Kurtuluş
savaşından bir öykü
Birinci dünya savaşının devam ettiği yıllarda. Akbaba
köyü iki tepe arasında yemyeşil bir vadide yer alır.
Kuzeye doğru gidildiğinde Ahmet Mithat Efendi'nin çiftliği
vardır. Bu civarda bulunan Çiftlik tepede yerleşmiş
olan topçu birliklerinin kumandanı bir gün Mükerrem
efendiyi sohbete çağırır. Ülkenin durumu hakkında, bölgenin
durumu hakkında konuşmaya başlarlar. Bu arada uzaktan
top sesleri duyulur. Karadeniz girişi Akbaba'ya kuş
uçuşu çok uzakta değildir. Rus donanması Karadeniz girişinde
boğaz kıyısındaki birliklere ve yerleşim yerlerine taciz
ateşine başlamıştır. Her ne kadar hedef Akbaba değilse
de kumandan Mükerrem efendiyi köye geri gönderir ve
top seslerini çok yakında duyacak olur ise yere yatmasını
söyler. Mükerrem efendi köye doğru koşmaya başlar, Köşk
yanı mevkiinden geçerken yakınlara düştüğünü hissettiği
bir top mermisinden korunmak için yere yatar. Şarapnel
ve mermilerin yakından geçtiğini hisseder, Köye girer,
köyde bir telaş görür. Bir beygir arabasının üzerinde
kanlar içinde birileri yatmaktadır. Merak ve heyecanla
bakar, Çanakkale'de asker olup izinli gelen Abdi ve
nişanlısı Zeliha'dır arabada yatan. Az önce üzerinden
geçen top mermisi köyün ortasına düşmüş, Abdi ve nişanlısını
anında şehit etmiştir. Mükerrem efendi çok duygulanır,
öfkelenir. Kim bilir belki de kurtuluş için ilk kıvılcım
o anda yanar. Üzüntü ile öfke ile dualar arasında Abdi
ve nişanlısı toprağa verilir. Ama gönüllerde ilk ateş
yanmaya başlamıştır artık, çalışmak çok çalışmak gereklidir.
Büyük savaş biter, Osmanlı yenilir. Artık acı ve sıkıntılı
bekleyiş başlamıştır. Beklenen gün gelir, işgaller başlar.
Beykoz'da çok Rum bulunduğu için, İstanbul'u işgal eden
İngiliz komutanlığı Rumlara hoş görünmek için Beykoz
vapur iskelesinin çıkışını Yunan bayrakları ile doldurur,
öyle ki vapurdan inen bir kimsenin bayraklar yüzünün
değmeden dışarı çıkması mümkün değildir. O yıllarda
Beykoz'un halk için tek ulaşım yolu vapurdur. Plan sinsice,
haince düzenlenmiştir. Mükerrem efendi bir gün ürünlerinin
satışı için İstanbul'a gider. Gidişinde boş olan iskele
dönüşünde bayraklarla dolmuştur. İskelenin inişinde
kala kalır Mükerrem efendi. Ya bayrakların arasından
sürünerek inecek, ya da vapurda kalacaktır. Yediremez
kendine, kabullenemez bu zulmü, vapura geri döner. Son
iskele olan Anadolu kavağında iner vapurdan. Hayli uzun
olan yolu yürüyerek kat eder, köyüne, evine Yunan bayraklarına
değmeden geri döner.
Ama düşman Beykoz'a yerleşmiştir bir sefer ve onlar
işgal güçleridir. Zulüm ve eziyet sürmektedir. Beykoz'dan
Akbaba, Dereseki, Fener, Alibahadır, Rıva ve daha birçok
köye gidiş yolunun başı olan Şahinkaya ve Çifteçınarlar
bölgesine yerleşir işgal güçleri. Gelen geçen köylüleri
tutarlar, ürünlerine el koyarlar, eziyet ederler. Bir
gün Dereseki'li Şatafçı İsmail ağa beygiri ile iki çuval
fasulyeyi Beykoz'a götürmek üzere bu bölgeden geçerken
askerler yolunu keser, sonrası bilinmez. Beygiri yolu
bulup eve yalnız dönünce yakınları telaşlanır, aramaya
başlarlar. İsmail ağanın başı kesilmiş cesedini bir
yol kenarında bulurlar. Bu korku ile köylüler uzun süre
bu yoldan geçemezler. Ancak yoksulluk korku tanımaz.
Mükerrem efendinin fasulyelerinin toplanma zamanı gelmiştir.
Fasulyeler toplanacak, Beykoz'a götürülecek, İstanbul'a
giden motora verilecek sonra gelecek para beklenecektir.
Mükerrem efendi fasulyeleri beygirine yükler, nasılsa
kimseye rastlamadan motora teslim eder, ama yolun bir
de dönüşü vardır. Korktuğu başına gelir, dönüşte askerler
yolunu çevirir, üzerini ararlar. Ancak sadece iki pul
(para) bulabilirler. Öfkelenir askerler, pulları suratına
atıp, birkaç yumruk vururlar, yolun kenarına atarlar.
Mükerrem efendi artık yapılanları hazmedemeyecek durumdadır.
Mutlaka bir şeyler yapılmalıdır, mutlaka. Bu arada Mustafa
Kemal Samsun'a çıkmıştır. Anadolu örgütlenmeye başlar.
Bir süre araştırmanın ardından Mükerrem efendi Kuvva-yı
Milliye'nin Beykoz teşkilatını kurar.
Anadolu'nun askere ihtiyacı vardır, silaha, cephaneye
ve paraya ihtiyacı vardır, insanların da özgürlüğe kurtuluşa
ihtiyacı vardır. Bunların toparlanması bir avuç Kuvva-yı
Milliye gönüllüsünün işidir. Mükerrem efendi de bunlardan
biridir. İstanbul yakasında toplanan askerler işçi görünümü
ile Yeniköy'den Beykoz tabakhanesine gelirler. Burada
Mükerrem efendi onları toparlar, dağ yollarından Karakulak
sırtlarındaki Gökkaya mevkiinde geçici olarak yerleştirir.
İlk sevkıyata kadar Akbaba fırınından ekmek alır, köyden
erzak toplar. Geceleri çuvalla sırtında taşıyarak asker
adaylarına götürür. Bu arada tekke olan evinin altında
bulunan depoda silah ve cephane saklanmaktadır. Zamanı
gelince askerleri ve cephaneyi yaklaşık oniki saatlik
yürüyüşle Şile askerlik şubesine götürür. Sonra takalarla
yapılan yolculuk başlayacak ve askerler, cephaneler
Anadolu'ya ulaşacaktır.
Bu arada Beykoz Jandarma Komutanlığında bulunan Bozhane'li
Ziya Çavuş yardım etmektedir. Aynı zamanda da kiracı
olarak Akbaba'daki tekke evinde oturur. Evin altında
Anadolu'ya sevk edilmek üzere fazla miktarda silah ve
cephanenin bulunduğu günlerde bir gün Ziya Çavuş Mükerrem
efendiye bir baskın yapılacağının haberini aldığını
ikaz eder. Cephanenin o günlerde Şile'ye gönderilmesi
mümkün değildir. Düşmana teslim etmektense yapacak bir
tek şey vardır, yok etmek. Tekkenin bahçesinde derin
bir kuyu vardır, tüm cephane kuyuya doldurulur. Belli
olmaması için üzeri taşlarla doldurulur. Üzeri toprakla
doldurulup bahçe haline getirilir. Hemen arkasından
askerler baskına gelir, bütün evi ararlar. Yüklerden
yatak ve yastıkları çıkartıp süngülerle param parça
ederler. Hiçbir şey bulamayınca giderler. Baskın kazasız
atlatılır ama o günün koşulları içinde cephaneyi kuyudan
çıkarmak mümkün olmaz, cephane orada kalır. Mükerrem
efendi en yakınlarına cephanenin insanlara zarar vermemesi
için kuyu civarını kesinlikle kazmamalarını tembihler.
Yıllar geçer kuyunun izi tamamen kaybolur. Bahçe el
değiştirir, üzerinden üç nesil geçer. Herhalde o cephane
şimdi de toprağın derinlerinde bekliyordur.
Ancak zor günler hemen geçmeyecektir. Bir zaman sonra
Ziya Çavuş haber gönderip Yunan askerlerinin tekrar
köyü basacağını söyler. Bu sefer durum daha kötüdür,
sadece arama yapılmayacak Mükerrem efendi de götürülecektir.
Köyü terk etmeleri gerekmektedir. Zaten Mükerrem efendinin
eşi Hafize hanım bir bohçayı hep hazır tutmaktadır.
Bu bohçada birkaç mum, bir kibrit ve küçük çocuklarının
birer kat giysisi vardır. Bu haber gelince bohçalarını
alırlar ve Anadolu kavağına bir dostlarının yanına kaçarlar.
Köy fırınının üzerindeki tek göz odada birkaç gün saklanırlar.
Üç gün sonra döndüklerinde iki katlı ahşap evlrini darmadağın
edilmiş, kapı ve pencereleri kurşunlanmış bulurlar.
Evin bahçe tarafını tamamen kaplayan mor salkımın gövdesine
kurşunlar isabet ettiğinden salkımı kurumuş olarak bulurlar.
Mücadele bir kez daha kaldığı yerden devam eder.
Böyle mücadele yılları geçip gider ve kurtuluş gerçekleşir.
Bir gün Akbaba'ya bir haber gelir. Türk askeri İstanbul'a
ve Beykoz'a gelmiştir. Vapur iskelesindeki Yunan bayrakları
indirilir, yerine Türk bayrakları konur. Bu haberi alan
Mükerrem efendi iskeleye koşar, sadece yıllar öncesinin
acısını çıkarırcasına alnını Türk bayraklarına değdirmek
için.
Cumhuriyetin ilan olduğu yıllarda Mustafa Kemal ilk
defa Yalova yolu ile İstanbul'a gelecektir. Mükerrem
efendi ve Beykozlular bir Şirket-i Hayriye vapuru kiralayıp
Atatürk'ü Marmara'dan karşılamaya giderler. Sonra hep
birlikte Dolmabahçe Sarayı'na gelirler. Atatürk orada
İstanbullulara ve Kuva-yi Milliyecilere yönelik bir
konuşma yapar. Sonunda Kuva-yi Milliye'ye mensupları
olan tahminen 25 kişiye İstiklâl Madalyası ve beraatını
verip birlikte resim çektirirler. (Kendisi söylemedi,
vefatından sonra başka yerden alınan bilgidir.) Atatürk
veya arkadaşları o gün Mükerrem efendiye; hocam sizi
mecliste mebus olarak görmek isterdik der. O da cevaben
benim gayem işgal olunan yurdumun düşmandan temizlenmesi,
hasretini çektiğim yurdumun bayrağına tekrardan kavuşmaktı.
Şükürler olsun bugünü gördüm, benim yerim camiler ve
mihraplardır, siz oraya daha layık olanları bulabilirsiniz
dediği söylenir.