan vurdu bizi hançerle
Anadolu
baştanbaşa hep yandı
Bayrağımız siyah kana boyandı
Minareler
duyguları var gibi
Bizi kurtar, bizi kurtar ya Rabbi
Deyip yanan şehirlere kapandı
|
Bu yıkılan baştan başa vatandı
Her yer siyahtı, hatta siyahtı güneş
İçin
için gönüllerde bir ateş
Yandı yandı bir bir alevi bekledi
Bu
yanan şey gönülleri ekledi
Bir yanardağ gibi bir gün ufukta
Alevlendi
en sonunda bir isyan
Artık yeter diye bir ses inledi
Dağlar taşlar bu sedayı dinledi
O sesler can verdi toprağa taşa
Şanlı gazi Mustafa Kemal Paşa
Top
yoktu, tüfek yoktu, süngü yoktu
Bu yoklukta çıkarttı Türk bir ordu
|
Bize
gazi söz verdi ki divanda
Düşmanları boğacaktı vatanda
Bu
söz bütün gönülleri dolaştı
Erkek, kadın çocuk her Türk savaştı
Göğüslerle
siperleri yıktı Türk
Sonucunda yine sağlam çıktı Türk
Kahpe
düşman yurdumuzda boğuldu
Yarısı da sille tokat kovuldu
Ey
Türk kızı bir millete yok inan
Milletinin yarattığı şu destan
Ey
Türk oğlu ibret olsun bu sana
Yabancıyı sokma sakın vatana
İçindeki
duyguları uyutma
O kurtuluş kavgasını unutma
|
|
Başa dönüş için tıklayınız |
İstiklal madalyası sahibi Akbaba köyü imamı
Ahmet Mansur
Mükerrem YAVRUTÜRK'ün teşviki ile
kızı Lamia'nın (Annemin) yedi yaşındayken öğretmeninin
öğrettiği ve okuduğu şiir.
|
Ben bir Türk'üm soyum ırkım uludur
Göğsüm Millet sevgisiyle doludur
Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur
Hep o yoldan yürümektir dileğim
Yıkılmıştır
hanedanlar otağı
Biz seçeriz bize baş olacağı
Mukaddestir Cumhuriyet ocağı
Ona biri yan baksın da göreyim
Halk
içinden çıktım, halka kulum ben
Halkı üstün tutmaktayım her şeyden
Bir kafayım onu her an düşünen
Halk içindir, halkla çarpar yüreğim
|
Dinle devlet ayrı şeydir, birleşmez
Din bir duygu buna kimse ilişmez
Dünyadaki işlere din karışmaz
Laikliği ben böyle bileyim
Eskileri
yıktık oldu bu işler
Geçtikleri yerde kalsın geçmişler
Bize bundan inkılâpçı demişler
Yıkılmadan yapılmıyor neyleyim
Böyle
doğdum Cumhuriyetçiyim ben
Hem hakçıyım hem Milliyetçiyim ben
İnkılâpçı, laik, devletçiyim ben
Her birini bir okla göstereyim
Bu
altıok Kemalizmin özüdür
Altısıda Atatürk'ün sözüdür
Atatürk'ki milletin özüdür
Bu inançla yüceliğe ereyim.
|
Başa dönüş için tıklayınız
|
|
Oğlu Abdüssemih YAVRUTÜRK'ün anlatımı ile yaşam
öyküsü
Buhara'lı
Şeyh Abdülhakim Efendinin oğlu Mükerrem Efendi
1880 yılında Akbaba'da dünyaya geldi. 10 yaşında
babasını kaybedince Eyüp'teki Buhari teknesinin
mensupları tarafından Beşiktaş Sinanpaşa Camii
Medresesine hafızlık için gönderildi.
13 yaşında
hıfzını bitirdiğinde ağabeyi ile Akbaba Sultan
Camii'nde hafız cemiyeti yapılıyordu. O gün Beykoz'dan
Fener'e gitmekte olan Fener'li Hamdi Efendi öğlen
namazını kılmak için Camiye uğradı. İki kardeşin
Kuran'larını dinlerken çok ağladı, duygulanarak
şöyle dua etti; Yarabbi! Oğullarımı Hafız yapamadım,
bana hafız damatlar nasib et dedi. Duası kabul
olmuş ki 14 sene sonra Mükerrem efendi bir vasıta
ile Fenerli Hamdi efendinin kızı Hafize Hanım
ile evlendi.
14 yaşında Fatih Medresesinde fıkıh
tahsiline başladı. Bu arada Beşiktaş'taki Yıldız
Camisinin hocası hattat Nuri Efendi'den (Tülun
Korman'ın babası) o zamanın en geçerli mesleği
olan Hat dersi almaya başladı. Kısa zamanda büyük
Hattatlar gibi yazı yazmaya başladı. Hocası bir
gün ona; çok güzel yazıyorsun ama bundan ekmek
yemeyi umma çünkü bir zaman sonra yazılar kalkacak
diyerek 35 sene sonraki harf inkılâbını ona bildirmiş
oldu. (Mükerrem efendi Nuri Efendi için kalp gözü
açık bir evliya idi derdi) Bütün eğitimlerini
bitirdikten sonra 17 yaşında Akbaba Sultan Camii'ne
imam olarak atandı.
Kurtuluş
savaşında Anadolu'ya asker ve cephane aktarılmasında
büyük yararlık gösterdiği için İstiklal Madalyası
ile onurlandırıldı. Tüm yaşamı boyunca kazandığı
madalyaya layık oldu, daima ilerici düşüncelerini
korudu ve Mustafa Kemal devrimlerine sadık yaşadı.
Özellikle Cumhuriyet bayramlarını belki bugün yaşanmayan
bir coşku ile kutladı, yetişebildiği her yerde kutlanmasına
katkıda bulundu.
II. Dünya savaşı sırasında camisinin cephanelik
haline getirilmesinden sonra bahçesinde çitten bir
minare yaptı, eski tekke binasını cami haline getirdi.
Ülke çıkarlarına zarar vermeden görevlerini yerine
getirdi.
1960
yılında hastalanarak evinde yaşama veda etti.
|
|
Başa dönüş için tıklayınız |
Abdülhakim efendi ve Mükerrem YAVRUTÜRK'ün
İSTANBUL
KÜLTÜR VE SANAT ANSİKLOPEDİSİ' nden alınan yaşam
öyküleri
Ahmed (Mansur) Mükerrem Efendi'in babası Nakşibendi
şeyhi Abdülhakim Efendi, Sultan II. Abdülhamid
devrinde Buhara' dan İstanbul'a gelir. O sırada
Istanbul'da Merkez Kuman-danı olan Buhara'lı Abdülkadir
Paşa'nın delaleti ile Padişaha münhal bir tekke
için başvurulur. Ve Nakşibendiyye'den olan Akbaba
Köyü Tekkesi münhal bulunduğundan meşihati Buhara'dan
gelen bu Şeyh efendiye tevcih edilir. Eski tekke
çok harap bir durumda olduğundan. Abdülhakim Efendi
kendi teşebbüsü ve Abdülkadir Pasanın da yardımı
ile yeni bir ahşap tekke binası yaptırır ve yanına
da iki odalı şeyh meşrütasını ilave eder. Tekke
ile meşrüta tek kat üzerine ve aynı sakıf altındadır.
Yalnızca kapıları ayrıdır. Meşrütaya sokaktaki
kapıdan, dergaha da bahçe tarafındaki kapıdan
girilir. II. Dünya Savaşı'nda Canfeda Hatun Camii
cephanelik olarak işgal edildiğinde tekkenin tevhidhanesi
köyün mescidi olarak kullanılmıştır. O sıralarda,
bahçeyi çevreleyen çit duvarın bitişiğine şimdi
mevcut olmayan çubuktan küçük bir minare yapılmıştır.
Halen tekkenin tevhidhanesi çok haraptır. Mihrap
nişinin tam karşısındaki duvarda yer alan pencereden
içeriye bakılırsa, tavanın yarı yarıya çökmüş
olduğu ve sol taraftaki duvarda iki pencerenin
mevcut bulunduğu görülür. Tevhidhane mekanı oldukça
küçüktür. Şeyh meşrütasının dergahın önündeki
sundurmaya açılan ikinci bir kapısı daha vardır.
Dergahın gerisinde genişçe bir bahçe mevcut olup
burası ceviz, kestane ve elma ağaçları ile doludur.
Buhara'lı Abdülhakim Efendi'nin ve kızı İsmet
Hanım'ın mezar taşları, Canfeda Hatun Camii'nin
haziresinde ve yanyana durmaktadır:
"Cennete can attı Abdülhakim Efendi"
1306
"Firdevsi bu Hadice İsmet makam kıldı"
1325
Abdülhakim Efendi'nin oğlu Hafız, Ahmed (Mansur)
Mükerrem Efendi'nin Canfeda Camii'nde 61 sene
imamlık yaptığı belirtilmektedir. İstiklal Madalyası'nın
da sahibi bulunan Mükerrem Efendi (ölm.1960) zevcesi
ile bir-likte cami haziresinde babasının hemen
altındaki taşsız kabirde yatmaktadır. Bu zatın
4'ü kız 6'sı erkek olmak üzere 10 çocuğu olmuştur.
Eşi Hafize hanım 1965 yılında vefat etmiştir.
Mükerrem efendinin erkek kardeşi Ekrem efendi
1954 yılında Afyon'da vefat etmiştir.
|
|
Başa dönüş için tıklayınız |
|
DAMADI
İBRAHİM BÜYÜKSAYAR'IN ANILARINDA KAYINBABASI MÜKERREM
YAVRUTÜRK
ZEKASI HAKKINDA
Eşim
Sadiye ile evlendiğimiz 1949 yılının bir gününde annem,
babam, ve biz Akbaba'ya yemeğe gitmiştik. Kızılcığın altında
oturuyorduk. Vakit öğlen namazından sonraydı. Babam eve
girdi. Birkaç dakika sonra oda kapısını omzuna almış,
kızılcığın altına geldi ve kapıyı ağaca dayadı. Tekrar
gitti, bir kapı daha sökmüş onu da getirdi. Tekrar gitti,
bir kapı daha sökmüş onu da getirdi. Ben bu manzarayı
gördüğümde hiçbir anlam veremedim. Tekrar içeri girdiğinde
dört adet sandık getirdi, her kapının altına iki sandık
koyarak bunları yemek masası haline getirdi ve üstlerine
beyaz çarşaf koyarak bir yemek masası meydana getirdi.
Bu beni çok duygulandırdı. Ben kendi adıma kapıları söküp
yemek masası yapacağım aklıma gelmezdi.
MERAKI
VE HAFIZASI HAKKINDA
1 Mayıs 1953 senesi sabaha karşı teyzen sancılanmaya başladı.
Bir gün evvelde babam, annem, Sadiye ve ben Anadolu Feneri'ne
gitmiştik. Orada çok yemek yedik. Ben teyzene "Çok
yemek yedin, ondan sancılanıyorsun!" dedim. Sonra
anlaşıldı ki çekilen sancı, doğum sancısıymış. Hemen köyün
ebesine koştular. Onu da yanımıza alarak, anneannen, Babam,
ebeanne ve eşimle beraber arabama bindik. O zaman Tekkede
oturuyorduk, ve arabayı da yeni almıştım. Ben marşa basıp
hareket ettiğimiz o heyecanlı anda Babam hemen saatine
bakmış, ve Zeynep Kâmil Hastanesi'ne geldiğimizde babam
bana sordu: "Akbaba'dan buraya kaç dakikada geldik
biliyor musun?" dedi. Ben "bilmiyorum"
dedim. O heyecanla saate bakmak aklıma bile gelmedi, ve
kendileri bana 20 dakikada hastanenin kapısına geldiğimizi
söyledi. Bu heyecanda saate bakmak her ferdin harcı olmayacağını
zannediyorum.
Sabaha karşı ezan okunurken Orhan dünyaya geldi.
TARİHİ
BİLGİSİ HAKKINDA
Sofular'da otururken öğlen namazını kılmak için Aksaray'daki
Murat Paşa Camii'ne gitmemizi istedi. Camii avlusuna girdiğimizde
ağaçların birine asılmış şöyle bir yazı vardı: "Bu
caminin inşaatında Fatih Sultan Mehmet buradan nezaret
etmiştir." Levhayı görünce bana hitaben: "Bu
levhada yanlışlık var, çünkü Fatih Sultan Mehmet, Murat
Paşa ile aynı devirde yaşamamışlardır" dedi. Babamın
vefatından sonra bir ramazan teravih namazından sonra
camiden çıkarken cemaate caminin tarihçesi hakkında kitapçıklar
dağıtıyorlardı. Ben o kitabı okuduğumda rahmetli Babamın
"Bu levha yanlış! Dediğinin sırrını çözdüm. O camii
kuyucu Murat Paşa değil, Fatih Sultan Mehmet hazretlerinin
çok sevdiği vezirlerinden Murat Paşa'nın adına yaptırdığını
öğrendim.
KÖYLÜSÜNE
OLAN SEVGİSİ
Rahmetli
çay müptelası idi. Her yemekten sonra çok demli şekersiz
çay içerdi. Bunun yanında aşağı mahalledeki Akbaba'nın
tek kahvecisi Mahmut Efendi vardı. Sık sık evdeki çayını
içtikten sonra o kahveye çay içmeye giderdi. Kendisine
sordular: "Evde çay içiyorsun, birde kahveye çay
içmeye gidiyorsun! Bu nedir?" dediler. Verdiği cevap
çok enteresan : "Bu adamcağız bu köye kahve açmış,
bu kahveye ne İstanbul'dan ne Beykoz'dan müşteri gelmez.
Bunu köyde yaşatacak olan bizleriz. Ben gitmeyeyim, sen
gitme, bu köylü gitmesin. Bu adamcağız çocuğunu nasıl
geçindirecek?" dedi.
AHBAB
VE YAKINLARINA DÜŞKÜNLÜĞÜ
Ben
yeni bir motosiklet almıştım. Bana "Ömerli'ye gider
misin?" dedi. Ömerli'de gittiğimiz zat anneannenin
süt kardeşinin oğlu imiş. Yolda giderken normal bir süratle
bir ara yola döktükleri kuma daldık. Ve motosikleti yolun
bombesinden ortaya çekemedim. Çünkü motor kayıyordu. Her
iki tarafımız yol seviyesinde tarlaydı. Kendisine bağırdım.
"Baba bana tutun! Tarlaya gireceğim" dedim ve
tarlaya girdim. Bana sordu "Niye tarlaya girdin?
dedi. Kendisine izah ettim: Yola kum dökmüşler, motor
sağa doğru kumda kayıyordu, onun için tarlaya girdim"
dedim. Ve yine motora binerek Ömerli'ye gittik.
HERKESE İKRAM MERAKI
Bir
gün öğlen yemeğinden sonra bana: "İncir toplamaya
gider misin?" dedi. Bende "peki" dedim.
Sepet aldı, evden camiye çıkarken sağdaki incir ağacının
yanına gittik. Kendisi ağaca çıktı, aradan bir kaç dakika
geçti. Kırılan bir dal sesiyle takriben üç metre mesafe
vardı. Oradan aşağı düştü. Hemen eve koştum, haber verdim.
Ağacın altına geldik. Kendisini yatağına götürdük. Şu
anda evde kimler olduğunu hatırlamıyorum. Çok üzülmüştük.
Bir müddet sonra "Bana ne oldu? Ben niye yatıyorum?"
dedi. Ve sonra yavaş yavaş kendine geldi. Allah tarafından
hiçbir şey olmadı. Ve daha sonra incir ağacından düştüğünü
hatırladı.
OTORİTESİ
SAYESİNDE YARATTIĞI AHENK
Hiçbir
ailede olduğunu zannetmiyorum, namaz dönüşü her camiden
gelişte yemek sofrası sabah, öğle, akşam hazırdır. Ve
ben kendilerine damat olduğum müddet içinde, sofranın
hazır olmadığına rastlamadım. Bunun yanında yemekte bir
kişinin dahi eksik olduğunu görmedim. Bunun yanında ramazanda
her sahur yemeği taze pişmiş olarak sofraya gelirdi.
İNSAN
HAKLARINA SAYGISI VE DÜŞKÜNLÜĞÜ
Ailenin
emektar eşeği Mintek ölmüştü. Bunu caminin önündeki bir
araziye gömeceklerdi. Minteğin mezarı kazıldı. İş Minteği
oraya çekmekti. Rahmetli düşündü bitişik komşuları Muzaffer'in
atı ile Minteği oraya çekeceklerdi. Muzaffer'e söylediler,
memnuniyetle bu görevi yerine getirdi. Ancak bunun karşılığı
ücretini Muzaffer şiddetle almak istemedi. Bu sefer annemi
akşam yemekten sonra alarak Muzaffer'in evine gittiler.
Şu anda miktarını bilmediğim el emeğini Muzaffer'e kendisini
ikna ederek verdiler.
HAYAT ARKADAŞINA OLAN SAYGISI
Sofular'da
bize gelmişlerdi. Bana "Uçakla Bursa'ya gidelim mi?"
dedi. O zaman Yeşilköy Bursa arasında uçak seferleri vardı.
Bende sevindim, çünkü o zamana kadar uçağa binmemiştim.
Peki dedik ve gideceğimiz günü kararlaştırdık. Ne yazık
ki annem şiddetle bu yolculuğa karşı çıktı. Tabi bunun
sebebi uçak düşme korkusu idi. Ve anneannene hiç itiraz
etmedi ve bu uçak sevgisi de orada kapandı gitti.
VASİYETİ
Hayatta iken şöyle vasiyet etmişti. "Öldüğümde benim
ezanımı Dereseki'li Mahmut Efendi okusun! Halbuki bir
tane hafız damadı, iki tane oğlu olduğu halde Mahmut Efendiye
bu işi havale etmesi, kendisini çok sevdiğini gösteriyor.
Ancak, ikinci bir vasiyeti de ezanı okuduktan sonra Mahmut
Efendiye yevmiyesinin verilmesi. Bu hadise insan haklarından
ne kadar korktuğunun göstergesidir. Ve burada Mahmut Efendiye
yevmiye verilmek istendiği zaman şiddetle reddetmiş. Ancak
kendisine bu merhumun vasiyetidir deyince istemeyerek
kabul etmiştir.
AKREP
İLE KURBAĞA MİSALİ
Rahmetli
babamla yaptığım sohbetlerde kendisinden çok örnek alacağım
bilgiler edinmişimdir. Bunlardan en orijinali akreple
kurbağa hikayesidir. Akrep bir gün dereden karşıya geçecekmiş,
kurbağaya demiş ki: "Beni sırtına alıp karşıya geçirir
misin?" Kurbağa hayretle akrebe: "Nasıl olur?
Sonra sen beni sokarsın!" demiş. Akrep kurbağaya:
"Ben seni hiç sokar mıyım? Sonra ikimiz birden boğuluruz!"
bu söze kurbağa inanmış, akrebi sırtına alıp, derede yüzerek
karşıya geçmeye başlamış. Tam derenin ortasına geldiklerinde,
akrep:" Kurbağa kardeş, ben seni sokacağım"
demiş. "Aman! Yapma akrep kardeş, sonra boğuluruz!"
demiş. Akrep, kurbağaya: "Ne yapayım! Bu benim hilkatim,
sokmadan duramıyorum" demiş. Ve kurbağayı sokarak
ikisi de suya gömülüp gitmişler. İşte bu olay insan karakterlerini
gösteren temsili bir şeydir. Rahmetli bana daha anlatmış
olduğu birçok olayları hep böyle muhtelif misallerle anlatmıştır.
Ve bana demiştir ki: "İşte bazı insanlar da bu hayvanlar
gibi iyi veya kötü huylarından vazgeçemezler."
|
|
Başa dönüş için tıklayınız
|
Osman
AKBAŞAK'tan
Ahşap bir köy evi, yıl 1956 olmalı, zira kardeşim Sinan
Salıncakta uyutulacak yaşta. Ben de en çok 3 - 3,5 yaşlarındayım.
Duvardaki kancalara asılan bir salıncak ve içinde kardeşim.
Ak sakallı bir dede ninni söylüyor, ama bu bilinen bir
ninni değil bu. Bir marş, yumuşak, akıcı, sevgi dolu,
kulakları dolduran.
Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk askeri, Türk askeri sayende
Sakarya'da kurtuldu şen ocağım
Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir Kemal'im
Ol sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbim yasla dolmasın
Bu marşı uzun süre hiç kimseden duymadım, ta ki ortaokul
ikinci sınıfa kadar. Müzik dersindeydik, öğretmenimiz
"size eski bir marş öğreteceğim" dedi, bu
marşı söylemeye başladı. Sınıfta marşı bilen tek öğrenciydim.
Doğru olup olmadığını bilmeden bağıra çağıra söylemeye
başladım, herkes susmuş bana bakıyordu, öğretmenim bile.
Son dört satırı söylemeye başladığımda öğretmenim, işaret
etti, sustum. Neden durdurduğunu anlamadım. Atatürk'ün
ölümünden sonra son dört satırın söylenmediğini o zaman
öğrendim. Ağababamın marşını tek bilen olmanın gururunu
büyük bir zevkle taşıdım.
İlkokula
başladığım yıl, 1959. 13 Ekimde kardeşim Süphan doğdu.
Okul eylül ayında açıldıysa ben de birinci sınıfın ikinci
ayındayım. Teneffüse çıkmıştık, bahçede koşturup duruyorduk.
Okulun demir kapılarının önünde gördüm, ağababamı. Niye
gelmişti acaba, koşarak yanına gittim. "Bir kardeşin
oldu" dedi. Sevinmiş olmalıyım, herhalde sarılıp
öpmüşümdür. Derse girdik, öğretmenim yanıma geldi, gelenin
kim olduğunu sordu. Biz dedemize "ağababa"
derdik, bu lakabı "dede" den daha çok severdim.
Ama nasıl oldu anlamadım, belki herkesin bu deyimi anlamayacağını
düşünerek, öğretmenime "dedem geldi, kardeşim doğmuş"
dedim, garip bir eziklik duyarak. Öğretmenim bana baktı
ve "demek ağababan geldi" dedi. Nasıl kıvrandığımı
hâlâ hatırlarım, neden ben "ağababam geldi"
demedim diye. Nereden bilecektim öğretmenimin de dedesine
ağababa dediğini.
Net olarak hatırladıklarım sanırım bunlardan ibaret.
Bundan başka anılarım bölük pörçük.
Kış mevsimiydi, sanırım bir çok torun bahçede kartopu
oynuyor yada kardan adam yapıyorduk. Ben minik bir kardan
adam yaptım ve kapının hemen girişine koydum, belki
de kimse bozmasın diyedir. Bir ara ağababam geldi, galiba
kardan adamımı bir şeye benzetemedi, alıp atmaya yeltendi.
Ben bir avaza bağırdım: "Ağababa karımı atma".
Gülümsedi, peki dedi karını atmıyorum, senin olsun.
Bu anım da bir bahar gününden. Bayram olmalı, bahçe
kalabalıktı. Biz torunlar katıldık mı bilmiyorum, büyüklerimiz
bir oyun oynuyorlardı. Konserve kutularını belli bir
düzenle diziyorlar sonra da sırayla top atarak devirmeye
çalışıyorlardı. Bilmiyorum doğru mu hatırlıyorum, adı
"kuka" idi. Sonraları düşündüm, o zamanlar
henüz ülkemizde olmayan "bowling" oyununun
aynısı idi.
Yaz günleri öğle uykusu zorunluluk idi. Bahçeye hasır
serilir torunlar balık istifi dizilir ve uyumaya zorlanırdı.
Ama kolay mı pırıl pırıl bir havada meyve dolu ağaçlar,
oyunlar dururken uyumak. Çoğu zaman uyuyamazdık. Bir
seferinde yavaş yavaş kaçamak yapmaya niyetlendik, önce
Mehmet kalktı hafiften, dolaşmaya başladı. Tam o sırada
dayım geldi: "Mehmet niye kalktın, ne arıyorsun
?" Mehmet'ten yanıt hemen geldi: "Uykum kaçtı
onu arıyorum". Buraya kadar hatırlıyorum da sonrası
yok. Dayım gülüp geçti mi yoksa kovalamaya mı başladı
bilmiyorum.
Tek katlı evin arka tarafında kümesler vardı. Kümeslerin
çatısı eski saçlardan belki de tenekelerden yapılmış
olmalı. Hatırlayamıyorum bir oyun için o tenekelere
ihtiyacımız oldu. Sökmeye çalışırken birden parmağımın
kesildiğini fark ettim. Sol elimin orta parmağı kemiğe
kadar kesilmişti. Ben bir avaza koşarak annemin babamın
yanına geldim. Sonrasını hatırlamıyorum, galiba hem
azar işittim hem ağlamaya devam ettim. Nasıl tedavi
edildi bilmiyorum, ama parmağımdaki iz hala duruyor.
Aslında daha çok şey var, ama artık sadece birer fotoğraf
karesi kadar. Büyük kızılcık ağacı, altındaki tahta
kerevetler. Bahçenin yukarısında caminin hemen altındaki
havuz. Mutfakta toprağa gömülü su küpü. Evin arkasında
bahçede maydanozlar ve başka yeşillikler.
Ve çocukluğum, hiç unutmak istemediğim ama hızla gerilerde
kalan çocukluğum.
Hoşçakalın.
|
Başa dönüş için tıklayınız
|
Şükran
KUZU'dan
İnsan hayatında öyle dersler vardır ki, bazen onları
anlatmaya kelimeler yetmez. O aldığımız dersler bizlere
hayatımızın her döneminde bir ışık, bir rehber olur.
Benim de ağababamla unutamadığım bir anım var. 4-5 yaşlarında
idim. Şirin köyümüz Akbaba'ya gitmiştik. Çeşitli meyve
ağaçları, rengarenk çiçeklerin donattığı bahçeyi hayranlıkla
dolaşıyordum. Ağababam yanıma gelip beni kucağına aldı.
Bana "oh cicim, elmasım, şu fındık ağaçlarının
bu taraftaki dalları bizim, istediğiniz kadar koparıp
yiyin, ama öbür taraftaki dalları çekmeyin. Onlar komşumuz
müezzin amcaların" dedi. Ben de "Ama ağaç
bizim bahçede, niçin o dallar onların" dedim. O
zaman ağababam saçlarımı okşayarak, "çünkü komşu
hakkı, göz hakkı var, Allah'ın verdiği nimetleri paylaşmalıyız
dedi.
Şu
anda elliüç yaşındayım. Aldığım dersin ışığında evimizin
bahçesine kara üzüm asması ve mürdüm eriği ağacı diktim.
Kökleri bizim bahçede, dalları komşularımızda. Meyvelerimizi,
sevgimizi, dostluğumuzu paylaşmak için.
Artık
ne o kırmızı fındık ağaçları, ne de köyümüzdeki o şirin
bahçemiz kaldı, hepsi bitti. Dostluğu, sevgiyi, güzellikleri,
iyilikleri paylaşmanın bitmemesi dileğiyle . . . |
Başa dönüş için tıklayınız
|
Ben
yanlarında doğan ilk torun olduğumdan, dünyaya gelişim,
zaten çok çocuk seven dedem için, büyük bir sevinç ve
neş'e kaynağı olmuş. Adımı da tek kadın evliya olan "Rabia
Hatun'dan esinlenerek kendisi koymuş. Sevgisi o kadar
büyükmüş ki, içine sokarcasına kundağımı yeleğinin içine
sokar, üzerine düğmelerini ilikler, beni öyle gezdirirmiş.
Gül tarlalarında gül toplanırken uzun gül sepetlerinin
içine beni yatırır, dışarıda sadece başım kalana dek güllerin
içine gömermiş. Daha sonra da kucağında, başında, sırtında
beni ve diğer torunlarını çok taşıdı .Bizlere ninni yerine
"Hürmet sana ey şan dolu sancağım" marşını söyleyerek
çok uyuttu.
Benden sonra peş peşe torunlar geldi. Özellikle bayramlarda
boy boy 10'un üzerinde çocuk aynı evde toplanır, alt kat,
üst kat, merdivenlerde, bahçelerde çığlık çığlığa koşup
oynamamız ona hep kuş cıvıltılarının mutluluğunu ve sevincini
verdi.
Hatırladığım kadarıyla gönlü güzel, fikri güzel, dili
güzel, eli güzel bir insandı. İyi bir evlat, iyi bir aile
reisi, iyi bir milliyetçi, iyi bir din adamı, iyi bir
dost, saygıdeğer ve örnek bir insandı.
Küçük yaşta babasını kaybettiğinden büyük sorumluluklar
yüklenmişti. Önceleri yanlarında olan ağabeyi (M. Selahattin
Ekrem) daha sonra İstanbul'a gidip, iş hayatına atılınca
annesinin ve kız kardeşlerinin sorumluluğunu o yüklenmiş.
Annesi Sadiye Hanım otoriter bir Çerkez kadınıymış. Dedem
bazı asi evlatların aksine annesine her zaman büyük bir
saygı ve sevgi duyar, Peygamberimiz Hz.Muhammet'in (S.A.)
"Cennet Annelerin ayağı altındadır" hadisini
tamamen benimsemiş bir evlatmış. Annesinin ileriki yaşlarında
"Alzheimer" hastalığına yakalandığında bile,
bir dakikası diğer dakikasını tutmayan isteklerini, bütün
maddi ve manevi sıkıntılara rağmen karşılamaya çalıştığını
büyüklerimizden dinlerdik. Bir gün babaanneme "Ben
anneme bakmağa mecburum ama sen değilsin. İstersen bir
kadın bulup baktıralım. Eğer bakalım diyorsan hakkını
helal et" demiş." Çok çalışkan bir insandı.
Yataklara düşüp vefat edene kadar hem camide, hem tarlalarda
çalıştı. Elinden her iş gelirdi. Ülkenin gerek I. gerek
II. Dünya savaşındaki sıkıntı ve yokluk yıllarını yaşamış,
eş, çok çocuk, anne, kız kardeşlerle karın doyurmak için
çok mücadele vermişti. Çok becerikli oluşu dolayısıyla
hayatlarını idame ettirebilmişlerdi.
Sebzesini, meyvesini yetiştirir, inek, tavuk besler, marangozluktan,
ayakkabı tamirine kadar her işi yapardı. Allah ona bu
işlerinde kendisine destek olan, becerikli çalışkan, sabırlı
mükemmel bir eş vermişti. Tarlalar her mevsim ekilir,
bahçede her meyvenin ağacı bulunurdu.
Kar kalktığında toprak kazılır, önce kabak, salatalık
arkasından İstanbul'un ünlü Ayşe kadın fasulyesi ekilir.
Bu arada patlıcan biber ve domates fideleri yetiştirilir.
Sonra onlar ve kavun, karpuz ekilirdi. Haziranda gül tarlalarındaki
reçellik güller açardı. Bazen sabah, bazen akşam kafalarından
kırılarak toplanır, İstanbul'dan gelen alıcılara verilirdi.
Ayrıca evlerde gül reçelleri yapılır, bir kısmı da şişelere
konup, güneşe asılarak gül şurubu yapılır. Yaz boyunca
gelen misafirlere ikram edilirdi. Biz çocuklar da ellerimize
sepetleri alır, mis gibi kokan tarlalara girip gül toplardık.
Akşam dedem köprünün başında bize toplama paramızı verirdi.
Hiç kimsenin hakkı geçmesin isterdi.
Ayrıca ne kadar maddi sıkıntı olursa olsun bayramlarda
el öpen çocuklara mutlaka para verilirdi. Günlerce önceden
paralar, mendiller hazırlanırdı. Köyün imamı olduğundan
bütün çocuklar gelir, el öper, harçlıklarını alırlardı.
Bir bayram günü kalabalıkta bir karışıklık olmuş ve 2
çocuğa harçlık verilmediği sonradan fark edilmiş. Bunun
üzerine babaannem, neredeyse 1 km. ilerideki çocukların
evlerine gidip özür dileyerek çocukların harçlığını vermiş.
Bunu şimdi kendileri büyükanne olan çocuklar bizi her
gördüğünde halâ anlatır.
Bizim oynadığımız bahçeler avlu ile çevriliydi. Bir şey
yiyeceksek mutlaka o avlunun içinde yerdik. Sokakta, başka
çocukların göreceği şekilde bir şey yememiz dedem tarafından
yasaklanmıştı. "Canı isteyip de alamayan olur, günah
olur, korkusuyla bize böyle bir disiplin koymuştu. Hala
bunu şuur altında hisseder, orta yerde bir şey yemeğe
çekinir veya paylaşırız.
Elinin değdiği her yer güzelleşirdi. Tarlalara sebze ekimi
bittikten sonra etraflarına rengarenk çiçekler dikilirdi.
Her taraf usta bir ressamın elinden çıkmış harikulâde
bir tablo gibiydi. Bahçelerin her köşesinde ayrı güzellikte
bir çardak vardı. Günün çeşitli saatlerinde oralarda oturulur,
yemek yenir veya çay içilirdi. Bazen de yakın köylere
pikniğe gidilirdi. Ailenin cefakâr ve vefakâr merkebî
"Mintek" ile bu seyahatler yapılırdı.
Köyün baş öğretmeni Muallim Bey ile çok iyi arkadaş idiler.
Ailece görüşürler, bu pikniklere de eşleri ve çocukları
ile beraber giderlermiş. Çok güzel bir öğretmen imam dayanışması
sergilermiş. Çocukları da birlikte büyümüşlerdi.
Dedem sayılan sevilen birisiydi. İstanbul'da ziyaretine
gelen hatırlı dostları vardı. Özellikle yazın Pazar günleri
mutlaka misafir olurdu. Pazar sabahları erkenden kalkılır.
Evin çiçek cenneti gibi bahçesindeki kızılcık ağacının
altı sulanır, süpürülür. Kanepelerine minderler atılır.
Ortadaki masaya beyaz örtü serilir, üzerine vazoda çiçekler
konulurdu. Öğle yemeğine doğru misafirler gelirdi. Bunların
arasında Bebek'ten eski dostlar, hakimler, ses sanatçısı
Tulin Korman ve ailesi olurdu. Bir keresinde onlarla saz
sanatçısı Sadi Işılay'da gelmiş ve o kızılcık ağacının
altında keman çalmıştı. Akşama kadar yenilir içilir, sohbet
edilir, bahçeler gezilirdi. Akşam giderken misafirlere
sebze kolileri ve çiçek buketleri hazırlanır, kimse eli
boş gönderilmezdi. Birde benim önceleri bir akraba sandığım
Nebile Hanım vardı. Arada bir gelir, bir kaç gün kalırdı.
Dedemle dinden, politikadan, edebiyattan sohbet ederlerdi.
Hem aydın, hem dindar, hem otoriter tipik bir Osmanlı
hanımıydı. Babası Osmanlı Devleti'nde II. Abdülhamit zamanında
sular nazırıymış. Bir gün padişah kızmış cezalandırılmasını
istemis,ş. Dostu Buharalı Abdülkadir Paşa'ya koşmuş, çoluğu
çocuğu olduğunu kendisine yardım etmesini istemiş. Abdülkadir
Paşa'da "Ben seni Akbaba Tekkesi Şeyhi Abdülhakim
Efendi'ye göndereyim, o seni saklasın" demiş. O zaman
padişahın cezalandırılmasının istediği kişiyi saklamak
büyük bir cesaret ve bir o kadar da suç. Ancak büyük dedemiz
Abdülhakim efendi bunu göze alarak sular nazırını bir
süre saklıyor. Padişah öfkesi geçince kendisini affediyor
ve çağırıyor. Ama sular nazırı Abdülhakim efendinin bu
iyiliğini hiç unutmuyor. Her yaz çocukları ile gelip bir
süre onlarda kalıyor. O zaman aynı yaşlarda olan Nebile
ile dedem Mansur Mükerrem'de böylece arkadaş oluyor ve
ölene kadar bu dostlukları devam ediyor. Öyle ki, Nebile
Hanım Beşiktaş'ta oturmasına ve aile kabristanları da
oralarda olmasına rağmen; vasiyeti üzerine Akbaba Camisi
mezarlığına ve Yavrutürk Ailesi kabristanının yanına defnediliyor.
Yaz sonlarına doğru dedem ile babaannemin kış hazırlıkları
başlardı. Sebzelerden turşular, domateslerden salçalar,
meyvelerden reçel ve marmelatlar, üzümlerden pestil yapılırdı.
Kestaneler fırınlanır, cevizler, ıhlamurlar kurutulur,
elma ve ayvalar eğrelti otlarının arasına üst odaya serilirdi.
Yokluk yıllarında, kalabalık bir nüfusla kimseye muhtaç
olmadan böyle yaşanılmıştı.
Dedemin özel zevkleri de vardı. Fincanda seylan çayı içerken
her taraf mis gibi çay kokarı. Mutlaka bir gazete alırdı.
Burhan Felek'i okurken kahkahalarla gülerdi. Okuduklarından
notlar aldığı, zaman zaman da bir şeyler yazdığı bir defteri
vardı. Okumayı sever, ilime, bilime inanırdı. Cumhuriyetin
ilk yıllarında köyde okul 3.sınıfa kadarmış. 4. ve 5.
sınıflar 4 km. ilerideki Beykoz'daymış. İstanbul'un ağır
kış şartlarında kar ve yağmur altında kız çocukları da
dahil, ellerinde sefer tasları ile yürüyerek çocuklarını
bu okula gönderirmiş. Atatürk'ü ve Cumhuriyeti çok sevmiş.
Bütün devrimleri uygulamış. Mustafa Kemal, soyadı kanunu
çıktığında Atatürk soyadını alınca dedem "O bizim
Atamız, biz onun yavrularıyız. O zaman bizim de soyadımız
Yavrutürk olsun" demiş. Her yıl Cumhuriyet bayramının
büyük bir özenle kutlanmasını köyde organize ederdi.
Köyde dargınları barıştırır, ihtiyacı olanların yardımına
koşar. Özellikle hasta ziyaretlerini ve düğünleri ihmal
etmezdi. Bilgili ve aydın bir din adamıydı. Ramazan geceleri
cami dolar taşardı. Babaannem beni de götürürdü. Kadınlar
kısmının kafesinden dedemi seyrederdim. Güçlü sesi, zarif
hareketleriyle şiir gibi ahenkli teravih namazı kıldırırdı.
Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayıp, soğuk bir
sonbahar gününde aramızdan ayrıldığında ben 11 yaşındaydım.
Tanıdığım ve dinlediğim kadarıyla dedem; yaşadığı toplumda
sorumluluğunu bilen, insancıl, sayılan, sevilen örnek
bir insandı. Gerçek makamın gönüllerde olduğuna inanırdı.
Zor yıllarda, zor şartlarda, büyük bir sabırla, kimseye
boyun eğmeden, hiç halinden şikayet etmeden hep vererek
ama kimseden bir şey beklemeden; onurlu ve saygın yaşamış
bir bireydi. Mekânı Cennet olsun. |
Başa dönüş için tıklayınız
|
Mehmet
YAVRUTÜRK'ten
Ağababamla
birlikte aynı avlu içinde geçirdiğim, 8 yılın en az 4-5
yılıyla ilgili anılar vardı. Ama belleğimi ne kadar zorlasam
da, özel bir anı bulamıyordum. Ağababamla ilgili hatırlayıp
söyleyebileceklerim, birçok kişinin hatırlayıp söyleyebileceği
şeylerdi. Hiçbiri bana özel değildi!
Peki bu herkesin hatırlayıp söyleyebileceği özellikleri
neydi Ağababamın? İlk aklıma gelen, sebebi ve kaynağı
belirsiz, saygıya dayalı hakim otoritesiydi. Evet! Ağababamın
sert bir aile reisi olduğu söylenirdi. Ama biz torunları,
bırakın sertliğini, bağırıp azarlamasını, kaşlarını çattığını
bile görmemiştik. (Üstelik ben başkalarına karşıda böyle
bir tavrını hiç hatırlamıyorum.) Çok güldüğüne de tanık
olmadığımız gibi! Bu otorite konusunda bir çok kişi bir
çok şey söylemiştir; onun için fazla tekrara girmede,
iki detay vermekle yetineceğim. O zamanlar bahçelerde
her türlü meyve ibadullahtı. Ama her meyvenin yeneceği
bir tarih vardı. Örneğin fındık! Dalları yere de yığılsa,
fındıkları kılıflarından patır patır da dökülse, kimse
bir tane yiyemezdi. Ta ki 15 temmuza kadar! 15 temmuzda
Ağababam fındıkların birinden bir tane yer,ondan sonra
isteyen çatlayana kadar yiyebilirdi. Belirli tarihleri
olmak üzere, bu disiplin kiraz, elma, incir vs. içinde
geçerliydi.(Disiplinin yanı sıra nefis terbiyesi, meyvelerin
olgunlaşıp kıvama gelmesi de caba!) Haa! Ağababam yemeden
yesek ne olurdu? Bilemiyorum! Hiçbir zamanda bilemeyeceğim.
Çünkü hiç denemedim, deneyeni de görmedim. İste saygıya
dayalı otorite!
Bir başka örnek de, otoritenin ne olduğunu en iyi bilenlerden
biri olan, Türkiye'nin ilk komando subayı Ereğli komando
okulunun kurucusu bir süre önce kaybettiğimiz, Emekli
Albay Rahmetli Şecaattin Özkönü'nün bana naklettiği şu
anı: "Eskiden köye gazeteler iki üç günlük gecikmeyle
gelir, kahveye bırakılırdı. Bu gazeteleri öyle herkes
alıp okuyamazdı. O gazeteleri okumak Ağababanızın (O,
dedeniz diyordu) uhdesinde olan bir işti. Gazeteler geldiğinde
kendisine haber gönderilir, o da işini bırakır gelirdi.
Ağababan geldiğinde oyun oynayanlar oyunlarını, konuşanlar
sohbetlerini keserdi. Kendisi önce çayını veya kahvesini
söyler, sonra gazeteleri sırayla kendi uygun gördüğü bölümlerinden
okurdu. Herkes de sessizce ve dikkatle dinlerdi. Gazeteler
bitince çayının-kahvesinin parasını bırakır giderdi. Hiçbir
zaman, hiçbir kimsenin çay-kahve ısmarlamasına izin vermez,
böyle bir şeyi asla kabul etmezdi. Kahvelerin kısmen de
olsa kıraathane olduğu dönemlerden bir saygın otorite
örneği daha!
Ağababamın çalışkanlığı ve çalışma gücüne gelince; Bir
dönem Anadolu feneri, Kabakoz'da bahçe yapar. Sabah namazından
sonra sevimli Mintek'ine binip (Mintek'i bilerek özel
isimmiş gibi yazıyorum. Çünkü o sıradan bir eşşek değil,
çok özel bir merkep, hatta can yoldaşıydı) 10 km.'lik
yol gidip, bahçede çalışır, öğleye doğru yine 10 km. yol
tepip, öğlen namazına yetişirmiş. Akbaba'daki bahçenin
(öteki bahçe) bir kısmının ortasından geçen dere, bir
sene, sel şeklinde akıp, tarlayı ortasından boylu boyunca
yarar. Bunun üzerine Ağababam'la, Babaannem, tarlanın
kenarında aşağı yukarı 100 mt.lik bir dere yatağı (derenin
şimdi de aktığı yer) kazarlar. Bunun ne zor iş olduğunu
en iyi bilenlerdenim. Çünkü geçen yıl (2002) o derenin
15 mt.lik bölümünü temizledim. Sadece temizledim! Adım
atacak halim kalmadı, bardakta ki suyu kamışla içecek
hale geldim. Ama Ağababam 100 mt.lik dere yatağını sıradan
bir işmiş gibi kazabiliyor! İnanılır gibi değil.
O zaman bahçeler, dağdan, dereye doğru eğimli bir biçimdeymiş.
Ağababam tonlarca toprağı kazıp aktararak, bahçeyi bugünkü
dümdüz hale getirmiş. Hem de bütün bunları asli görevini
hiç aksatmadan yaparmış.
Ağababamın Dini ve Milli hasletlerine gelince; Ne mütedeyyin
bir kişi olduğunu anlatmaya kalkmak abesle iştigal olur.
Yine de bir örnek vereyim; Bugün sokak aralarında, cadde
kenarlarında, meydanlarda mide bulandıran, kanlı bir rezalete
dönen Kurban Bayramından; Ağababam kurbanda keçilikten
özel olarak burma keçi alır keserdi. Bu kesim işi dini
bir vecibenin yerine getirildiği her anında hissedilen,
mistik bir havada yapılırdı. Öyle ki, kendinizi, baştan
sona, toplu bir ibadet ortamında sanırdınız. İbret alacak
olana, örnek bir davranış daha!
Ağababam için sadece Dini Bayramlar değil, Milli Bayramlar
da çok önemliydi. Özellikle Cumhuriyet Bayramı! Nasıl
olsa ayrıntılı değinenler olmuştur. Ben teyit babından
bir iki şey söyleyeyim. Bayram arifesinde Ağababam, Mintek'i
alır dağa gider. Bir süre sonra Mintek, üstündeki defnelerin
altında kaybolmuş, adeta bir defne yığını halinde gelirdi.
Hemen yola bir tak kurulur, grafon kağıtları, bayraklar,
renkli, renksiz ampullerle tak süslenirdi. Bütün bunlar
büyük bir şevkle yapılırdı. İşgali, esareti, memleket
kaybetmenin, kaybedilen memleketi geri almak için neleri
göze almak gerektiğini çıplak ustura ağzında yaşamanın
ne demek olduğunu en iyi bilenlerdendi. Onun içindir ki,
Ondaki Memleket sevdası, Cumhuriyet bilinci, anlatılabilir
bir şey değildi. Bugün Müslümanlıkta onun eline su dökelmeyecek
olanların, güya Müslümanlık adına yaptıkları Cumhuriyet
ve Mustafa Kemal düşmanlığını görse, lânetlerdi!
Ondaki Memleket sevdasının, her türlü kişisel ihtiras
ve beklentinin ne kadar uzağında olduğuna şu ibretlik
olay bir kanıttır: Mustafa Kemal Atatürk (ki Ağababamın
aldığı Yavrutürk soyadı, Atatürk'e bir naziredir. O Atatürk'se
biz Yavrutürk'üz diye) kendisine "Senin büyük hizmetin
geçti. Artık seni Mecliste Mebus olarak görmek istiyorum"
deyince, Ağababam "Paşam beni bağışlayın. Biz savaşta
makam, mevki için değil. Vatanın kurtuluşu için gayret
gösterdik. Vatan sizinde sayenizde kurtuldu. Benim görevim
bitti. Bundan sonra benim için en büyük makam, Babam dan
kalan minberdir" der. Aynen Kuvay-ı Milliye Destanı'ndaki
"Hikâye-i Kâzım" daki gibi; "Dövüştük pîr
aşkına / Yaralandık birkaç kere / ve saire / Ve kavga
bittiği zaman / Ne çiftlik aldım, ne apartman / Kavgadan
önce Kartal'da bahçıvandık / Kavgadan sonra Kartal'da
bahçıvan"!
Evet bütün bunlar ve benzerleri birçok kişinin çok daha
detaylı anlatabileceği şeylerdi. Acaba Benim özel olarak
anlatabileceğim bir şey var mıydı? Sonunda anılar cangılında
küçücük bir görüntü yakalayabildim; Tahminen 4-5 yaşlarındayım.
Ağababam kafesli camın önüne dikdörtgen bir el aynası
dayamış, sedire örtü veya gazete sermiş makasla sakallarını
düzeltiyor. Bende sedirde oturmuş dikkatle onu izliyorum.
Sonunda dayanamayıp soruyorum. "Ağababa sakalların
kesiliyorken acımıyor mu?" Ağababam önce işine devam
edip "Acımıyor" diyor. Sonra durup bana dönüyor.
Benim çocukça sorum, Ona ilginç gelmiş olacak ki gülerek
ki öylesine güldüğünü ilk kez görüyorum "Aferin ya"
diyor.
Hepsi bu! Ağababamla yaşarken ki hatırladığım bire bir
tek anım bu!
Ama bir anım daha var. Neredeyse öldükten kırk yıl sonraya
dair. Başlangıçta Ağababamın saygın otoritesinden söz
ettim. Bu, sadece itaat edilen değil, güvenilen, sığınılan
bir otoriteydi de. Küçük yaşta kaybettiğim bu sığınılası
otoritenin. Benim üzerimde ki etkisini yaşım elliye dayandığında
bile nasıl sürdürdüğünü gösteren bir anı; Herhalde çok
sıkılıp, bunaldığım bir dönemde kendimi bir gece yarısı,
arabayı, yukarıki caminin önüne çekmiş buldum. Yanan farların
huzmelerin de uçuşan sulu sepken ince bir tipiyi andırıyordu.
Farları söndürüp kontağı kapattım. Arabadan indim. Mevsim
kış, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Köyün ışıklarının
vurduğu, iyice alçalmış gökyüzünde, grinin binbir tonunu
taşıyan bulutlar, telaşla bir yerlere koşuşturuyordu.
Caminin avlusundan içeri girdim. Sanki, önceden kararlaştırılmış
bir randevuya gider gibiydim. Mezarlıktaki ulu ağaçlar,
karanlıkta simsiyah gövdeleri ve göğe tırmanan dallarıyla
bilim kurgu filmlerindeki ürkütücü yaratıklara benziyordular.
Ve ıslıklı uğultular çıkararak, garip bir koreografı sergiliyor
gibiydiler. Merdivenleri çıkıp, Ağababamın mezarının ayak
ucuna çöktüm. Bu dünyada konuşup, dertleşecek adam bittiğinden
(!) Ağababamla dertleşecektim. (Konuştuklarımızın aramızda
kalacağından, ser verip sır vermeyeceğinden adım gibi
emindim)
Dertleştim de!
Beni dikkatle dinlediğini biliyordum. Anlattıkça anlattım.
Anlattıkça rahatlıyor, rahatladıkça anlatıyordum. Öyle
ki, yüzümde ki ıslaklığın yağmurdan olup olmamasına aldırmıyordum
bile! Sonun da, dışarıdaki onca fırtınaya karşı içim sakinleşip,
süt liman olmuş bir şekilde, kalktım. Hatta keyfim de
yerine gelmiş olmalı ki, yavaşça "Başınızı ağrıttım,
kusura bakmayın. Siz rahatsız olmayın, ben yolu biliyorum"
türünden komedyenlik bile yapıp, merdivenlere yöneldim.
Merdivenleri inerken, Ağababamın arkamdan gelip, şefkatli
bir gülümsemeyle, sırtımı sıvazlayıp, beni uğurladığını
hissettim:
Şüphem yoktu ki, ölümünden neredeyse kırk yıl sonra, bir
gece yarısı, ayak ucuna gelip, onunla dertleşen torununu,
eli boş göndermemiş olmanın huzuruyla, ebedi uykusuna,
kaldığı yerden devam edecekti.
Nurlar içinde yatıp, huzur içinde uyusun!
Mehmet YAVRUTÜRK
|
Başa dönüş için tıklayınız
|
Sakarya
Marşının ve Bestecisi Cemalettin Çinkılıç'ın öyküsü
www.giritturk.com ............ sayfasından alınmıştır |
Ahmet
Cemalettin Çinkılıç, tahminen 1889 doğumludur. Girit'in
Hanya bölgesinden, Hacı Spata (Kılıç) ile Zeynep Hanım'ın
oğludur. Başka kardeşi olup olmadığı bilinmiyor.
Çocukluğuna ait hatırladığı en net tablo, yemyeşil,
geniş zeytinlikleri ve babasının kocaman değirmen taşlarıyla
ezdiği zeytinlerden akan taze zeytinyağını bir kepçeye
doldurarak ona içirdiği idi. 1896 yılından itibaren Rumlar'ın Giritli Müslümanlara
karşı giriştikleri katliamlar, mal ve mülklerine karşı
yapılan yağma ve tecavüzler, tüm komşuları gibi, A.Cemalettin
ve ailesini de köylerini ve mallarını terk ederek kıyılardaki
büyük şehirlere sığınmaya mecbur eder. Şehirlere sığınanlar
geride tüm mal varlıklarıyla birlikte hayvanlarını ve
zeytinyağı gibi çok değerli ürünlerini de bırakırlar.
Bu arada, Hacı Spata'nın da Yunanlılar'a karşı direniş
sırasında öldüğü anlaşılıyor. Osmanlı Hükümeti, çaresiz ve sefalet içerisinde kalan
Girit'li Türk'lere yardım için, okul çağındaki çocukları
parasız yatılı okullara gönderme kararı alır. Babasız
kalan A.Cemalettin'i yokluk ve Yunanlıların zulmünden
kurtarmak isteyen annesi, o zamanlar "Hidiv Valiliği"
adı ile tanınan Mısır'a giden çocuklarla birlikte oğlunu
da gönderir. O sıralar A.Cemalettin 7 yaşlarındadır.
Ama küçücük yüreğinde, babasını öldüren, onun ailesinden,
yurdundan ayrılmasına neden olan Yunanlılar'a karşı
büyük bir kin beslemektedir. O kin, ölene kadar içinden
çıkmamıştır.
Mısır'daki eğitimi sırasında müziğe karşı olan büyük
yeteneği açığa çıkan A.Cemalettin, Hidiv'in bando okulunda
eğitim görür ve mezun olduğunda Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın
saray bandosuna maaşlı olarak katılır. Tüm enstrümanları
gayet iyi çalarsa da, üflemeli sazlar, özellikle de
trompet / kornet çalmakta ustadır. Hidiv'in sarayında, hiçbir masraf yapmadan, konforlu
bir hayat sürer ve aldığı maaş, olduğu gibi cebinde
kalır. Bando mensupları olarak tüm işleri, her gün belli
bir süre prova yapmak ve önemli günlerde konser vermektir.
Yani ekmek elden, su gölden bir hayat sürer.Saraydaki yaşamıyla ilgili olarak anlattığı küçük bir
anekdot şöyleydi: Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın çok sevdiği
bir papağanı vardır. Bando elemanları prova yaparken,
papağan da sürekli bir köşede onları dinler. Hatta bir
süre sonra da "Hidiv Marşı"nı ıslıkla çalmayı
öğrenir. Ne zaman Hidiv Abbas Hilmi Paşa salona girse,
papağan ıslıkla hidiv marşını çalmaya başlar.. Hidiv
de bundan çok mutlu olur. Fakat papağan bu! Bando elemanları
da 20 - 22 yaşında delikanlılar. Prova aralarında başlarlar
papağana küfür öğretmeye. Hayvanın yanında sürekli "El
ana buki" (Ananın ...) diye tekrar ederler. Ve
bir gün, Hidiv salona girdiğinde, papağan ıslıkla Hidiv
marşı çalmak yerine "El Ana buki" diye bağırır!
Hidiv olduğu yerde donar ve yaverine "Götürün bu
pis hayvanı, bir daha gözüm görmesin!" der. O günden
sonra, papağan sadece prova salonunda kalır...
A.Cemalettin, Hidiv'in sarayında Arapça'nın 7 lehçesini,
ayrıca İngilizce, Almanca ve İtalyanca öğrenir. Vatanında
öğrendiği Rumca ve ana dili Türkçe ile birlikte, 6 dil
konuşur. Daha sonra İstanbul'da evlendiği , Yahudi kökenli
Öjeni hanım (evlenmeden önce Müslüman olmuş ve Nimet
adını almıştır) ailesiyle yahudice konuştuğu için, kendinden
gizli şeyler konuşamasın diye o dili de öğrenmiş ve
bildiği diller 7'ye çıkmıştır. Yani müzik yeteneğinin
yanı sıra müthiş bir dil yeteneğine de sahipti. 1911 yılı geldiğinde A.Cemalettin 22 yaşındadır. Bu
arada İtalyanlar Osmanlı Devletine savaş ilan eder ve
Trablusgarp savaşı başlar. Osmanlı Yönetimi, Trablusgarp'a
kuvvet ve cephane gönderecek durumda değildir. Enver
Paşa liderliğinde bir gerilla harekatı başlatılacağını
duyan A.Cemalettin, o güne kadar biriktirdiği bir büyük
çanta dolusu (ebe çantası gibi diye tarif ederdi) Mısır
lirasını alarak saray bandosundan istifa eder ve o parayla
kendi komutasında, bedevilerden bir gönüllü birliği
toplar (daha sonra anılarını anlatırken - o parayla
o yıllarda İstanbul İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray'dan
Taksim'e kadar yer alan binaların tamamını satın alabilirdim
- derdi.). Topladığı gönüllülerle birlikte Enver Paşa'ya
gider "Paşam, askerlerimle birlikte emrinizdeyim"
der. Vatanseverliği, düşmana duyduğu kin, çetecilik
ve savaşçılık ruhunu ateşlemiştir. Enver Paşa ile birlikte, Tobruk, Derne, Bingazi çöllerinde
savaşır. Askerler aç ve susuzdur. Su bulamadıkları zaman,
deve kesip, devenin hörgücündeki suyu içtikleri çok
olmuştur. İtalyanların erzak depolarını basıp, asker
için erzak çalarlar. Gece karanlığında görünmemek için
çırılçıplak soyunup, baskınlarını öyle yaparlar. O baskınlar
sırasında kaç İtalyan öldürdüğünü kendisi de bilmezdi.
Yakaladıkları İtalyan'ları ensesinden kesip, sonra da
yaktıklarını anlatırdı. "İnsan öldürmenin en kolay
yolu, ensesinden kesmektir" derdi. İtalyanlar kendisini
gıyabında 7 kez idama mahkum eder, ama onu yakalayamazlar.
Hidiv sarayının bando sanatçısı, ince ruhlu müzik adamı,
amansız bir çete reisi olup çıkmıştır. Bu arada Enver Paşa'ya da tapar. Hatta bir gün çadırda
sohbet ederlerken, Paşa "Beni gerçekten sever misin
Giritli?" diye sorar. O da "çok severim Paşam"
der. Paşa "Nereden anlayacağım sevdiğini"
diye sorunca "A.Cemalettin : "Bir oğlum olursa,
adını Enver koyacağım" diye cevap verir. Bu söz
üzerine Enver Paşa, "Ohooo, sen bu deli kafayla,
bu savaştan sağ çıkacaksın, evleneceksin, oğlun olacak
ve adını Enver koyacaksın, öyle mi? Hadi canım sen de"
diye güler. Ama aradan yıllar geçer, A.Cemalettin İstanbul'da
evlenir , bir oğlu olur ve adını Enver koyar. O sıralar
Enver Paşa, Harbiye Nazırı (Genel Kurmay Başkanı) dır.
Enver'i alıp, paşa'nın makamına gider. "İşte Paşam"
der. "Oğlum Enver!" Paşa çok duygulanır ve
bebeğe bir beşibiryerde takar. Ama A.Cemalettin bir
daha Paşa'ya görünmez. O siyaset için değil, vatanı
için savaşmıştır. Savaş bittikten sonra da hiçbir makam,
maaş veya madalya istememiştir. Ölene kadar sürdüğü
mütevazı yaşamını sadece müzik ile kazanır. Savaşçı
ruhunu ise 75 yaşına kadar sürdürdüğü av tutkusu ile
tatmin eder.
Ahmet Cemalettin İstanbul'a döndükten sonra, o zamanın
eğlence merkezi olan Direklerarası'nda müzisyen olarak
çalışmaya başlar. Zayıf, uzun boylu, derin bakışlı masmavi
gözleri olan yakışıklı bir delikanlıdır. Zamanın ünlü
kantocularının çoğu kendisine aşıktır. Hatta bir tanesi
birlikte yaşamayı teklif eder, ama o sarayda geçen yıllarında
lükse doymuştur ve kabul etmez. Bir gece, tiyatro seyircileri
arasında gördüğü bir kıza tutulur. Kız, orkestra arkadaşı
Nazmi Bey'in mahallesinden Öjeni isimli bir Yahudi kızıdır.
Nazmi ile kıza haber yollar ve Müslüman olursa, kendisiyle
evlenmek istediğini söyler. Öjeni kabul eder. Birlikte
Şeyhülislam'a giderler, Öjeni Müslüman olur ve Nimet
adını alır. Nimet Hanım'la evliliğinden dokuz çocuğu olur. Bunlardan
sadece dört oğlan ve bir kız yaşar. A.Cemalettin Bey evlendikten sonra, Direklerarası'ndan
ayrılır ve halk evlerinde müzik öğretmenliğine başlar.
Bu arada, devletin mübadele göçmenlerine tahsis ettiği
evlerden biri de Mersin'de kendisine verilir. Bu geniş
bahçeli, üç katlı kocaman bir evdir. Mersin'deki hayatları
çok rahattır. Ancak Nimet Hanım sürekli İstanbul'daki
ailesi özler. Bir süre sonra, Mersin'deki evi olduğu
gibi kapatarak İstanbul'a dönerler (devlet bu evleri
şahsen kullanma ve satmama koşuluyla verdiği için, bu
haktan vazgeçmiş olurlar). A.Cemalettin Bey, bundan sonraki hayatını çoğunlukla
ailesinden ayrı geçirir. Nimet Hanım çocuklarıyla İstanbul'da
kalır, A. Cemalettin ise tayin olduğu Eskişehir, İzmir,
Ayvalık gibi şehirlerdeki halk evlerinde çalışır, yörenin
zengin ailelerinin çocuklarına özel müzik dersleri vererek
hem kendisinin, hem de ailesinin geçimini sağlar. Soyadı kanunu çıktığı zaman, Çinkılıç soyadını alır.
Yalın kılıç anlamına gelen bu soyadı, hem kendisinin
savaşçı ruhunu temsil etmekte, hem de babası hacı Spata
(kılıç) 'tan bir iz taşımaktadır. Daha sonra mübadele
ile Türkiye'ye gelen, bir kısmı İzmir'e bir kısmı Tarsus'a
yerleşen akrabaları da, yine Hacı Spata 'dan esinlenerek,
Atakılıç soyadını almıştır.
A. Cemalettin, annesini yıllar sonra İzmir'de bulur.
Girit'ten gelen muhacirlerin izlerini sürdüğünde, araştırmaları
onu İzmir'e götürür. Amcasının kızı ve oğulları İzmir'dedir
ve annesi de onların yanındadır. Zeynep Hanım çok yaşlanmıştır
ve gözleri de iyi görmemektedir. İlk karşılaştıklarında, A.Cemalettin ona kim olduğunu
söylemez. Sadece Rumca sohbet ederler. "Çocukların
var mı ana?" diye sorduğunda Zeynep Hanım, "bir
Ahmet'im vardı, ama onu Mısır'a gönderdikten sonra izini
kaybettim" der. A.Cemalettin "Pekiyi şimdi
görsen tanır mısın?" der. Gözleri ıslanan kadın
"tanırım, şakağında kocaman bir beni vardı"
diye cevap verir. Gerçekten de A.Cemalettin'in sağ şakağında
kahve çekirdeği büyüklüğünde bir beni vardır. A.Cemalettin
"bak bakalım ana, buna benziyor muydu?" diye
şakağını gösterince, yaşlı kadın "Ahmedakimu !
Oğlum! " diye boynuna sarılır. Sonraki yıllarda, Giritli akrabalarıyla iletişimini
bir süre sürdürse de, annesi öldükten sonra onlarla
da irtibatı kesilir. A.Cemalettin'in kişisel ve ruhsal özelliklerine bakıldığında,
bu yönlerden de farklı bir insan olduğunu görüyoruz.Birincisi, bilinen anlamda bir "Müslüman"
değildi. Kur'anı ezbere bilirse de, camiye gittiğini,
namaz kıldığını, ya da oruç tuttuğunu kimse görmemiştir.
Onun dindarlığı Allah'la kendi arasındaydı. Örneğin
"vallahi" kelimesini hemen hemen hiç kullanmaz,
bu kelimenin "Allahın adına " anlamına gelen
çok büyük bir yemin olduğunu söylerdi. Ruhsal âlemle de tuhaf sayılabilecek bir bağı vardı.
Evliyalar kendisine görünür, hatta onunla şakalaştıkları
bile olurdu. Örneğin, İzmir'deki evinde bir kış günü
bahçe tuvaletindeyken kafasına karpuz kabukları atılmıştı.
Bunun nedeni de, gece göğsüne oturan bir evliyayı küfürle
kovması idi. Aynı evde, gece yarısı işten döndüğünde
arkasından demir çubukla sürgülenmiş bahçe kapısını
omuzlayıp yumruklayarak açamamış, tam vazgeçip gidecekken,
kapı gıcırdayarak kendiliğinden açılmıştı. Bu olayı
da aynı evliyanın kendisine yaptığı bir şaka olarak
anlatırdı. (O olayda, Nimet hanım bahçe kapısının yumruklandığını
ve A. Cemalettin'in içeri giremediğini evin penceresinden
gördüğü halde, korktuğu için dışarı çıkıp kapıyı açamadığını
söylerdi.)
El becerisi müthiş gelişmişti. Özellikle ahşap işleri
ve tahta oymacılığı hobisiydi. Yaşlandığında, evdeki
aletleriyle gelinlerine ahşap dikiş kutuları, örgü şişleri,
çorap örme yumurtaları yapıp hediye ederdi. Çok sağlıklı bir bünyesi vardı. Doksansekiz yaşına
kadar, kazalar dışında hiçbir sağlık sorunu olmadan
yaşamıştı. Tabii bunun en önemli nedeni, beslenme tarzıydı.
Et sevmez, daha çok sebze yerdi. Yemeklerini mutlaka
zeytinyağıyla pişirir hatta sabahları bile aç karnına
zeytinyağı içerdi. Fırsat buldukça ot toplamaya çıkar,
kimsenin tanımadığı otları bulur, onlardan çok lezzetli
yemekler yapardı. Çok iyi bir avcıydı. Anadolu'da yaşadığı
yıllarda düzenli olarak bıldırcın ve keklik avına çıkardı.
Hatta beslediği av köpeği, akşam yaptığı hazırlıklardan
ertesi gün ava çıkacaklarını anlar, sabah güneş doğmadan,
A.Cemalettin'den önce avcılar kahvesine gider ve onu
orada beklerdi. Koyu bir sigara tiryakisiydi. Gece bile uykusundan
sigara içmek için kalkar, sonra tekrar uyurdu. Rakı
içmeyi sever, ama sarhoş olmazdı. Bulmaca çözmeyi çok
sever, geniş kelime bilgisiyle en zor çapraz bulmacaları
bile çabucak çözerdi. Ellerinin iyice titremeye başladığı
yaşlılık yıllarında bile, sağ elinde tuttuğu kalemi
sol eliyle de destekleyerek bulmaca çözmeyi sürdürmüştü. 75 yaşındayken bir kaza sonucu kalçası kırılmış, doktorların
kalça kemiğine ameliyatla çivi çakacağını duyduğunda,
gece alçısını keserek hastaneden kaçmıştı. Daha sonra
kalçası kendiliğinden kaynamış ve geriye hiçbir sakatlığı
kalmamıştı. Elleri çok muntazam ama çok güçlüydü. Bir
demir lirayı üç parmağı arasında (işaret - orta ve baş
parmaklarıyla) sıkıştırıp bükebilirdi.
Kendince uyguladığı
tedavi yöntemleri vardı. Örneğin yanık üzerine taze
yumurta sarısıyla saf zeytinyağını karıştırıp mayonez
kıvamında bir merhem yaparak sürer - yanık hiç iz bırakmadan
iyileşirdi. . İltihaplı çıbanların ya da fistüllerin
(kıl dönmesi) üzerine, saf zeytinyağı ve günlük yumurta
sarısı ile birlikte tunç havanda dövdüğü kuru inciri
bağlar, çıban ertesi gün patlayıp boşalır ve hiç yara
izi bırakmadan iyileşirdi. Bir yerini kestiğinde, üzerine
mobilya cilası sürer, kanı hemen durdururdu. Bugünkü
antiseptik yara spreylerinin de yara üzerinde bir film
oluşturarak kanamayı durdurduğu düşünülürse, bu cila
uygulamasının ne kadar mantıklı olduğu anlaşılıyor. Her zaman bakımlı ve temiz giyimliydi. Her sabah mutlaka
tıraş olur, yelekli takım elbise, gömlek giyer, kravat
takardı. Sokağa çıkarken mevsime göre hasır şapka veya
fötr şapka giyerdi. Ölene kadar hep böyle giyindi.Müziği hayatının sonuna kadar hiç bırakmadı. Ruhundaki
coşkulu savaşçı hiç ölmediğinden olsa gerek, sürekli
marş bestelerdi. Enstrümanı olmadığı yıllarda bile,
bestelerini kafasından yapıp sonra notaya dökerdi. İstiklal
Marşı için açılan beste yarışmasına katılan ünlü bestecilerden
biri de A. Cemalettin idi. Yarışmada seçilen besteyi
hep eleştirir, milli marşın her kesimden halkın kolayca
söyleyebileceği türde bir beste olması gerektiğini söylerdi.
Ona göre, güftenin prozodisi de çok kötüydü. Kendi bestesinin
zeybek havası tarzında olduğunu, çok sıcak ve akılda
kalıcı bir melodi yarattığını anlatırdı.
Bilinen ve çok sevilen bir bestesi de Sakarya Marşı'dır.
"Selam sana ey şan dolu sancağım, Sakarya'da kurtuldu
şan ocağım" diye başlayan marşı Sakarya meydan
savaşının hemen ardından bestelemişti. Marş, İstanbul
Şehzadebaşındaki bir müzikholde ilk kez çalındığı akşam,
halk besteyi büyük bir coşkuyla karşılamış ve orkestradan
tekrar tekrar çalınmasını istemişti.
Hürmet
sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk ordusu Türk ordusu sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım
Dünyalara
bedeldir mah cemalim
Allah'ına emanettir kemalim
O
sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri!
Vatanımda tek bir düşman kalmasın
Dünyalara
bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir kemalim!
Marş
bu şekilde ağızdan ağza yayılır ve bir akşam tiyatrodan
çıkan halk, hep bir ağızdan Sakarya Marşını söyleyerek
yürüyüşe geçince, İstanbul'daki İngiliz işgal kuvvetlerinin
komutanı A.Cemalettin'in merkeze getirilmesini ister.
Komutan,
huzuruna getirilen A.Cemalettin'e "Nedir bu böyle,
Kamal ! Kamal! Kamal!" diye öfkeyle sorunca, A.Cemalettin
" Efendim, birkaç hafta önce bir oğlum oldu, adı
Kemal. Benim de adım Cemal. "Allah'ıma emanettir
Kemal'im, Dünyalara bedeldir mah Cemalin" dizelerini
bu yüzden besteledim" der. Gerçekten de, ortanca
oğlu Kemal o tarihte doğmuştur ve adını da Mustafa Kemal
koymuştur. Komutan bu açıklamaya karşı hiçbir şey yapamaz
ve o güzel marş halkın gönlünde ve dilinde günümüze
kadar gelir.
Yaşlılık
yıllarında da marş bestelemeyi sürdürdü. Bestelediği
marşları Fatih'teki İtfaiye bandosuna götürürdü. Orada
gördüğü saygı ve ilgi çok hoşuna gider, bestelerini
bandonun çaldığını izlemekten büyük keyif alırdı. Hiçbir
eserinden telif ücreti kazanmamış, zaten de beklememişti.
Müziğini başkalarıyla paylaşmak, onu mutlu etmeye yeterdi.
Ölene
kadar hiç kimseye yük olmadı. Eşi öldükten sonra da
tek gözlü bir evde yalnız yaşadı. Zaman zaman çocuklarını
ziyarete gider, bir iki gece kalır, sonra tekrar evine
dönerdi. Ender de olsa, grip olduğunda bile, uzun bir
çubuğun ucuna bağladığı pamukla sırtına kendi kendine
tentürdiyot sürer, halinden hiç şikâyet etmezdi.
Öldüğü
gün, ortanca oğlu Kemal'in evinde misafirdi. Gece yattı
ve sabah uyanmadı. Sessizce, kimseye sıkıntı vermeden,
98 yaşındayken çekip gitti bu dünyadan. Geriye sadece
besteleri kaldı...
|
Başa dönüş için tıklayınız
|
|
|