Ağababam, benim için çok özeldir.
O İstiklal madalyası sahibi bir köy imamıdır.
Örneğine bugün bile zor rastlanacak
Cumhuriyetçi ve Atatürk'çü bir imam.
Sekiz yaşında kaybettiğim ağababamın
bende kalan izleri çok derin.
Bir nebze paylaşabilirsem
ruhunun daha huzurlu olacağını sanıyorum.

Ağababa'mın çok sevdiği, Kurtuluş savaşı günlerinde dilinden düşürmediği Sakarya Marşı

Okumak istediğiniz yazının üzerini tıklayınız
Kurtuluş savaşından bir öykü
Cumhuriyet Bayramı Kutlaması
"Bir tören" 16 Kasım 1958 Tarihli "SANAT DÜNYASI" dergisinden
Ben 3 yaşında iken ninni yerine marş
Kendisinden iki anı
29 Ekim 1936 Cumhuriyet Bayramında dört yaşındaki kızına ezberlettiği şiirler.
Kızı Lamia'nın (Annemin) yedi yaşındayken öğretmeninin öğrettiği ve okuduğu Kemalizm şiiri.
Oğlu Abdüssemih YAVRUTÜRK'ün anlatımı ile yaşam öyküsü

Babasının ve kendisinin İSTANBUL KÜLTÜR VE SANAT ANSİKLOPEDİSİ' nde yaşam öyküleri
Ağababamdan anılarımız
Damadı İbrahim Büyüksayar
Torunu M. Osman Akbaşak
Torunu Şükran Kuzu
Torunu Rabia Yavrutürk Bilek
Torunu Mehmet Yavrutürk
Ağababa'nın çok sevdiği Sakarya Marşının bestecisi Cemalettin Cinkılıç'ın öyküsü


K
urtuluş savaşından bir öykü

Birinci dünya savaşının devam ettiği yıllarda. Akbaba köyü iki tepe arasında yemyeşil bir vadide yer alır. Kuzeye doğru gidildiğinde Ahmet Mithat Efendi'nin çiftliği vardır. Bu civarda bulunan Çiftlik tepede yerleşmiş olan topçu birliklerinin kumandanı bir gün Mükerrem efendiyi sohbete çağırır. Ülkenin durumu hakkında, bölgenin durumu hakkında konuşmaya başlarlar. Bu arada uzaktan top sesleri duyulur. Karadeniz girişi Akbaba'ya kuş uçuşu çok uzakta değildir. Rus donanması Karadeniz girişinde boğaz kıyısındaki birliklere ve yerleşim yerlerine taciz ateşine başlamıştır. Her ne kadar hedef Akbaba değilse de kumandan Mükerrem efendiyi köye geri gönderir ve top seslerini çok yakında duyacak olur ise yere yatmasını söyler. Mükerrem efendi köye doğru koşmaya başlar, Köşk yanı mevkiinden geçerken yakınlara düştüğünü hissettiği bir top mermisinden korunmak için yere yatar. Şarapnel ve mermilerin yakından geçtiğini hisseder, Köye girer, köyde bir telaş görür. Bir beygir arabasının üzerinde kanlar içinde birileri yatmaktadır. Merak ve heyecanla bakar, Çanakkale'de asker olup izinli gelen Abdi ve nişanlısı Zeliha'dır arabada yatan. Az önce üzerinden geçen top mermisi köyün ortasına düşmüş, Abdi ve nişanlısını anında şehit etmiştir. Mükerrem efendi çok duygulanır, öfkelenir. Kim bilir belki de kurtuluş için ilk kıvılcım o anda yanar. Üzüntü ile öfke ile dualar arasında Abdi ve nişanlısı toprağa verilir. Ama gönüllerde ilk ateş yanmaya başlamıştır artık, çalışmak çok çalışmak gereklidir.

Büyük savaş biter, Osmanlı yenilir. Artık acı ve sıkıntılı bekleyiş başlamıştır. Beklenen gün gelir, işgaller başlar. Beykoz'da çok Rum bulunduğu için, İstanbul'u işgal eden İngiliz komutanlığı Rumlara hoş görünmek için Beykoz vapur iskelesinin çıkışını Yunan bayrakları ile doldurur, öyle ki vapurdan inen bir kimsenin bayraklar yüzünün değmeden dışarı çıkması mümkün değildir. O yıllarda Beykoz'un halk için tek ulaşım yolu vapurdur. Plan sinsice, haince düzenlenmiştir. Mükerrem efendi bir gün ürünlerinin satışı için İstanbul'a gider. Gidişinde boş olan iskele dönüşünde bayraklarla dolmuştur. İskelenin inişinde kala kalır Mükerrem efendi. Ya bayrakların arasından sürünerek inecek, ya da vapurda kalacaktır. Yediremez kendine, kabullenemez bu zulmü, vapura geri döner. Son iskele olan Anadolu kavağında iner vapurdan. Hayli uzun olan yolu yürüyerek kat eder, köyüne, evine Yunan bayraklarına değmeden geri döner.

Ama düşman Beykoz'a yerleşmiştir bir sefer ve onlar işgal güçleridir. Zulüm ve eziyet sürmektedir. Beykoz'dan Akbaba, Dereseki, Fener, Alibahadır, Rıva ve daha birçok köye gidiş yolunun başı olan Şahinkaya ve Çifteçınarlar bölgesine yerleşir işgal güçleri. Gelen geçen köylüleri tutarlar, ürünlerine el koyarlar, eziyet ederler. Bir gün Dereseki'li Şatafçı İsmail ağa beygiri ile iki çuval fasulyeyi Beykoz'a götürmek üzere bu bölgeden geçerken askerler yolunu keser, sonrası bilinmez. Beygiri yolu bulup eve yalnız dönünce yakınları telaşlanır, aramaya başlarlar. İsmail ağanın başı kesilmiş cesedini bir yol kenarında bulurlar. Bu korku ile köylüler uzun süre bu yoldan geçemezler. Ancak yoksulluk korku tanımaz. Mükerrem efendinin fasulyelerinin toplanma zamanı gelmiştir. Fasulyeler toplanacak, Beykoz'a götürülecek, İstanbul'a giden motora verilecek sonra gelecek para beklenecektir. Mükerrem efendi fasulyeleri beygirine yükler, nasılsa kimseye rastlamadan motora teslim eder, ama yolun bir de dönüşü vardır. Korktuğu başına gelir, dönüşte askerler yolunu çevirir, üzerini ararlar. Ancak sadece iki pul (para) bulabilirler. Öfkelenir askerler, pulları suratına atıp, birkaç yumruk vururlar, yolun kenarına atarlar. Mükerrem efendi artık yapılanları hazmedemeyecek durumdadır. Mutlaka bir şeyler yapılmalıdır, mutlaka. Bu arada Mustafa Kemal Samsun'a çıkmıştır. Anadolu örgütlenmeye başlar. Bir süre araştırmanın ardından Mükerrem efendi Kuvva-yı Milliye'nin Beykoz teşkilatını kurar.

Anadolu'nun askere ihtiyacı vardır, silaha, cephaneye ve paraya ihtiyacı vardır, insanların da özgürlüğe kurtuluşa ihtiyacı vardır. Bunların toparlanması bir avuç Kuvva-yı Milliye gönüllüsünün işidir. Mükerrem efendi de bunlardan biridir. İstanbul yakasında toplanan askerler işçi görünümü ile Yeniköy'den Beykoz tabakhanesine gelirler. Burada Mükerrem efendi onları toparlar, dağ yollarından Karakulak sırtlarındaki Gökkaya mevkiinde geçici olarak yerleştirir. İlk sevkıyata kadar Akbaba fırınından ekmek alır, köyden erzak toplar. Geceleri çuvalla sırtında taşıyarak asker adaylarına götürür. Bu arada tekke olan evinin altında bulunan depoda silah ve cephane saklanmaktadır. Zamanı gelince askerleri ve cephaneyi yaklaşık oniki saatlik yürüyüşle Şile askerlik şubesine götürür. Sonra takalarla yapılan yolculuk başlayacak ve askerler, cephaneler Anadolu'ya ulaşacaktır.

Bu arada Beykoz Jandarma Komutanlığında bulunan Bozhane'li Ziya Çavuş yardım etmektedir. Aynı zamanda da kiracı olarak Akbaba'daki tekke evinde oturur. Evin altında Anadolu'ya sevk edilmek üzere fazla miktarda silah ve cephanenin bulunduğu günlerde bir gün Ziya Çavuş Mükerrem efendiye bir baskın yapılacağının haberini aldığını ikaz eder. Cephanenin o günlerde Şile'ye gönderilmesi mümkün değildir. Düşmana teslim etmektense yapacak bir tek şey vardır, yok etmek. Tekkenin bahçesinde derin bir kuyu vardır, tüm cephane kuyuya doldurulur. Belli olmaması için üzeri taşlarla doldurulur. Üzeri toprakla doldurulup bahçe haline getirilir. Hemen arkasından askerler baskına gelir, bütün evi ararlar. Yüklerden yatak ve yastıkları çıkartıp süngülerle param parça ederler. Hiçbir şey bulamayınca giderler. Baskın kazasız atlatılır ama o günün koşulları içinde cephaneyi kuyudan çıkarmak mümkün olmaz, cephane orada kalır. Mükerrem efendi en yakınlarına cephanenin insanlara zarar vermemesi için kuyu civarını kesinlikle kazmamalarını tembihler. Yıllar geçer kuyunun izi tamamen kaybolur. Bahçe el değiştirir, üzerinden üç nesil geçer. Herhalde o cephane şimdi de toprağın derinlerinde bekliyordur.

Ancak zor günler hemen geçmeyecektir. Bir zaman sonra Ziya Çavuş haber gönderip Yunan askerlerinin tekrar köyü basacağını söyler. Bu sefer durum daha kötüdür, sadece arama yapılmayacak Mükerrem efendi de götürülecektir. Köyü terk etmeleri gerekmektedir. Zaten Mükerrem efendinin eşi Hafize hanım bir bohçayı hep hazır tutmaktadır. Bu bohçada birkaç mum, bir kibrit ve küçük çocuklarının birer kat giysisi vardır. Bu haber gelince bohçalarını alırlar ve Anadolu kavağına bir dostlarının yanına kaçarlar. Köy fırınının üzerindeki tek göz odada birkaç gün saklanırlar. Üç gün sonra döndüklerinde iki katlı ahşap evlrini darmadağın edilmiş, kapı ve pencereleri kurşunlanmış bulurlar. Evin bahçe tarafını tamamen kaplayan mor salkımın gövdesine kurşunlar isabet ettiğinden salkımı kurumuş olarak bulurlar. Mücadele bir kez daha kaldığı yerden devam eder.

Böyle mücadele yılları geçip gider ve kurtuluş gerçekleşir. Bir gün Akbaba'ya bir haber gelir. Türk askeri İstanbul'a ve Beykoz'a gelmiştir. Vapur iskelesindeki Yunan bayrakları indirilir, yerine Türk bayrakları konur. Bu haberi alan Mükerrem efendi iskeleye koşar, sadece yıllar öncesinin acısını çıkarırcasına alnını Türk bayraklarına değdirmek için.

Cumhuriyetin ilan olduğu yıllarda Mustafa Kemal ilk defa Yalova yolu ile İstanbul'a gelecektir. Mükerrem efendi ve Beykozlular bir Şirket-i Hayriye vapuru kiralayıp Atatürk'ü Marmara'dan karşılamaya giderler. Sonra hep birlikte Dolmabahçe Sarayı'na gelirler. Atatürk orada İstanbullulara ve Kuva-yi Milliyecilere yönelik bir konuşma yapar. Sonunda Kuva-yi Milliye'ye mensupları olan tahminen 25 kişiye İstiklâl Madalyası ve beraatını verip birlikte resim çektirirler. (Kendisi söylemedi, vefatından sonra başka yerden alınan bilgidir.) Atatürk veya arkadaşları o gün Mükerrem efendiye; hocam sizi mecliste mebus olarak görmek isterdik der. O da cevaben benim gayem işgal olunan yurdumun düşmandan temizlenmesi, hasretini çektiğim yurdumun bayrağına tekrardan kavuşmaktı. Şükürler olsun bugünü gördüm, benim yerim camiler ve mihraplardır, siz oraya daha layık olanları bulabilirsiniz dediği söylenir.

Başa dönüş için tıklayınız

Cumhuriyet Bayramı Kutlaması 1960'a kadar

Her Cumhuriyet Bayramında evin önündeki daracık, pek seyrek bahçelerine giden köylülerin, daha seyrek uzak köylere yaya giden yolcuların geçtiği yolda bir tak kurulurdu. Caminin meşrutası olan iki katlı ahşap ev ile tam karşısında bulunan asırlık çınar ağacının arasına kurulan tak, dallardan ve yapraklarla bezenir, rengarenk ampullerle süslenir, onlarca bayrak ve Yaşasın Cumhuriyet yazan pankartı asılırdı. Sabah önce muhtarı yanına alıp okula gidilirdi. Öğretmen ve öğrencilerle köy meydanına bir araya gelinir, bayrak merasiminden sonra günün anlam ve önemi hakkında güzel konuşmalar yapılır, daha sonra hep birlikte milli marşlar ve davul, zurna eşliğinde köyün üst başındaki evin ve takın önüne gelinir, burada bir konuşma daha yapar, oradan aynı şekilde Dereseki köyüne gidilir, aynı konuşma orada da yapıldıktan sonra dağılınırdı. Akşamda defne dallarıyla süslenmiş beygir arabaları meşalelerle kalabalık grup halinde o gün zurna ile Beykoz'a gidilir. Beykoz kaymakamlığı önünde işgal günlerini, büyük zaferi ve Cumhuriyeti anlatarak halkın milli görüşlerini pekiştirirdi. Bu her sene devam ederdi. Beykozlular - Akbabalılar; hoca efendi gelip konuşmadıkça biz bayram olduğunu anlamıyoruz derlerdi. Bu hal hayatının son yıllarına kadar devam etti.

Bir 29 Ekim sabah töreninde tesadüfen köyde bulunan İstanbul'da çıkan Sanat Dünyası gazetesinin yazarlarından Ali bey "Bir_tören" yazısında şöyle diyor. Göğsünde taşıdığı İstiklâl Madalyasının hakiki sahibi, köyün mürşidi hoca efendi Milli Mücadeleyi, İstiklâl ve Cumhuriyeti köylüye o kadar ifade etti ki duygulanmamak mümkün değildi. Bir köy düşünün ki orada öğretmen yok, şayet orada böyle bir hoca efendi de yoksa o köy çok şey kaybetmiştir diyordu.

Başa dönüş için tıklayınız

Tablo Değerli dostum
Ressam İnşaat Mühendisi
Sabri EVYAPAN tarafından yapılmıştır.

 

"Bir tören"
16 Kasım 1958 Tarihli "SANAT DÜNYASI" dergisinden

Güneşli bir sonbahar günüydü. Köylüler köy binası önünde toplanmışlar heyecandan sabırsızlanıyorlardı. Öğrenciler yerlerini aldılar. İstiklal marşı ile törene başlandı. İlk olarak köyün İmamı uzun bir hitabede bulundu. Daha sonra diğer hatiplerin konuşmaları ve öğrencilerin okudukları şiirlerle törene son verildi. Beykoz'a bağlı Akbaba köyünde bütün köy halkı içten gelen bir sevgi ile Cumhuriyetin 33 üncü yıldönümünü kutlamıştı. Tesadüfen bulunduğum bu törende beni son derece mütehassıs eden şey köy imamının diğer hatiplerden önce günün manasını belirten bir konuşma yapması ve Atatürk'ten Ebedi Şef diye bahsetmesidir. Göğsünde taşıdığı madalyanın hakiki sahibi, milli mücadeleye iştirak etmiş bir insan olarak konuşmuştu. Bilhassa mütareke senelerindeki acı günlerimizi ele alarak düşmanın bütün yurtta yaptığı fecattlerin panoramasını çizdi. Benliğini kaybetmeyen Türk milletinin Ebedi Şef Atatürk'ün etrafında tek vücut halinde toplanarak vatanını düşmanlardan, nasıl, temizlediğini uzun uzun anlattı. İnkılaplarımıza nutkunda geniş yer verdi ve tezahürata vesile oldu. Öyle zannediyorum ki aynı gün yurdun her tarafında olduğu gibi köylerinde de Cumhuriyet bayramı aynı heyecanla kutlandı. Günün önemi herkes tarafından açıkça anlaşılmış oldu. Köyün mürşidi Cumhuriyetin manasını hakkıyla kavramış köylü kardeşlerine de sindirmeye çalışmıştır. Bütün din adamlarımıza örnek olacak bu yetmişlik ihtiyar, davaya samimi olarak inanmış, inkılap1arımıza dil uzatanlara geçmişi hatırlatmakla yetinmiştir. Köy imamı köylünün umumi olarak her şeyidir, her işte yol göstericisidir. 0 ilmi ile, irfanı ile köylüye müzahir olmakta birinci mevkii almaktadır. Böylece Atatürk sevgisini aşılamakta, köylünün inkılapları benimsemesinde onun irşadlarına lüzum vardır.

Bazı köylerin okuldan mahrum olduğu düşünülürse köylünün ilmine inandığı imamından başka nesi vardır. Köylü, köyünün sınırlarını aşacak bilgiyi ancak ondan öğrenebilecektir. Şüphelerini ondan aldığı cevaplarla gide-recektir. Köy imamı olan kimse kara cahil, mürtecinin biri ise köylünün her bakımdan gerilemesinde en büyük fenalığı yapacaktır. Şunu bilmeliyiz ki inkılapları seven ve onların gelişmesine yardım eden din adamların bugün her zamandan daha fazla ihtiyaç vardır. Varlığımız için bu zaruridir." ..
...

Yazan ALİ ERTEM


Tablo Değerli dostum Ressam İnşaat Mühendisi
Taner ARDA tarafından yapılmıştır.

Ben 3 yaşında iken ninni yerine marş

Ahşap bir köy evi (yukarıda tablodaki ev), yıl 1956 olmalı, zira kardeşim Sinan Salıncakta uyutulacak yaşta. Ben de en çok 3 - 3,5 yaşlarındayım. Duvardaki kancalara asılan bir salıncak ve içinde kardeşim. Ak sakallı bir dede ninni söylüyor, ama bu bilinen bir ninni değil bu. Bir marş, yumuşak, akıcı, sevgi dolu, kulakları dolduran.

Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk ordusu Türk ordusu sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım

Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allah'ına emanettir kemalim

O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri!
Vatanımda tek bir düşman kalmasın

Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir kemalim!

Bu marşı uzun süre hiç kimseden duymadım, ta ki ortaokul ikinci sınıfa kadar. Müzik dersindeydik, öğretmenimiz "size eski bir marş öğreteceğim" dedi, bu marşı söylemeye başladı. Sınıfta marşı bilen tek öğrenciydim. Doğru olup olmadığını bilmeden bağıra çağıra söylemeye başladım, herkes susmuş bana bakıyordu, öğretmenim bile. Son dört satırı söylemeye başladığımda öğretmenim, işaret etti, sustum. Neden durdurduğunu anlamadım. Atatürk'ün ölümünden sonra son dört satırın söylenmediğini o zaman öğrendim. Ağababamın marşını tek bilen olmanın gururunu büyük bir zevkle taşıdım.

İlkokula başladığım yıl, 1959. 13 Ekimde kardeşim Süphan doğdu. Okul eylül ayında açıldıysa ben de birinci sınıfın ikinci ayındayım. Teneffüse çıkmıştık, bahçede koşturup duruyorduk. Okulun demir kapılarının önünde gördüm, ağababamı. Niye gelmişti acaba, koşarak yanına gittim. "Bir kardeşin oldu" dedi. Sevinmiş olmalıyım, herhalde sarılıp öpmüşümdür. Derse girdik, öğretmenim yanıma geldi, gelenin kim olduğunu sordu. Biz dedemize "ağababa" derdik, bu lakabı "dede" den daha çok severdim. Ama nasıl oldu anlamadım, belki herkesin bu deyimi anlamayacağını düşünerek, öğretmenime "dedem geldi, kardeşim doğmuş" dedim, garip bir eziklik duyarak. Öğretmenim bana baktı ve "demek ağababan geldi" dedi. Nasıl kıvrandığımı hâlâ hatırlarım, neden ben "ağababam geldi" demedim diye. Nereden bilecektim öğretmenimin de dedesine ağababa dediğini. Osman AKBAŞAK'tan..

Başa dönüş için tıklayınız...........................


Kendisinden iki anı

Yaşlılığında bir cumhuriyet bayramı akşamı kendisini ziyarete gelen köy gençlerine, siz benim kapımın önünü bu kadar bayrakla donatmamı belki fazla buluyorsunuz ama hemen söyleyeyim ben bu bayrağın hasretini çok çektim, imkanım olsa bunun on katı daha bayrak asarım yine de onu seyretmeye doyamam der. Oysa bayrakların yapılış öyküsü de ilginçtir. O günlerde hazır bayrak temini hem zor hem de pahalıdır. Bu gün amerikan bezi dediğimiz beyaz sümerbank bezleri alınır, kök boyaları ile kırmızıya boyanır ve bayrak boyutunda kesilir. Bunların üzerine yine beyaz bezden ağaç pergelle kesilen hilal ve yıldızlar kırmızı bayrağın üzerine dikilirdi. Yokluk içinde geçen yıllardan birinde bayrak yapılırken Mükerrem efendinin eşi Hafize hanım beyaz bezlere bakarak, bunlardan ne güzel yastık kılıfı olur der. Mükerrem efendinin yanıtı sert olur. "Yastık kılıfı olmazsa olur, ben özellikle bayramlarda bayraksız yapamam."

Mükerrem efendi bir gün kızı ve damadını Fatih'te ziyarete gelir. Harbiye'de oturan Nimet hanım isimli dostlarına gitmek ister. Fatih - Harbiye tramvayına binerler, Harbiye'de inip biraz yürüyerek evlerine giderler. Ev kalabalıktır, ev sahibi ve konukların çoğu paşa akrabaları veya ileri gelenlerin yakınlarıdır. O zamanın İstanbul valisi olan Fahrettin Kerim Gökay'ın kendisi yada yakınları da konuklar arasındadır. Konu eskilerden açılır. Herkes paşababam şöyle yaptı, dedem böyle yaptı derken Mükerrem efendi kendinden hiç söz etmez. Damadı İbrahim bey bir ara bakar yakasında genellikle taşıdığı madalyası yok. Kulağına eğilip soracak olur, Mükerrem efendinin bakışından çekinip soramaz. Sonra evlerine dönerler, gece kalınır. Ertesi gün çarşıya çıkıldığında madalya yine göğsündedir. Konuşmadan sadece bakışlarla anlatır durumu, o madalya gösteriş yapmak için değil, onurla taşımak içindir.

Başa dönüş için tıklayınız

29 Ekim 1936 Cumhuriyet Bayramında İstiklal madalyası sahibi
Akbaba köyü imamı Ahmet Mansur Mükerrem YAVRUTÜRK'ün
dört yaşındaki kızı Lamia'ya (Anneme) söyleyerek ezberlettiği şiirler.


Bir avuçtan fazla insan değildik
Bize dünya düşman oldu yenildik

Bilirdiler şan vermişti eski Türk
Sandılar ki can vermişti eski Türk

Topumuzu süngümüzü aldılar
Yurdumuza düşmanları saldılar

Kahpe düşman sürü sürü askerle
Arkamızdan vurdu bizi hançerle

Anadolu baştanbaşa hep yandı
Bayrağımız siyah kana boyandı

Minareler duyguları var gibi
Bizi kurtar, bizi kurtar ya Rabbi
Deyip yanan şehirlere kapandı

Bu yıkılan baştan başa vatandı
Her yer siyahtı, hatta siyahtı güneş

İçin için gönüllerde bir ateş
Yandı yandı bir bir alevi bekledi

Bu yanan şey gönülleri ekledi
Bir yanardağ gibi bir gün ufukta

Alevlendi en sonunda bir isyan
Artık yeter diye bir ses inledi

Dağlar taşlar bu sedayı dinledi
O sesler can verdi toprağa taşa
Şanlı gazi Mustafa Kemal Paşa

Top yoktu, tüfek yoktu, süngü yoktu
Bu yoklukta çıkarttı Türk bir ordu

Bize gazi söz verdi ki divanda
Düşmanları boğacaktı vatanda

Bu söz bütün gönülleri dolaştı
Erkek, kadın çocuk her Türk savaştı

Göğüslerle siperleri yıktı Türk
Sonucunda yine sağlam çıktı Türk

Kahpe düşman yurdumuzda boğuldu
Yarısı da sille tokat kovuldu

Ey Türk kızı bir millete yok inan
Milletinin yarattığı şu destan

Ey Türk oğlu ibret olsun bu sana
Yabancıyı sokma sakın vatana

İçindeki duyguları uyutma
O kurtuluş kavgasını unutma

Başa dönüş için tıklayınız

İstiklal madalyası sahibi Akbaba köyü imamı
Ahmet Mansur Mükerrem YAVRUTÜRK'ün teşviki ile
kızı Lamia'nın (Annemin) yedi yaşındayken öğretmeninin öğrettiği ve okuduğu şiir.

Ben bir Türk'üm soyum ırkım uludur
Göğsüm Millet sevgisiyle doludur
Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur
Hep o yoldan yürümektir dileğim

Yıkılmıştır hanedanlar otağı
Biz seçeriz bize baş olacağı
Mukaddestir Cumhuriyet ocağı
Ona biri yan baksın da göreyim

Halk içinden çıktım, halka kulum ben
Halkı üstün tutmaktayım her şeyden
Bir kafayım onu her an düşünen
Halk içindir, halkla çarpar yüreğim


Dinle devlet ayrı şeydir, birleşmez
Din bir duygu buna kimse ilişmez
Dünyadaki işlere din karışmaz
Laikliği ben böyle bileyim

Eskileri yıktık oldu bu işler
Geçtikleri yerde kalsın geçmişler
Bize bundan inkılâpçı demişler
Yıkılmadan yapılmıyor neyleyim

Böyle doğdum Cumhuriyetçiyim ben
Hem hakçıyım hem Milliyetçiyim ben
İnkılâpçı, laik, devletçiyim ben
Her birini bir okla göstereyim

Bu altıok Kemalizmin özüdür
Altısıda Atatürk'ün sözüdür
Atatürk'ki milletin özüdür
Bu inançla yüceliğe ereyim.


Başa dönüş için tıklayınız


Oğlu Abdüssemih YAVRUTÜRK'ün anlatımı ile yaşam öyküsü

Buhara'lı Şeyh Abdülhakim Efendinin oğlu Mükerrem Efendi 1880 yılında Akbaba'da dünyaya geldi. 10 yaşında babasını kaybedince Eyüp'teki Buhari teknesinin mensupları tarafından Beşiktaş Sinanpaşa Camii Medresesine hafızlık için gönderildi.

13 yaşında hıfzını bitirdiğinde ağabeyi ile Akbaba Sultan Camii'nde hafız cemiyeti yapılıyordu. O gün Beykoz'dan Fener'e gitmekte olan Fener'li Hamdi Efendi öğlen namazını kılmak için Camiye uğradı. İki kardeşin Kuran'larını dinlerken çok ağladı, duygulanarak şöyle dua etti; Yarabbi! Oğullarımı Hafız yapamadım, bana hafız damatlar nasib et dedi. Duası kabul olmuş ki 14 sene sonra Mükerrem efendi bir vasıta ile Fenerli Hamdi efendinin kızı Hafize Hanım ile evlendi.

14 yaşında Fatih Medresesinde fıkıh tahsiline başladı. Bu arada Beşiktaş'taki Yıldız Camisinin hocası hattat Nuri Efendi'den (Tülun Korman'ın babası) o zamanın en geçerli mesleği olan Hat dersi almaya başladı. Kısa zamanda büyük Hattatlar gibi yazı yazmaya başladı. Hocası bir gün ona; çok güzel yazıyorsun ama bundan ekmek yemeyi umma çünkü bir zaman sonra yazılar kalkacak diyerek 35 sene sonraki harf inkılâbını ona bildirmiş oldu. (Mükerrem efendi Nuri Efendi için kalp gözü açık bir evliya idi derdi) Bütün eğitimlerini bitirdikten sonra 17 yaşında Akbaba Sultan Camii'ne imam olarak atandı.

Kurtuluş savaşında Anadolu'ya asker ve cephane aktarılmasında büyük yararlık gösterdiği için İstiklal Madalyası ile onurlandırıldı. Tüm yaşamı boyunca kazandığı madalyaya layık oldu, daima ilerici düşüncelerini korudu ve Mustafa Kemal devrimlerine sadık yaşadı. Özellikle Cumhuriyet bayramlarını belki bugün yaşanmayan bir coşku ile kutladı, yetişebildiği her yerde kutlanmasına katkıda bulundu.

II. Dünya savaşı sırasında camisinin cephanelik haline getirilmesinden sonra bahçesinde çitten bir minare yaptı, eski tekke binasını cami haline getirdi. Ülke çıkarlarına zarar vermeden görevlerini yerine getirdi.

1960 yılında hastalanarak evinde yaşama veda etti.

Başa dönüş için tıklayınız


Abdülhakim efendi ve Mükerrem YAVRUTÜRK'ün
İSTANBUL KÜLTÜR VE SANAT ANSİKLOPEDİSİ' nden alınan yaşam öyküleri

Ahmed (Mansur) Mükerrem Efendi'in babası Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Efendi, Sultan II. Abdülhamid devrinde Buhara' dan İstanbul'a gelir. O sırada Istanbul'da Merkez Kuman-danı olan Buhara'lı Abdülkadir Paşa'nın delaleti ile Padişaha münhal bir tekke için başvurulur. Ve Nakşibendiyye'den olan Akbaba Köyü Tekkesi münhal bulunduğundan meşihati Buhara'dan gelen bu Şeyh efendiye tevcih edilir. Eski tekke çok harap bir durumda olduğundan. Abdülhakim Efendi kendi teşebbüsü ve Abdülkadir Pasanın da yardımı ile yeni bir ahşap tekke binası yaptırır ve yanına da iki odalı şeyh meşrütasını ilave eder. Tekke ile meşrüta tek kat üzerine ve aynı sakıf altındadır. Yalnızca kapıları ayrıdır. Meşrütaya sokaktaki kapıdan, dergaha da bahçe tarafındaki kapıdan girilir. II. Dünya Savaşı'nda Canfeda Hatun Camii cephanelik olarak işgal edildiğinde tekkenin tevhidhanesi köyün mescidi olarak kullanılmıştır. O sıralarda, bahçeyi çevreleyen çit duvarın bitişiğine şimdi mevcut olmayan çubuktan küçük bir minare yapılmıştır.

Halen tekkenin tevhidhanesi çok haraptır. Mihrap nişinin tam karşısındaki duvarda yer alan pencereden içeriye bakılırsa, tavanın yarı yarıya çökmüş olduğu ve sol taraftaki duvarda iki pencerenin mevcut bulunduğu görülür. Tevhidhane mekanı oldukça küçüktür. Şeyh meşrütasının dergahın önündeki sundurmaya açılan ikinci bir kapısı daha vardır. Dergahın gerisinde genişçe bir bahçe mevcut olup burası ceviz, kestane ve elma ağaçları ile doludur.

Buhara'lı Abdülhakim Efendi'nin ve kızı İsmet Hanım'ın mezar taşları, Canfeda Hatun Camii'nin haziresinde ve yanyana durmaktadır:

"Cennete can attı Abdülhakim Efendi" 1306
"Firdevsi bu Hadice İsmet makam kıldı" 1325

Abdülhakim Efendi'nin oğlu Hafız, Ahmed (Mansur) Mükerrem Efendi'nin Canfeda Camii'nde 61 sene imamlık yaptığı belirtilmektedir. İstiklal Madalyası'nın da sahibi bulunan Mükerrem Efendi (ölm.1960) zevcesi ile bir-likte cami haziresinde babasının hemen altındaki taşsız kabirde yatmaktadır. Bu zatın 4'ü kız 6'sı erkek olmak üzere 10 çocuğu olmuştur. Eşi Hafize hanım 1965 yılında vefat etmiştir.

Mükerrem efendinin erkek kardeşi Ekrem efendi 1954 yılında Afyon'da vefat etmiştir.

Başa dönüş için tıklayınız

Ağababamdan Anılarımız

 

DAMADI İBRAHİM BÜYÜKSAYAR'IN ANILARINDA KAYINBABASI MÜKERREM YAVRUTÜRK


ZEKASI HAKKINDA

Eşim Sadiye ile evlendiğimiz 1949 yılının bir gününde annem, babam, ve biz Akbaba'ya yemeğe gitmiştik. Kızılcığın altında oturuyorduk. Vakit öğlen namazından sonraydı. Babam eve girdi. Birkaç dakika sonra oda kapısını omzuna almış, kızılcığın altına geldi ve kapıyı ağaca dayadı. Tekrar gitti, bir kapı daha sökmüş onu da getirdi. Tekrar gitti, bir kapı daha sökmüş onu da getirdi. Ben bu manzarayı gördüğümde hiçbir anlam veremedim. Tekrar içeri girdiğinde dört adet sandık getirdi, her kapının altına iki sandık koyarak bunları yemek masası haline getirdi ve üstlerine beyaz çarşaf koyarak bir yemek masası meydana getirdi. Bu beni çok duygulandırdı. Ben kendi adıma kapıları söküp yemek masası yapacağım aklıma gelmezdi.

MERAKI VE HAFIZASI HAKKINDA

1 Mayıs 1953 senesi sabaha karşı teyzen sancılanmaya başladı. Bir gün evvelde babam, annem, Sadiye ve ben Anadolu Feneri'ne gitmiştik. Orada çok yemek yedik. Ben teyzene "Çok yemek yedin, ondan sancılanıyorsun!" dedim. Sonra anlaşıldı ki çekilen sancı, doğum sancısıymış. Hemen köyün ebesine koştular. Onu da yanımıza alarak, anneannen, Babam, ebeanne ve eşimle beraber arabama bindik. O zaman Tekkede oturuyorduk, ve arabayı da yeni almıştım. Ben marşa basıp hareket ettiğimiz o heyecanlı anda Babam hemen saatine bakmış, ve Zeynep Kâmil Hastanesi'ne geldiğimizde babam bana sordu: "Akbaba'dan buraya kaç dakikada geldik biliyor musun?" dedi. Ben "bilmiyorum" dedim. O heyecanla saate bakmak aklıma bile gelmedi, ve kendileri bana 20 dakikada hastanenin kapısına geldiğimizi söyledi. Bu heyecanda saate bakmak her ferdin harcı olmayacağını zannediyorum.
Sabaha karşı ezan okunurken Orhan dünyaya geldi.

TARİHİ BİLGİSİ HAKKINDA

Sofular'da otururken öğlen namazını kılmak için Aksaray'daki Murat Paşa Camii'ne gitmemizi istedi. Camii avlusuna girdiğimizde ağaçların birine asılmış şöyle bir yazı vardı: "Bu caminin inşaatında Fatih Sultan Mehmet buradan nezaret etmiştir." Levhayı görünce bana hitaben: "Bu levhada yanlışlık var, çünkü Fatih Sultan Mehmet, Murat Paşa ile aynı devirde yaşamamışlardır" dedi. Babamın vefatından sonra bir ramazan teravih namazından sonra camiden çıkarken cemaate caminin tarihçesi hakkında kitapçıklar dağıtıyorlardı. Ben o kitabı okuduğumda rahmetli Babamın "Bu levha yanlış! Dediğinin sırrını çözdüm. O camii kuyucu Murat Paşa değil, Fatih Sultan Mehmet hazretlerinin çok sevdiği vezirlerinden Murat Paşa'nın adına yaptırdığını öğrendim.

KÖYLÜSÜNE OLAN SEVGİSİ

Rahmetli çay müptelası idi. Her yemekten sonra çok demli şekersiz çay içerdi. Bunun yanında aşağı mahalledeki Akbaba'nın tek kahvecisi Mahmut Efendi vardı. Sık sık evdeki çayını içtikten sonra o kahveye çay içmeye giderdi. Kendisine sordular: "Evde çay içiyorsun, birde kahveye çay içmeye gidiyorsun! Bu nedir?" dediler. Verdiği cevap çok enteresan : "Bu adamcağız bu köye kahve açmış, bu kahveye ne İstanbul'dan ne Beykoz'dan müşteri gelmez. Bunu köyde yaşatacak olan bizleriz. Ben gitmeyeyim, sen gitme, bu köylü gitmesin. Bu adamcağız çocuğunu nasıl geçindirecek?" dedi.

AHBAB VE YAKINLARINA DÜŞKÜNLÜĞÜ

Ben yeni bir motosiklet almıştım. Bana "Ömerli'ye gider misin?" dedi. Ömerli'de gittiğimiz zat anneannenin süt kardeşinin oğlu imiş. Yolda giderken normal bir süratle bir ara yola döktükleri kuma daldık. Ve motosikleti yolun bombesinden ortaya çekemedim. Çünkü motor kayıyordu. Her iki tarafımız yol seviyesinde tarlaydı. Kendisine bağırdım. "Baba bana tutun! Tarlaya gireceğim" dedim ve tarlaya girdim. Bana sordu "Niye tarlaya girdin? dedi. Kendisine izah ettim: Yola kum dökmüşler, motor sağa doğru kumda kayıyordu, onun için tarlaya girdim" dedim. Ve yine motora binerek Ömerli'ye gittik.

HERKESE İKRAM MERAKI

Bir gün öğlen yemeğinden sonra bana: "İncir toplamaya gider misin?" dedi. Bende "peki" dedim. Sepet aldı, evden camiye çıkarken sağdaki incir ağacının yanına gittik. Kendisi ağaca çıktı, aradan bir kaç dakika geçti. Kırılan bir dal sesiyle takriben üç metre mesafe vardı. Oradan aşağı düştü. Hemen eve koştum, haber verdim. Ağacın altına geldik. Kendisini yatağına götürdük. Şu anda evde kimler olduğunu hatırlamıyorum. Çok üzülmüştük. Bir müddet sonra "Bana ne oldu? Ben niye yatıyorum?" dedi. Ve sonra yavaş yavaş kendine geldi. Allah tarafından hiçbir şey olmadı. Ve daha sonra incir ağacından düştüğünü hatırladı.

OTORİTESİ SAYESİNDE YARATTIĞI AHENK

Hiçbir ailede olduğunu zannetmiyorum, namaz dönüşü her camiden gelişte yemek sofrası sabah, öğle, akşam hazırdır. Ve ben kendilerine damat olduğum müddet içinde, sofranın hazır olmadığına rastlamadım. Bunun yanında yemekte bir kişinin dahi eksik olduğunu görmedim. Bunun yanında ramazanda her sahur yemeği taze pişmiş olarak sofraya gelirdi.

İNSAN HAKLARINA SAYGISI VE DÜŞKÜNLÜĞÜ

Ailenin emektar eşeği Mintek ölmüştü. Bunu caminin önündeki bir araziye gömeceklerdi. Minteğin mezarı kazıldı. İş Minteği oraya çekmekti. Rahmetli düşündü bitişik komşuları Muzaffer'in atı ile Minteği oraya çekeceklerdi. Muzaffer'e söylediler, memnuniyetle bu görevi yerine getirdi. Ancak bunun karşılığı ücretini Muzaffer şiddetle almak istemedi. Bu sefer annemi akşam yemekten sonra alarak Muzaffer'in evine gittiler. Şu anda miktarını bilmediğim el emeğini Muzaffer'e kendisini ikna ederek verdiler.

HAYAT ARKADAŞINA OLAN SAYGISI

Sofular'da bize gelmişlerdi. Bana "Uçakla Bursa'ya gidelim mi?" dedi. O zaman Yeşilköy Bursa arasında uçak seferleri vardı. Bende sevindim, çünkü o zamana kadar uçağa binmemiştim. Peki dedik ve gideceğimiz günü kararlaştırdık. Ne yazık ki annem şiddetle bu yolculuğa karşı çıktı. Tabi bunun sebebi uçak düşme korkusu idi. Ve anneannene hiç itiraz etmedi ve bu uçak sevgisi de orada kapandı gitti.

VASİYETİ

Hayatta iken şöyle vasiyet etmişti. "Öldüğümde benim ezanımı Dereseki'li Mahmut Efendi okusun! Halbuki bir tane hafız damadı, iki tane oğlu olduğu halde Mahmut Efendiye bu işi havale etmesi, kendisini çok sevdiğini gösteriyor. Ancak, ikinci bir vasiyeti de ezanı okuduktan sonra Mahmut Efendiye yevmiyesinin verilmesi. Bu hadise insan haklarından ne kadar korktuğunun göstergesidir. Ve burada Mahmut Efendiye yevmiye verilmek istendiği zaman şiddetle reddetmiş. Ancak kendisine bu merhumun vasiyetidir deyince istemeyerek kabul etmiştir.

AKREP İLE KURBAĞA MİSALİ

Rahmetli babamla yaptığım sohbetlerde kendisinden çok örnek alacağım bilgiler edinmişimdir. Bunlardan en orijinali akreple kurbağa hikayesidir. Akrep bir gün dereden karşıya geçecekmiş, kurbağaya demiş ki: "Beni sırtına alıp karşıya geçirir misin?" Kurbağa hayretle akrebe: "Nasıl olur? Sonra sen beni sokarsın!" demiş. Akrep kurbağaya: "Ben seni hiç sokar mıyım? Sonra ikimiz birden boğuluruz!" bu söze kurbağa inanmış, akrebi sırtına alıp, derede yüzerek karşıya geçmeye başlamış. Tam derenin ortasına geldiklerinde, akrep:" Kurbağa kardeş, ben seni sokacağım" demiş. "Aman! Yapma akrep kardeş, sonra boğuluruz!" demiş. Akrep, kurbağaya: "Ne yapayım! Bu benim hilkatim, sokmadan duramıyorum" demiş. Ve kurbağayı sokarak ikisi de suya gömülüp gitmişler. İşte bu olay insan karakterlerini gösteren temsili bir şeydir. Rahmetli bana daha anlatmış olduğu birçok olayları hep böyle muhtelif misallerle anlatmıştır. Ve bana demiştir ki: "İşte bazı insanlar da bu hayvanlar gibi iyi veya kötü huylarından vazgeçemezler."

Başa dönüş için tıklayınız

 

Osman AKBAŞAK'tan

Ahşap bir köy evi, yıl 1956 olmalı, zira kardeşim Sinan Salıncakta uyutulacak yaşta. Ben de en çok 3 - 3,5 yaşlarındayım. Duvardaki kancalara asılan bir salıncak ve içinde kardeşim. Ak sakallı bir dede ninni söylüyor, ama bu bilinen bir ninni değil bu. Bir marş, yumuşak, akıcı, sevgi dolu, kulakları dolduran.

Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk askeri, Türk askeri sayende
Sakarya'da kurtuldu şen ocağım
Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir Kemal'im
Ol sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbim yasla dolmasın

Bu marşı uzun süre hiç kimseden duymadım, ta ki ortaokul ikinci sınıfa kadar. Müzik dersindeydik, öğretmenimiz "size eski bir marş öğreteceğim" dedi, bu marşı söylemeye başladı. Sınıfta marşı bilen tek öğrenciydim. Doğru olup olmadığını bilmeden bağıra çağıra söylemeye başladım, herkes susmuş bana bakıyordu, öğretmenim bile. Son dört satırı söylemeye başladığımda öğretmenim, işaret etti, sustum. Neden durdurduğunu anlamadım. Atatürk'ün ölümünden sonra son dört satırın söylenmediğini o zaman öğrendim. Ağababamın marşını tek bilen olmanın gururunu büyük bir zevkle taşıdım.

İlkokula başladığım yıl, 1959. 13 Ekimde kardeşim Süphan doğdu. Okul eylül ayında açıldıysa ben de birinci sınıfın ikinci ayındayım. Teneffüse çıkmıştık, bahçede koşturup duruyorduk. Okulun demir kapılarının önünde gördüm, ağababamı. Niye gelmişti acaba, koşarak yanına gittim. "Bir kardeşin oldu" dedi. Sevinmiş olmalıyım, herhalde sarılıp öpmüşümdür. Derse girdik, öğretmenim yanıma geldi, gelenin kim olduğunu sordu. Biz dedemize "ağababa" derdik, bu lakabı "dede" den daha çok severdim. Ama nasıl oldu anlamadım, belki herkesin bu deyimi anlamayacağını düşünerek, öğretmenime "dedem geldi, kardeşim doğmuş" dedim, garip bir eziklik duyarak. Öğretmenim bana baktı ve "demek ağababan geldi" dedi. Nasıl kıvrandığımı hâlâ hatırlarım, neden ben "ağababam geldi" demedim diye. Nereden bilecektim öğretmenimin de dedesine ağababa dediğini.

Net olarak hatırladıklarım sanırım bunlardan ibaret. Bundan başka anılarım bölük pörçük.

Kış mevsimiydi, sanırım bir çok torun bahçede kartopu oynuyor yada kardan adam yapıyorduk. Ben minik bir kardan adam yaptım ve kapının hemen girişine koydum, belki de kimse bozmasın diyedir. Bir ara ağababam geldi, galiba kardan adamımı bir şeye benzetemedi, alıp atmaya yeltendi. Ben bir avaza bağırdım: "Ağababa karımı atma". Gülümsedi, peki dedi karını atmıyorum, senin olsun.

Bu anım da bir bahar gününden. Bayram olmalı, bahçe kalabalıktı. Biz torunlar katıldık mı bilmiyorum, büyüklerimiz bir oyun oynuyorlardı. Konserve kutularını belli bir düzenle diziyorlar sonra da sırayla top atarak devirmeye çalışıyorlardı. Bilmiyorum doğru mu hatırlıyorum, adı "kuka" idi. Sonraları düşündüm, o zamanlar henüz ülkemizde olmayan "bowling" oyununun aynısı idi.

Yaz günleri öğle uykusu zorunluluk idi. Bahçeye hasır serilir torunlar balık istifi dizilir ve uyumaya zorlanırdı. Ama kolay mı pırıl pırıl bir havada meyve dolu ağaçlar, oyunlar dururken uyumak. Çoğu zaman uyuyamazdık. Bir seferinde yavaş yavaş kaçamak yapmaya niyetlendik, önce Mehmet kalktı hafiften, dolaşmaya başladı. Tam o sırada dayım geldi: "Mehmet niye kalktın, ne arıyorsun ?" Mehmet'ten yanıt hemen geldi: "Uykum kaçtı onu arıyorum". Buraya kadar hatırlıyorum da sonrası yok. Dayım gülüp geçti mi yoksa kovalamaya mı başladı bilmiyorum.

Tek katlı evin arka tarafında kümesler vardı. Kümeslerin çatısı eski saçlardan belki de tenekelerden yapılmış olmalı. Hatırlayamıyorum bir oyun için o tenekelere ihtiyacımız oldu. Sökmeye çalışırken birden parmağımın kesildiğini fark ettim. Sol elimin orta parmağı kemiğe kadar kesilmişti. Ben bir avaza koşarak annemin babamın yanına geldim. Sonrasını hatırlamıyorum, galiba hem azar işittim hem ağlamaya devam ettim. Nasıl tedavi edildi bilmiyorum, ama parmağımdaki iz hala duruyor.

Aslında daha çok şey var, ama artık sadece birer fotoğraf karesi kadar. Büyük kızılcık ağacı, altındaki tahta kerevetler. Bahçenin yukarısında caminin hemen altındaki havuz. Mutfakta toprağa gömülü su küpü. Evin arkasında bahçede maydanozlar ve başka yeşillikler.

Ve çocukluğum, hiç unutmak istemediğim ama hızla gerilerde kalan çocukluğum.

Hoşçakalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Başa dönüş için tıklayınız

 

Şükran KUZU'dan


İnsan hayatında öyle dersler vardır ki, bazen onları anlatmaya kelimeler yetmez. O aldığımız dersler bizlere hayatımızın her döneminde bir ışık, bir rehber olur. Benim de ağababamla unutamadığım bir anım var. 4-5 yaşlarında idim. Şirin köyümüz Akbaba'ya gitmiştik. Çeşitli meyve ağaçları, rengarenk çiçeklerin donattığı bahçeyi hayranlıkla dolaşıyordum. Ağababam yanıma gelip beni kucağına aldı. Bana "oh cicim, elmasım, şu fındık ağaçlarının bu taraftaki dalları bizim, istediğiniz kadar koparıp yiyin, ama öbür taraftaki dalları çekmeyin. Onlar komşumuz müezzin amcaların" dedi. Ben de "Ama ağaç bizim bahçede, niçin o dallar onların" dedim. O zaman ağababam saçlarımı okşayarak, "çünkü komşu hakkı, göz hakkı var, Allah'ın verdiği nimetleri paylaşmalıyız dedi.

Şu anda elliüç yaşındayım. Aldığım dersin ışığında evimizin bahçesine kara üzüm asması ve mürdüm eriği ağacı diktim. Kökleri bizim bahçede, dalları komşularımızda. Meyvelerimizi, sevgimizi, dostluğumuzu paylaşmak için.

Artık ne o kırmızı fındık ağaçları, ne de köyümüzdeki o şirin bahçemiz kaldı, hepsi bitti. Dostluğu, sevgiyi, güzellikleri, iyilikleri paylaşmanın bitmemesi dileğiyle . . .

Başa dönüş için tıklayınız

 

Rabia YAVRUTÜRK'ten

Ben yanlarında doğan ilk torun olduğumdan, dünyaya gelişim, zaten çok çocuk seven dedem için, büyük bir sevinç ve neş'e kaynağı olmuş. Adımı da tek kadın evliya olan "Rabia Hatun'dan esinlenerek kendisi koymuş. Sevgisi o kadar büyükmüş ki, içine sokarcasına kundağımı yeleğinin içine sokar, üzerine düğmelerini ilikler, beni öyle gezdirirmiş. Gül tarlalarında gül toplanırken uzun gül sepetlerinin içine beni yatırır, dışarıda sadece başım kalana dek güllerin içine gömermiş. Daha sonra da kucağında, başında, sırtında beni ve diğer torunlarını çok taşıdı .Bizlere ninni yerine "Hürmet sana ey şan dolu sancağım" marşını söyleyerek çok uyuttu.

Benden sonra peş peşe torunlar geldi. Özellikle bayramlarda boy boy 10'un üzerinde çocuk aynı evde toplanır, alt kat, üst kat, merdivenlerde, bahçelerde çığlık çığlığa koşup oynamamız ona hep kuş cıvıltılarının mutluluğunu ve sevincini verdi.

Hatırladığım kadarıyla gönlü güzel, fikri güzel, dili güzel, eli güzel bir insandı. İyi bir evlat, iyi bir aile reisi, iyi bir milliyetçi, iyi bir din adamı, iyi bir dost, saygıdeğer ve örnek bir insandı.

Küçük yaşta babasını kaybettiğinden büyük sorumluluklar yüklenmişti. Önceleri yanlarında olan ağabeyi (M. Selahattin Ekrem) daha sonra İstanbul'a gidip, iş hayatına atılınca annesinin ve kız kardeşlerinin sorumluluğunu o yüklenmiş. Annesi Sadiye Hanım otoriter bir Çerkez kadınıymış. Dedem bazı asi evlatların aksine annesine her zaman büyük bir saygı ve sevgi duyar, Peygamberimiz Hz.Muhammet'in (S.A.) "Cennet Annelerin ayağı altındadır" hadisini tamamen benimsemiş bir evlatmış. Annesinin ileriki yaşlarında "Alzheimer" hastalığına yakalandığında bile, bir dakikası diğer dakikasını tutmayan isteklerini, bütün maddi ve manevi sıkıntılara rağmen karşılamaya çalıştığını büyüklerimizden dinlerdik. Bir gün babaanneme "Ben anneme bakmağa mecburum ama sen değilsin. İstersen bir kadın bulup baktıralım. Eğer bakalım diyorsan hakkını helal et" demiş." Çok çalışkan bir insandı. Yataklara düşüp vefat edene kadar hem camide, hem tarlalarda çalıştı. Elinden her iş gelirdi. Ülkenin gerek I. gerek II. Dünya savaşındaki sıkıntı ve yokluk yıllarını yaşamış, eş, çok çocuk, anne, kız kardeşlerle karın doyurmak için çok mücadele vermişti. Çok becerikli oluşu dolayısıyla hayatlarını idame ettirebilmişlerdi.

Sebzesini, meyvesini yetiştirir, inek, tavuk besler, marangozluktan, ayakkabı tamirine kadar her işi yapardı. Allah ona bu işlerinde kendisine destek olan, becerikli çalışkan, sabırlı mükemmel bir eş vermişti. Tarlalar her mevsim ekilir, bahçede her meyvenin ağacı bulunurdu.

Kar kalktığında toprak kazılır, önce kabak, salatalık arkasından İstanbul'un ünlü Ayşe kadın fasulyesi ekilir. Bu arada patlıcan biber ve domates fideleri yetiştirilir. Sonra onlar ve kavun, karpuz ekilirdi. Haziranda gül tarlalarındaki reçellik güller açardı. Bazen sabah, bazen akşam kafalarından kırılarak toplanır, İstanbul'dan gelen alıcılara verilirdi. Ayrıca evlerde gül reçelleri yapılır, bir kısmı da şişelere konup, güneşe asılarak gül şurubu yapılır. Yaz boyunca gelen misafirlere ikram edilirdi. Biz çocuklar da ellerimize sepetleri alır, mis gibi kokan tarlalara girip gül toplardık. Akşam dedem köprünün başında bize toplama paramızı verirdi. Hiç kimsenin hakkı geçmesin isterdi.

Ayrıca ne kadar maddi sıkıntı olursa olsun bayramlarda el öpen çocuklara mutlaka para verilirdi. Günlerce önceden paralar, mendiller hazırlanırdı. Köyün imamı olduğundan bütün çocuklar gelir, el öper, harçlıklarını alırlardı. Bir bayram günü kalabalıkta bir karışıklık olmuş ve 2 çocuğa harçlık verilmediği sonradan fark edilmiş. Bunun üzerine babaannem, neredeyse 1 km. ilerideki çocukların evlerine gidip özür dileyerek çocukların harçlığını vermiş. Bunu şimdi kendileri büyükanne olan çocuklar bizi her gördüğünde halâ anlatır.

Bizim oynadığımız bahçeler avlu ile çevriliydi. Bir şey yiyeceksek mutlaka o avlunun içinde yerdik. Sokakta, başka çocukların göreceği şekilde bir şey yememiz dedem tarafından yasaklanmıştı. "Canı isteyip de alamayan olur, günah olur, korkusuyla bize böyle bir disiplin koymuştu. Hala bunu şuur altında hisseder, orta yerde bir şey yemeğe çekinir veya paylaşırız.

Elinin değdiği her yer güzelleşirdi. Tarlalara sebze ekimi bittikten sonra etraflarına rengarenk çiçekler dikilirdi. Her taraf usta bir ressamın elinden çıkmış harikulâde bir tablo gibiydi. Bahçelerin her köşesinde ayrı güzellikte bir çardak vardı. Günün çeşitli saatlerinde oralarda oturulur, yemek yenir veya çay içilirdi. Bazen de yakın köylere pikniğe gidilirdi. Ailenin cefakâr ve vefakâr merkebî "Mintek" ile bu seyahatler yapılırdı.

Köyün baş öğretmeni Muallim Bey ile çok iyi arkadaş idiler. Ailece görüşürler, bu pikniklere de eşleri ve çocukları ile beraber giderlermiş. Çok güzel bir öğretmen imam dayanışması sergilermiş. Çocukları da birlikte büyümüşlerdi.

Dedem sayılan sevilen birisiydi. İstanbul'da ziyaretine gelen hatırlı dostları vardı. Özellikle yazın Pazar günleri mutlaka misafir olurdu. Pazar sabahları erkenden kalkılır. Evin çiçek cenneti gibi bahçesindeki kızılcık ağacının altı sulanır, süpürülür. Kanepelerine minderler atılır. Ortadaki masaya beyaz örtü serilir, üzerine vazoda çiçekler konulurdu. Öğle yemeğine doğru misafirler gelirdi. Bunların arasında Bebek'ten eski dostlar, hakimler, ses sanatçısı Tulin Korman ve ailesi olurdu. Bir keresinde onlarla saz sanatçısı Sadi Işılay'da gelmiş ve o kızılcık ağacının altında keman çalmıştı. Akşama kadar yenilir içilir, sohbet edilir, bahçeler gezilirdi. Akşam giderken misafirlere sebze kolileri ve çiçek buketleri hazırlanır, kimse eli boş gönderilmezdi. Birde benim önceleri bir akraba sandığım Nebile Hanım vardı. Arada bir gelir, bir kaç gün kalırdı. Dedemle dinden, politikadan, edebiyattan sohbet ederlerdi. Hem aydın, hem dindar, hem otoriter tipik bir Osmanlı hanımıydı. Babası Osmanlı Devleti'nde II. Abdülhamit zamanında sular nazırıymış. Bir gün padişah kızmış cezalandırılmasını istemis,ş. Dostu Buharalı Abdülkadir Paşa'ya koşmuş, çoluğu çocuğu olduğunu kendisine yardım etmesini istemiş. Abdülkadir Paşa'da "Ben seni Akbaba Tekkesi Şeyhi Abdülhakim Efendi'ye göndereyim, o seni saklasın" demiş. O zaman padişahın cezalandırılmasının istediği kişiyi saklamak büyük bir cesaret ve bir o kadar da suç. Ancak büyük dedemiz Abdülhakim efendi bunu göze alarak sular nazırını bir süre saklıyor. Padişah öfkesi geçince kendisini affediyor ve çağırıyor. Ama sular nazırı Abdülhakim efendinin bu iyiliğini hiç unutmuyor. Her yaz çocukları ile gelip bir süre onlarda kalıyor. O zaman aynı yaşlarda olan Nebile ile dedem Mansur Mükerrem'de böylece arkadaş oluyor ve ölene kadar bu dostlukları devam ediyor. Öyle ki, Nebile Hanım Beşiktaş'ta oturmasına ve aile kabristanları da oralarda olmasına rağmen; vasiyeti üzerine Akbaba Camisi mezarlığına ve Yavrutürk Ailesi kabristanının yanına defnediliyor.

Yaz sonlarına doğru dedem ile babaannemin kış hazırlıkları başlardı. Sebzelerden turşular, domateslerden salçalar, meyvelerden reçel ve marmelatlar, üzümlerden pestil yapılırdı. Kestaneler fırınlanır, cevizler, ıhlamurlar kurutulur, elma ve ayvalar eğrelti otlarının arasına üst odaya serilirdi. Yokluk yıllarında, kalabalık bir nüfusla kimseye muhtaç olmadan böyle yaşanılmıştı.

Dedemin özel zevkleri de vardı. Fincanda seylan çayı içerken her taraf mis gibi çay kokarı. Mutlaka bir gazete alırdı. Burhan Felek'i okurken kahkahalarla gülerdi. Okuduklarından notlar aldığı, zaman zaman da bir şeyler yazdığı bir defteri vardı. Okumayı sever, ilime, bilime inanırdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında köyde okul 3.sınıfa kadarmış. 4. ve 5. sınıflar 4 km. ilerideki Beykoz'daymış. İstanbul'un ağır kış şartlarında kar ve yağmur altında kız çocukları da dahil, ellerinde sefer tasları ile yürüyerek çocuklarını bu okula gönderirmiş. Atatürk'ü ve Cumhuriyeti çok sevmiş. Bütün devrimleri uygulamış. Mustafa Kemal, soyadı kanunu çıktığında Atatürk soyadını alınca dedem "O bizim Atamız, biz onun yavrularıyız. O zaman bizim de soyadımız Yavrutürk olsun" demiş. Her yıl Cumhuriyet bayramının büyük bir özenle kutlanmasını köyde organize ederdi.

Köyde dargınları barıştırır, ihtiyacı olanların yardımına koşar. Özellikle hasta ziyaretlerini ve düğünleri ihmal etmezdi. Bilgili ve aydın bir din adamıydı. Ramazan geceleri cami dolar taşardı. Babaannem beni de götürürdü. Kadınlar kısmının kafesinden dedemi seyrederdim. Güçlü sesi, zarif hareketleriyle şiir gibi ahenkli teravih namazı kıldırırdı.

Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayıp, soğuk bir sonbahar gününde aramızdan ayrıldığında ben 11 yaşındaydım. Tanıdığım ve dinlediğim kadarıyla dedem; yaşadığı toplumda sorumluluğunu bilen, insancıl, sayılan, sevilen örnek bir insandı. Gerçek makamın gönüllerde olduğuna inanırdı.

Zor yıllarda, zor şartlarda, büyük bir sabırla, kimseye boyun eğmeden, hiç halinden şikayet etmeden hep vererek ama kimseden bir şey beklemeden; onurlu ve saygın yaşamış bir bireydi. Mekânı Cennet olsun.

Başa dönüş için tıklayınız

 

Mehmet YAVRUTÜRK'ten

Ağababamla birlikte aynı avlu içinde geçirdiğim, 8 yılın en az 4-5 yılıyla ilgili anılar vardı. Ama belleğimi ne kadar zorlasam da, özel bir anı bulamıyordum. Ağababamla ilgili hatırlayıp söyleyebileceklerim, birçok kişinin hatırlayıp söyleyebileceği şeylerdi. Hiçbiri bana özel değildi!

Peki bu herkesin hatırlayıp söyleyebileceği özellikleri neydi Ağababamın? İlk aklıma gelen, sebebi ve kaynağı belirsiz, saygıya dayalı hakim otoritesiydi. Evet! Ağababamın sert bir aile reisi olduğu söylenirdi. Ama biz torunları, bırakın sertliğini, bağırıp azarlamasını, kaşlarını çattığını bile görmemiştik. (Üstelik ben başkalarına karşıda böyle bir tavrını hiç hatırlamıyorum.) Çok güldüğüne de tanık olmadığımız gibi! Bu otorite konusunda bir çok kişi bir çok şey söylemiştir; onun için fazla tekrara girmede, iki detay vermekle yetineceğim. O zamanlar bahçelerde her türlü meyve ibadullahtı. Ama her meyvenin yeneceği bir tarih vardı. Örneğin fındık! Dalları yere de yığılsa, fındıkları kılıflarından patır patır da dökülse, kimse bir tane yiyemezdi. Ta ki 15 temmuza kadar! 15 temmuzda Ağababam fındıkların birinden bir tane yer,ondan sonra isteyen çatlayana kadar yiyebilirdi. Belirli tarihleri olmak üzere, bu disiplin kiraz, elma, incir vs. içinde geçerliydi.(Disiplinin yanı sıra nefis terbiyesi, meyvelerin olgunlaşıp kıvama gelmesi de caba!) Haa! Ağababam yemeden yesek ne olurdu? Bilemiyorum! Hiçbir zamanda bilemeyeceğim. Çünkü hiç denemedim, deneyeni de görmedim. İste saygıya dayalı otorite!

Bir başka örnek de, otoritenin ne olduğunu en iyi bilenlerden biri olan, Türkiye'nin ilk komando subayı Ereğli komando okulunun kurucusu bir süre önce kaybettiğimiz, Emekli Albay Rahmetli Şecaattin Özkönü'nün bana naklettiği şu anı: "Eskiden köye gazeteler iki üç günlük gecikmeyle gelir, kahveye bırakılırdı. Bu gazeteleri öyle herkes alıp okuyamazdı. O gazeteleri okumak Ağababanızın (O, dedeniz diyordu) uhdesinde olan bir işti. Gazeteler geldiğinde kendisine haber gönderilir, o da işini bırakır gelirdi. Ağababan geldiğinde oyun oynayanlar oyunlarını, konuşanlar sohbetlerini keserdi. Kendisi önce çayını veya kahvesini söyler, sonra gazeteleri sırayla kendi uygun gördüğü bölümlerinden okurdu. Herkes de sessizce ve dikkatle dinlerdi. Gazeteler bitince çayının-kahvesinin parasını bırakır giderdi. Hiçbir zaman, hiçbir kimsenin çay-kahve ısmarlamasına izin vermez, böyle bir şeyi asla kabul etmezdi. Kahvelerin kısmen de olsa kıraathane olduğu dönemlerden bir saygın otorite örneği daha!

Ağababamın çalışkanlığı ve çalışma gücüne gelince; Bir dönem Anadolu feneri, Kabakoz'da bahçe yapar. Sabah namazından sonra sevimli Mintek'ine binip (Mintek'i bilerek özel isimmiş gibi yazıyorum. Çünkü o sıradan bir eşşek değil, çok özel bir merkep, hatta can yoldaşıydı) 10 km.'lik yol gidip, bahçede çalışır, öğleye doğru yine 10 km. yol tepip, öğlen namazına yetişirmiş. Akbaba'daki bahçenin (öteki bahçe) bir kısmının ortasından geçen dere, bir sene, sel şeklinde akıp, tarlayı ortasından boylu boyunca yarar. Bunun üzerine Ağababam'la, Babaannem, tarlanın kenarında aşağı yukarı 100 mt.lik bir dere yatağı (derenin şimdi de aktığı yer) kazarlar. Bunun ne zor iş olduğunu en iyi bilenlerdenim. Çünkü geçen yıl (2002) o derenin 15 mt.lik bölümünü temizledim. Sadece temizledim! Adım atacak halim kalmadı, bardakta ki suyu kamışla içecek hale geldim. Ama Ağababam 100 mt.lik dere yatağını sıradan bir işmiş gibi kazabiliyor! İnanılır gibi değil.

O zaman bahçeler, dağdan, dereye doğru eğimli bir biçimdeymiş. Ağababam tonlarca toprağı kazıp aktararak, bahçeyi bugünkü dümdüz hale getirmiş. Hem de bütün bunları asli görevini hiç aksatmadan yaparmış.

Ağababamın Dini ve Milli hasletlerine gelince; Ne mütedeyyin bir kişi olduğunu anlatmaya kalkmak abesle iştigal olur. Yine de bir örnek vereyim; Bugün sokak aralarında, cadde kenarlarında, meydanlarda mide bulandıran, kanlı bir rezalete dönen Kurban Bayramından; Ağababam kurbanda keçilikten özel olarak burma keçi alır keserdi. Bu kesim işi dini bir vecibenin yerine getirildiği her anında hissedilen, mistik bir havada yapılırdı. Öyle ki, kendinizi, baştan sona, toplu bir ibadet ortamında sanırdınız. İbret alacak olana, örnek bir davranış daha!

Ağababam için sadece Dini Bayramlar değil, Milli Bayramlar da çok önemliydi. Özellikle Cumhuriyet Bayramı! Nasıl olsa ayrıntılı değinenler olmuştur. Ben teyit babından bir iki şey söyleyeyim. Bayram arifesinde Ağababam, Mintek'i alır dağa gider. Bir süre sonra Mintek, üstündeki defnelerin altında kaybolmuş, adeta bir defne yığını halinde gelirdi. Hemen yola bir tak kurulur, grafon kağıtları, bayraklar, renkli, renksiz ampullerle tak süslenirdi. Bütün bunlar büyük bir şevkle yapılırdı. İşgali, esareti, memleket kaybetmenin, kaybedilen memleketi geri almak için neleri göze almak gerektiğini çıplak ustura ağzında yaşamanın ne demek olduğunu en iyi bilenlerdendi. Onun içindir ki, Ondaki Memleket sevdası, Cumhuriyet bilinci, anlatılabilir bir şey değildi. Bugün Müslümanlıkta onun eline su dökelmeyecek olanların, güya Müslümanlık adına yaptıkları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığını görse, lânetlerdi!

Ondaki Memleket sevdasının, her türlü kişisel ihtiras ve beklentinin ne kadar uzağında olduğuna şu ibretlik olay bir kanıttır: Mustafa Kemal Atatürk (ki Ağababamın aldığı Yavrutürk soyadı, Atatürk'e bir naziredir. O Atatürk'se biz Yavrutürk'üz diye) kendisine "Senin büyük hizmetin geçti. Artık seni Mecliste Mebus olarak görmek istiyorum" deyince, Ağababam "Paşam beni bağışlayın. Biz savaşta makam, mevki için değil. Vatanın kurtuluşu için gayret gösterdik. Vatan sizinde sayenizde kurtuldu. Benim görevim bitti. Bundan sonra benim için en büyük makam, Babam dan kalan minberdir" der. Aynen Kuvay-ı Milliye Destanı'ndaki "Hikâye-i Kâzım" daki gibi; "Dövüştük pîr aşkına / Yaralandık birkaç kere / ve saire / Ve kavga bittiği zaman / Ne çiftlik aldım, ne apartman / Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandık / Kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan"!

Evet bütün bunlar ve benzerleri birçok kişinin çok daha detaylı anlatabileceği şeylerdi. Acaba Benim özel olarak anlatabileceğim bir şey var mıydı? Sonunda anılar cangılında küçücük bir görüntü yakalayabildim; Tahminen 4-5 yaşlarındayım. Ağababam kafesli camın önüne dikdörtgen bir el aynası dayamış, sedire örtü veya gazete sermiş makasla sakallarını düzeltiyor. Bende sedirde oturmuş dikkatle onu izliyorum. Sonunda dayanamayıp soruyorum. "Ağababa sakalların kesiliyorken acımıyor mu?" Ağababam önce işine devam edip "Acımıyor" diyor. Sonra durup bana dönüyor. Benim çocukça sorum, Ona ilginç gelmiş olacak ki gülerek ki öylesine güldüğünü ilk kez görüyorum "Aferin ya" diyor.

Hepsi bu! Ağababamla yaşarken ki hatırladığım bire bir tek anım bu!
Ama bir anım daha var. Neredeyse öldükten kırk yıl sonraya dair. Başlangıçta Ağababamın saygın otoritesinden söz ettim. Bu, sadece itaat edilen değil, güvenilen, sığınılan bir otoriteydi de. Küçük yaşta kaybettiğim bu sığınılası otoritenin. Benim üzerimde ki etkisini yaşım elliye dayandığında bile nasıl sürdürdüğünü gösteren bir anı; Herhalde çok sıkılıp, bunaldığım bir dönemde kendimi bir gece yarısı, arabayı, yukarıki caminin önüne çekmiş buldum. Yanan farların huzmelerin de uçuşan sulu sepken ince bir tipiyi andırıyordu. Farları söndürüp kontağı kapattım. Arabadan indim. Mevsim kış, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Köyün ışıklarının vurduğu, iyice alçalmış gökyüzünde, grinin binbir tonunu taşıyan bulutlar, telaşla bir yerlere koşuşturuyordu. Caminin avlusundan içeri girdim. Sanki, önceden kararlaştırılmış bir randevuya gider gibiydim. Mezarlıktaki ulu ağaçlar, karanlıkta simsiyah gövdeleri ve göğe tırmanan dallarıyla bilim kurgu filmlerindeki ürkütücü yaratıklara benziyordular. Ve ıslıklı uğultular çıkararak, garip bir koreografı sergiliyor gibiydiler. Merdivenleri çıkıp, Ağababamın mezarının ayak ucuna çöktüm. Bu dünyada konuşup, dertleşecek adam bittiğinden (!) Ağababamla dertleşecektim. (Konuştuklarımızın aramızda kalacağından, ser verip sır vermeyeceğinden adım gibi emindim)

Dertleştim de!

Beni dikkatle dinlediğini biliyordum. Anlattıkça anlattım. Anlattıkça rahatlıyor, rahatladıkça anlatıyordum. Öyle ki, yüzümde ki ıslaklığın yağmurdan olup olmamasına aldırmıyordum bile! Sonun da, dışarıdaki onca fırtınaya karşı içim sakinleşip, süt liman olmuş bir şekilde, kalktım. Hatta keyfim de yerine gelmiş olmalı ki, yavaşça "Başınızı ağrıttım, kusura bakmayın. Siz rahatsız olmayın, ben yolu biliyorum" türünden komedyenlik bile yapıp, merdivenlere yöneldim. Merdivenleri inerken, Ağababamın arkamdan gelip, şefkatli bir gülümsemeyle, sırtımı sıvazlayıp, beni uğurladığını hissettim:

Şüphem yoktu ki, ölümünden neredeyse kırk yıl sonra, bir gece yarısı, ayak ucuna gelip, onunla dertleşen torununu, eli boş göndermemiş olmanın huzuruyla, ebedi uykusuna, kaldığı yerden devam edecekti.
Nurlar içinde yatıp, huzur içinde uyusun!

Mehmet YAVRUTÜRK


Başa dönüş için tıklayınız

 

 

Sakarya Marşının ve Bestecisi Cemalettin Çinkılıç'ın öyküsü
www.giritturk.com ............ sayfasından alınmıştır
Ahmet Cemalettin Çinkılıç, tahminen 1889 doğumludur. Girit'in Hanya bölgesinden, Hacı Spata (Kılıç) ile Zeynep Hanım'ın oğludur. Başka kardeşi olup olmadığı bilinmiyor.

Çocukluğuna ait hatırladığı en net tablo, yemyeşil, geniş zeytinlikleri ve babasının kocaman değirmen taşlarıyla ezdiği zeytinlerden akan taze zeytinyağını bir kepçeye doldurarak ona içirdiği idi. 1896 yılından itibaren Rumlar'ın Giritli Müslümanlara karşı giriştikleri katliamlar, mal ve mülklerine karşı yapılan yağma ve tecavüzler, tüm komşuları gibi, A.Cemalettin ve ailesini de köylerini ve mallarını terk ederek kıyılardaki büyük şehirlere sığınmaya mecbur eder. Şehirlere sığınanlar geride tüm mal varlıklarıyla birlikte hayvanlarını ve zeytinyağı gibi çok değerli ürünlerini de bırakırlar. Bu arada, Hacı Spata'nın da Yunanlılar'a karşı direniş sırasında öldüğü anlaşılıyor. Osmanlı Hükümeti, çaresiz ve sefalet içerisinde kalan Girit'li Türk'lere yardım için, okul çağındaki çocukları parasız yatılı okullara gönderme kararı alır. Babasız kalan A.Cemalettin'i yokluk ve Yunanlıların zulmünden kurtarmak isteyen annesi, o zamanlar "Hidiv Valiliği" adı ile tanınan Mısır'a giden çocuklarla birlikte oğlunu da gönderir. O sıralar A.Cemalettin 7 yaşlarındadır. Ama küçücük yüreğinde, babasını öldüren, onun ailesinden, yurdundan ayrılmasına neden olan Yunanlılar'a karşı büyük bir kin beslemektedir. O kin, ölene kadar içinden çıkmamıştır.

Mısır'daki eğitimi sırasında müziğe karşı olan büyük yeteneği açığa çıkan A.Cemalettin, Hidiv'in bando okulunda eğitim görür ve mezun olduğunda Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın saray bandosuna maaşlı olarak katılır. Tüm enstrümanları gayet iyi çalarsa da, üflemeli sazlar, özellikle de trompet / kornet çalmakta ustadır. Hidiv'in sarayında, hiçbir masraf yapmadan, konforlu bir hayat sürer ve aldığı maaş, olduğu gibi cebinde kalır. Bando mensupları olarak tüm işleri, her gün belli bir süre prova yapmak ve önemli günlerde konser vermektir. Yani ekmek elden, su gölden bir hayat sürer.Saraydaki yaşamıyla ilgili olarak anlattığı küçük bir anekdot şöyleydi: Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın çok sevdiği bir papağanı vardır. Bando elemanları prova yaparken, papağan da sürekli bir köşede onları dinler. Hatta bir süre sonra da "Hidiv Marşı"nı ıslıkla çalmayı öğrenir. Ne zaman Hidiv Abbas Hilmi Paşa salona girse, papağan ıslıkla hidiv marşını çalmaya başlar.. Hidiv de bundan çok mutlu olur. Fakat papağan bu! Bando elemanları da 20 - 22 yaşında delikanlılar. Prova aralarında başlarlar papağana küfür öğretmeye. Hayvanın yanında sürekli "El ana buki" (Ananın ...) diye tekrar ederler. Ve bir gün, Hidiv salona girdiğinde, papağan ıslıkla Hidiv marşı çalmak yerine "El Ana buki" diye bağırır! Hidiv olduğu yerde donar ve yaverine "Götürün bu pis hayvanı, bir daha gözüm görmesin!" der. O günden sonra, papağan sadece prova salonunda kalır...

A.Cemalettin, Hidiv'in sarayında Arapça'nın 7 lehçesini, ayrıca İngilizce, Almanca ve İtalyanca öğrenir. Vatanında öğrendiği Rumca ve ana dili Türkçe ile birlikte, 6 dil konuşur. Daha sonra İstanbul'da evlendiği , Yahudi kökenli Öjeni hanım (evlenmeden önce Müslüman olmuş ve Nimet adını almıştır) ailesiyle yahudice konuştuğu için, kendinden gizli şeyler konuşamasın diye o dili de öğrenmiş ve bildiği diller 7'ye çıkmıştır. Yani müzik yeteneğinin yanı sıra müthiş bir dil yeteneğine de sahipti. 1911 yılı geldiğinde A.Cemalettin 22 yaşındadır. Bu arada İtalyanlar Osmanlı Devletine savaş ilan eder ve Trablusgarp savaşı başlar. Osmanlı Yönetimi, Trablusgarp'a kuvvet ve cephane gönderecek durumda değildir. Enver Paşa liderliğinde bir gerilla harekatı başlatılacağını duyan A.Cemalettin, o güne kadar biriktirdiği bir büyük çanta dolusu (ebe çantası gibi diye tarif ederdi) Mısır lirasını alarak saray bandosundan istifa eder ve o parayla kendi komutasında, bedevilerden bir gönüllü birliği toplar (daha sonra anılarını anlatırken - o parayla o yıllarda İstanbul İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray'dan Taksim'e kadar yer alan binaların tamamını satın alabilirdim - derdi.). Topladığı gönüllülerle birlikte Enver Paşa'ya gider "Paşam, askerlerimle birlikte emrinizdeyim" der. Vatanseverliği, düşmana duyduğu kin, çetecilik ve savaşçılık ruhunu ateşlemiştir. Enver Paşa ile birlikte, Tobruk, Derne, Bingazi çöllerinde savaşır. Askerler aç ve susuzdur. Su bulamadıkları zaman, deve kesip, devenin hörgücündeki suyu içtikleri çok olmuştur. İtalyanların erzak depolarını basıp, asker için erzak çalarlar. Gece karanlığında görünmemek için çırılçıplak soyunup, baskınlarını öyle yaparlar. O baskınlar sırasında kaç İtalyan öldürdüğünü kendisi de bilmezdi. Yakaladıkları İtalyan'ları ensesinden kesip, sonra da yaktıklarını anlatırdı. "İnsan öldürmenin en kolay yolu, ensesinden kesmektir" derdi. İtalyanlar kendisini gıyabında 7 kez idama mahkum eder, ama onu yakalayamazlar.

Hidiv sarayının bando sanatçısı, ince ruhlu müzik adamı, amansız bir çete reisi olup çıkmıştır. Bu arada Enver Paşa'ya da tapar. Hatta bir gün çadırda sohbet ederlerken, Paşa "Beni gerçekten sever misin Giritli?" diye sorar. O da "çok severim Paşam" der. Paşa "Nereden anlayacağım sevdiğini" diye sorunca "A.Cemalettin : "Bir oğlum olursa, adını Enver koyacağım" diye cevap verir. Bu söz üzerine Enver Paşa, "Ohooo, sen bu deli kafayla, bu savaştan sağ çıkacaksın, evleneceksin, oğlun olacak ve adını Enver koyacaksın, öyle mi? Hadi canım sen de" diye güler. Ama aradan yıllar geçer, A.Cemalettin İstanbul'da evlenir , bir oğlu olur ve adını Enver koyar. O sıralar Enver Paşa, Harbiye Nazırı (Genel Kurmay Başkanı) dır. Enver'i alıp, paşa'nın makamına gider. "İşte Paşam" der. "Oğlum Enver!" Paşa çok duygulanır ve bebeğe bir beşibiryerde takar. Ama A.Cemalettin bir daha Paşa'ya görünmez. O siyaset için değil, vatanı için savaşmıştır. Savaş bittikten sonra da hiçbir makam, maaş veya madalya istememiştir. Ölene kadar sürdüğü mütevazı yaşamını sadece müzik ile kazanır. Savaşçı ruhunu ise 75 yaşına kadar sürdürdüğü av tutkusu ile tatmin eder.

Ahmet Cemalettin İstanbul'a döndükten sonra, o zamanın eğlence merkezi olan Direklerarası'nda müzisyen olarak çalışmaya başlar. Zayıf, uzun boylu, derin bakışlı masmavi gözleri olan yakışıklı bir delikanlıdır. Zamanın ünlü kantocularının çoğu kendisine aşıktır. Hatta bir tanesi birlikte yaşamayı teklif eder, ama o sarayda geçen yıllarında lükse doymuştur ve kabul etmez. Bir gece, tiyatro seyircileri arasında gördüğü bir kıza tutulur. Kız, orkestra arkadaşı Nazmi Bey'in mahallesinden Öjeni isimli bir Yahudi kızıdır. Nazmi ile kıza haber yollar ve Müslüman olursa, kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Öjeni kabul eder. Birlikte Şeyhülislam'a giderler, Öjeni Müslüman olur ve Nimet adını alır. Nimet Hanım'la evliliğinden dokuz çocuğu olur. Bunlardan sadece dört oğlan ve bir kız yaşar. A.Cemalettin Bey evlendikten sonra, Direklerarası'ndan ayrılır ve halk evlerinde müzik öğretmenliğine başlar. Bu arada, devletin mübadele göçmenlerine tahsis ettiği evlerden biri de Mersin'de kendisine verilir. Bu geniş bahçeli, üç katlı kocaman bir evdir. Mersin'deki hayatları çok rahattır. Ancak Nimet Hanım sürekli İstanbul'daki ailesi özler. Bir süre sonra, Mersin'deki evi olduğu gibi kapatarak İstanbul'a dönerler (devlet bu evleri şahsen kullanma ve satmama koşuluyla verdiği için, bu haktan vazgeçmiş olurlar). A.Cemalettin Bey, bundan sonraki hayatını çoğunlukla ailesinden ayrı geçirir. Nimet Hanım çocuklarıyla İstanbul'da kalır, A. Cemalettin ise tayin olduğu Eskişehir, İzmir, Ayvalık gibi şehirlerdeki halk evlerinde çalışır, yörenin zengin ailelerinin çocuklarına özel müzik dersleri vererek hem kendisinin, hem de ailesinin geçimini sağlar. Soyadı kanunu çıktığı zaman, Çinkılıç soyadını alır. Yalın kılıç anlamına gelen bu soyadı, hem kendisinin savaşçı ruhunu temsil etmekte, hem de babası hacı Spata (kılıç) 'tan bir iz taşımaktadır. Daha sonra mübadele ile Türkiye'ye gelen, bir kısmı İzmir'e bir kısmı Tarsus'a yerleşen akrabaları da, yine Hacı Spata 'dan esinlenerek, Atakılıç soyadını almıştır.

A. Cemalettin, annesini yıllar sonra İzmir'de bulur. Girit'ten gelen muhacirlerin izlerini sürdüğünde, araştırmaları onu İzmir'e götürür. Amcasının kızı ve oğulları İzmir'dedir ve annesi de onların yanındadır. Zeynep Hanım çok yaşlanmıştır ve gözleri de iyi görmemektedir. İlk karşılaştıklarında, A.Cemalettin ona kim olduğunu söylemez. Sadece Rumca sohbet ederler. "Çocukların var mı ana?" diye sorduğunda Zeynep Hanım, "bir Ahmet'im vardı, ama onu Mısır'a gönderdikten sonra izini kaybettim" der. A.Cemalettin "Pekiyi şimdi görsen tanır mısın?" der. Gözleri ıslanan kadın "tanırım, şakağında kocaman bir beni vardı" diye cevap verir. Gerçekten de A.Cemalettin'in sağ şakağında kahve çekirdeği büyüklüğünde bir beni vardır. A.Cemalettin "bak bakalım ana, buna benziyor muydu?" diye şakağını gösterince, yaşlı kadın "Ahmedakimu ! Oğlum! " diye boynuna sarılır. Sonraki yıllarda, Giritli akrabalarıyla iletişimini bir süre sürdürse de, annesi öldükten sonra onlarla da irtibatı kesilir. A.Cemalettin'in kişisel ve ruhsal özelliklerine bakıldığında, bu yönlerden de farklı bir insan olduğunu görüyoruz.Birincisi, bilinen anlamda bir "Müslüman" değildi. Kur'anı ezbere bilirse de, camiye gittiğini, namaz kıldığını, ya da oruç tuttuğunu kimse görmemiştir. Onun dindarlığı Allah'la kendi arasındaydı. Örneğin "vallahi" kelimesini hemen hemen hiç kullanmaz, bu kelimenin "Allahın adına " anlamına gelen çok büyük bir yemin olduğunu söylerdi. Ruhsal âlemle de tuhaf sayılabilecek bir bağı vardı. Evliyalar kendisine görünür, hatta onunla şakalaştıkları bile olurdu. Örneğin, İzmir'deki evinde bir kış günü bahçe tuvaletindeyken kafasına karpuz kabukları atılmıştı. Bunun nedeni de, gece göğsüne oturan bir evliyayı küfürle kovması idi. Aynı evde, gece yarısı işten döndüğünde arkasından demir çubukla sürgülenmiş bahçe kapısını omuzlayıp yumruklayarak açamamış, tam vazgeçip gidecekken, kapı gıcırdayarak kendiliğinden açılmıştı. Bu olayı da aynı evliyanın kendisine yaptığı bir şaka olarak anlatırdı. (O olayda, Nimet hanım bahçe kapısının yumruklandığını ve A. Cemalettin'in içeri giremediğini evin penceresinden gördüğü halde, korktuğu için dışarı çıkıp kapıyı açamadığını söylerdi.)

El becerisi müthiş gelişmişti. Özellikle ahşap işleri ve tahta oymacılığı hobisiydi. Yaşlandığında, evdeki aletleriyle gelinlerine ahşap dikiş kutuları, örgü şişleri, çorap örme yumurtaları yapıp hediye ederdi. Çok sağlıklı bir bünyesi vardı. Doksansekiz yaşına kadar, kazalar dışında hiçbir sağlık sorunu olmadan yaşamıştı. Tabii bunun en önemli nedeni, beslenme tarzıydı. Et sevmez, daha çok sebze yerdi. Yemeklerini mutlaka zeytinyağıyla pişirir hatta sabahları bile aç karnına zeytinyağı içerdi. Fırsat buldukça ot toplamaya çıkar, kimsenin tanımadığı otları bulur, onlardan çok lezzetli yemekler yapardı. Çok iyi bir avcıydı. Anadolu'da yaşadığı yıllarda düzenli olarak bıldırcın ve keklik avına çıkardı. Hatta beslediği av köpeği, akşam yaptığı hazırlıklardan ertesi gün ava çıkacaklarını anlar, sabah güneş doğmadan, A.Cemalettin'den önce avcılar kahvesine gider ve onu orada beklerdi. Koyu bir sigara tiryakisiydi. Gece bile uykusundan sigara içmek için kalkar, sonra tekrar uyurdu. Rakı içmeyi sever, ama sarhoş olmazdı. Bulmaca çözmeyi çok sever, geniş kelime bilgisiyle en zor çapraz bulmacaları bile çabucak çözerdi. Ellerinin iyice titremeye başladığı yaşlılık yıllarında bile, sağ elinde tuttuğu kalemi sol eliyle de destekleyerek bulmaca çözmeyi sürdürmüştü. 75 yaşındayken bir kaza sonucu kalçası kırılmış, doktorların kalça kemiğine ameliyatla çivi çakacağını duyduğunda, gece alçısını keserek hastaneden kaçmıştı. Daha sonra kalçası kendiliğinden kaynamış ve geriye hiçbir sakatlığı kalmamıştı. Elleri çok muntazam ama çok güçlüydü. Bir demir lirayı üç parmağı arasında (işaret - orta ve baş parmaklarıyla) sıkıştırıp bükebilirdi.

Kendince uyguladığı tedavi yöntemleri vardı. Örneğin yanık üzerine taze yumurta sarısıyla saf zeytinyağını karıştırıp mayonez kıvamında bir merhem yaparak sürer - yanık hiç iz bırakmadan iyileşirdi. . İltihaplı çıbanların ya da fistüllerin (kıl dönmesi) üzerine, saf zeytinyağı ve günlük yumurta sarısı ile birlikte tunç havanda dövdüğü kuru inciri bağlar, çıban ertesi gün patlayıp boşalır ve hiç yara izi bırakmadan iyileşirdi. Bir yerini kestiğinde, üzerine mobilya cilası sürer, kanı hemen durdururdu. Bugünkü antiseptik yara spreylerinin de yara üzerinde bir film oluşturarak kanamayı durdurduğu düşünülürse, bu cila uygulamasının ne kadar mantıklı olduğu anlaşılıyor. Her zaman bakımlı ve temiz giyimliydi. Her sabah mutlaka tıraş olur, yelekli takım elbise, gömlek giyer, kravat takardı. Sokağa çıkarken mevsime göre hasır şapka veya fötr şapka giyerdi. Ölene kadar hep böyle giyindi.Müziği hayatının sonuna kadar hiç bırakmadı. Ruhundaki coşkulu savaşçı hiç ölmediğinden olsa gerek, sürekli marş bestelerdi. Enstrümanı olmadığı yıllarda bile, bestelerini kafasından yapıp sonra notaya dökerdi. İstiklal Marşı için açılan beste yarışmasına katılan ünlü bestecilerden biri de A. Cemalettin idi. Yarışmada seçilen besteyi hep eleştirir, milli marşın her kesimden halkın kolayca söyleyebileceği türde bir beste olması gerektiğini söylerdi. Ona göre, güftenin prozodisi de çok kötüydü. Kendi bestesinin zeybek havası tarzında olduğunu, çok sıcak ve akılda kalıcı bir melodi yarattığını anlatırdı.

Bilinen ve çok sevilen bir bestesi de Sakarya Marşı'dır. "Selam sana ey şan dolu sancağım, Sakarya'da kurtuldu şan ocağım" diye başlayan marşı Sakarya meydan savaşının hemen ardından bestelemişti. Marş, İstanbul Şehzadebaşındaki bir müzikholde ilk kez çalındığı akşam, halk besteyi büyük bir coşkuyla karşılamış ve orkestradan tekrar tekrar çalınmasını istemişti.

Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk ordusu Türk ordusu sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım

Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allah'ına emanettir kemalim

O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri!
Vatanımda tek bir düşman kalmasın

Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah'ıma emanettir kemalim!

Marş bu şekilde ağızdan ağza yayılır ve bir akşam tiyatrodan çıkan halk, hep bir ağızdan Sakarya Marşını söyleyerek yürüyüşe geçince, İstanbul'daki İngiliz işgal kuvvetlerinin komutanı A.Cemalettin'in merkeze getirilmesini ister.

Komutan, huzuruna getirilen A.Cemalettin'e "Nedir bu böyle, Kamal ! Kamal! Kamal!" diye öfkeyle sorunca, A.Cemalettin " Efendim, birkaç hafta önce bir oğlum oldu, adı Kemal. Benim de adım Cemal. "Allah'ıma emanettir Kemal'im, Dünyalara bedeldir mah Cemalin" dizelerini bu yüzden besteledim" der. Gerçekten de, ortanca oğlu Kemal o tarihte doğmuştur ve adını da Mustafa Kemal koymuştur. Komutan bu açıklamaya karşı hiçbir şey yapamaz ve o güzel marş halkın gönlünde ve dilinde günümüze kadar gelir.

Yaşlılık yıllarında da marş bestelemeyi sürdürdü. Bestelediği marşları Fatih'teki İtfaiye bandosuna götürürdü. Orada gördüğü saygı ve ilgi çok hoşuna gider, bestelerini bandonun çaldığını izlemekten büyük keyif alırdı. Hiçbir eserinden telif ücreti kazanmamış, zaten de beklememişti. Müziğini başkalarıyla paylaşmak, onu mutlu etmeye yeterdi.

Ölene kadar hiç kimseye yük olmadı. Eşi öldükten sonra da tek gözlü bir evde yalnız yaşadı. Zaman zaman çocuklarını ziyarete gider, bir iki gece kalır, sonra tekrar evine dönerdi. Ender de olsa, grip olduğunda bile, uzun bir çubuğun ucuna bağladığı pamukla sırtına kendi kendine tentürdiyot sürer, halinden hiç şikâyet etmezdi.

Öldüğü gün, ortanca oğlu Kemal'in evinde misafirdi. Gece yattı ve sabah uyanmadı. Sessizce, kimseye sıkıntı vermeden, 98 yaşındayken çekip gitti bu dünyadan. Geriye sadece besteleri kaldı...

Başa dönüş için tıklayınız