(23
Ekim 1973)
Türk Tarih Kurumu'nun nazik daveti üzerine, Cumhuriyet'in
50. yılı münasebetiyle toplanan bu birleşimimizde huzurunuzda
bulunuyorum. Bana, "ıstiklal Savaşı ve Lozan Muahedesi"
üzerine konuşma konusu verilmiştir. Bunlar üzerinde tarih
malumatı vereceğim. Sırası geldikçe ben de fikirlerimi söylerim.
şimdi,
arkadaşlarım, adından başlayayım. ıstiklâl savaşı münasebetiyle
toplanmış bulunuyoruz. ıstiklâl savaşı eseridir Türkiye Büyük
Millet Meclisi. Cumhuriyet, ıstiklâl savaşının neticesidir;
Birinci Cihan savaşının neticesi değildir.
Birinci
Cihan harbi bitmiştir. Ondan sonra galip Müttefikler, Türkiye
ile yaptıkları mütareke münasebetiyle başka kararların tatbikini
istiyorlar kanaati hâkim olmuştur. Gerek idare edenler içinde,
gerekse devlet ricali içinde, esaslı olarak, hiç aldanmadan,
o zamanın büyük kumandanlarından Büyük Atatürk, bu müşahedeyi
yapmıştır. Bu müşahede büyük bir mücadeleyle milletin malı
olmuştur.
Birinci
Cihan harbi, imparatorluk tarafından imzalanan Mondros mütarekesiyle
hitama ermiştir. Ondan sonra, onun muahedeleri gelir. Mondros
mütarekesinin tarihi 30 Ekim 1918'dir. Türkiye, imparatorluğun
müttefiki olan Almanlar ve diğer devletlerden evvel, Mondros
mütarekesiyle harbe nihayet vermiştir. Mondros mütarekesinin
imzasında cepheden gelmiştim, ıstanbul'daydım.
Murahhassımıza
Mondros'ta yapılan nazik muamele ve şifahen yapılan görüşmelerin
bıraktığı tesir ile iyimser bir hava yayılmıştı. İngilizler
çok insaflı ve haklı olarak eski Türk dostluğunu aramaktadırlar.
Buna göre muamele göreceğiz. Türkiye muharebeden sonra böyle
muamele görecek, ümidi galip idi.
Mondros
mütarekesi, ruhi tesir olarak o şartlar altında karşılandı.
Mütarekenin şartları içinde, her mütarekede, harbi kaybedenlerin
kaybetmeyi kabul ettikleri tabii kayıtlardan başka, silahlar
teslim olunacak, lazım olan cephanelikler vs. istihkamlar
verilecek, ondan sonra sulh muahedesi yapılacak. Umumi olarak
bu kayıtlar altında görünüyordu. Bir maddesi vardı Mondros
mütarekesinin: Müttefikler, emniyetlerinin lüzum gösterdiği
yerleri işgal edeceklerdir diye bir hak alıyorlardı. ıstanbul
ve Çanakkale boğazlarını işgal etmek hakkını alıyorlardı.
Söyleyerek, ama umumi olarak bir prensip kararı kabul ettirmişlerdi:
Müttefikler, emniyetlerinin icap ettirdiği stratejik noktaları
işgal edeceklerdi.
Mondros
mütarekesinden sonra Boğazlar, tabiatıyla açıldı ve İngiliz
donanması içeri girdi. Sonra mütareke hayatı başladı. Mondros
mütarekesini yapan hükümet de bir müddet sonra çekildi, başka
bir hükümet geldi. Biliyorsunuz, Birinci Cihan harbine biz,
ıttihat ve Terakki hükümeti zamanında girmiştik. Bizim muharebeye
girdiğimiz zaman olan 1914'te, Alman büyük askerlerinin planlarında
söyledikleri kayıtlara göre harp, Almanya için bile kaybolunmuş
sayılmak lazım gelirdi.
Moltke'den
sonra, Almanların büyük erkanıharp reisleri olan [kişi], Schlieffen'dir,
o şöhret almıştır. Cihan harbinin planlarını da o yapmıştır.
Schlieffen, planlarında demiş ki:
"Cihan harbi olacaktır. Bu Cihan harbini kazanmak için,
vaktiyle hazırlıkta ve harekata başlayışta düşmanlarımıza
takaddüm etmemiz lazımdır, onlardan evvel davranmamız lazımdır".
Alman
askeri literatüründe bir tabir vardır. Erkânıharp reisleri,
kumandanlar, daima bir siyasi fikir teklif edecekleri zaman
o mukaddemeyi yaparlar:
"Biz askeriz, devletin siyasette ne karar vereceğini
bilmeyiz. Selâhiyetimiz de yoktur. Fakat, eğer bir harbe girmek
ihtimali var ise, siyasi müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa,
o harpte muzaffer olmak için birtakım hesaplara riayet etmemiz
lâzımdır. Vaktiyle, şu kadar zamanda bize haber vereceksiniz
harbe gidiyoruz diye... vs."
Schlieffen'e
atfolunan sözün bir maddesi şu:
"Eğer harp olacaksa, biz harpte taarruz edeceğiz. Kuvvetimizin
çoğunu, büyük kısmını garbe karşı, Fransızlara karşı toplayacağız.
Rusya'ya karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız.
Hareket edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat birinci
mesele, garpte büyük bir üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak
lâzımdır".
Belçika'ya
girmekten bahseder. Oradan girecekler, istihkâmları çevirecekler.
Büyük tahkimat var. Fransız sınırında; onları çevirerek Fransa'ya
hücum edecekler... Bunu söyledikten sonra adam, şunu da söyler
planında:
"Bir an evvel Fransa'nın işini bitirmek lâzımdır garpte.
Büyük kuvvet ile Fransa'ya taarruz ederiz ve Fransa'yı amana
düşüremezsek, harp dışı edip sulh talebine icbar edemezsek,
durmağa mecbur olursak, derhal sulh yapmak lâzımdır. şartlar
ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa, ağır diye tahmin
olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda
yoktur!"
Bu plana
göre Almanlar, Fransa'ya taarruz etmişlerdir ve Fransa, Almanları
durdurmağa muvaffak olmuştur. Söküp atamadılar, Verdun'de,
vs.'de dayandılar. Harp, uzar, sürüklenir bir mahiyet aldı.
Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında.
Meselâ, bütün kuvvetler Fransa'ya doğru yürüsün deniyor. Rus
cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal
etmek ve bir Rus istilâsını geri almak, ımparatorun ve Alman
hükümetinin genel tutunacağı bir şey değildi. Oradan plan
sulandırıldı. Hem Rusya'ya karşı mukavemet edelim, hem ötekini
tahrip edelim...
Neyse,
Alman meselesini tahlil edecek değiliz. Rusya'ya karşı mukavemet
tam tedafüî bir vaziyet alacakken Rus cephesinde muzaffer
oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harp altı ayda bitecek
derken, 1918'e kadar dört sene sürdü ve hakikaten şartlar
ağır oldu.
şimdi Türkiye'ye geliyorum. Almanya ile bir Avrupa harbi olacak.
Rus tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun için Almanya
ile beraber bulunacağız. ıttihat ve Terakki'nin, hükümeti
zamanında dış politika olarak takip ettiği politika, bu yoldu.
Ondan evvelki hükümdar zamanında da, II. Abdülhamit zamanında
da Almanya ile özel bir münasebet vardı.
Demek
ki, 1914'te seferberlik ilan etmiştik, fakat harbe girmemiştik.
Harbe girişimiz, bilirsiniz ki, Yavuz (Göben) zırhhsının Karadeniz'e
çıkıp Rus şehirlerini bombardıman etmesiyle, emrivaki olarak
başımıza gelmiştir. Onun için edebiyatta söylenmesi adet olmuştur:
Biz Birinci Cihan harbine, o harbin kaybolunduğu göründükten
sonra girmişizdir.
ıttihat
ve Terakki'nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadandır. şimdi
bunun neticesi: Avrupa'da ve memlekette her cephede muharebe
ettik biz. Ondan evvel, ıtalya ile muharebe ettik ve bilhassa
Balkan harbini geçirdik. Balkan harbi bir felâket olarak geçti.
Balkan harbinde imparatorluk ordusu tamamiyle çöküntü gösterdi.
Subay kadrosu bu zamana göre yetişmiş değil. Böyle bir orduydu,
bir zavallı orduydu. Subay kadrosu büyük ölçüde okuyup yazma
bilmezdi.
Bu zamanın
ordusu talim yapar. Nedir talim? Harp taklidini ateşli olarak
yapar. Harpte ne silâhlar kullanılacaksa, o silâhların hepsini
talim zamanında kullanırlar. Tüfek verirsiniz neferin eline,
"Bunu böyle atacaksın" dersiniz, kâfi gelmez. Attırırsınız
ona, nişancılıkta numarasını verirsiniz. Top: Bu top kullanılacak.
şöyle kullanılır, işte hedefe şu tarzda vurulur. Evvelâ mesafeyi
tahmin eder, tanzim ateşi yapar, ondan sonra tahrip ateşi
yapar. şu kadar atarsa şöyle bir netice alır. Bunu sulh zamanında
o orduya göstermek lâzımdır. Götürürler, halis mermiyle ateş
ettirilir, yapılır, edilir... Yani harp terbiyesi, zamanımızda
bu tarzda, her cepheye göre, o harbin bir ufak modeli, o orduya
amelî olarak gösterilir. Köprü böyle geçilecektir, ateş altında
geçilecektir. Ateş altında nasıl geçileceği köprünün, gösterilir.
Gece hücumu yapılacaktır, ilah... Bu yasak! Ordu hazırlığı
demek, imparatorluğun, hükümdarların zihniyetine göre: Ne
lâzım? şöyle tüfek lâzım, böyle top lâzım, böyle mermi lâzım,
şu kadar lâzım vs. Güzel... Hepsini alır, dolaba kor, kitler,
onları göstermez. Onları, ateş etmemek üzere gösterir. Ateş
tahmini bilmezler. Ateş tahmini bilmeyince, asker için bilhassa
lâzım, o, tamamiyle eksik kalır yetişmede ve sevkıidare de,
ciddi, hakiki harp vasıtasıyle olmayınca o da nazarî kalır.
Halbuki kumanda kademesi için ehliyet esası üzerine ordu yetiştirmek...
Bu da imparatorlukta bırakılır, adettir. ımparatorlukta cerrâr
olmak, ehliyetli olmak bir şarta bağlıdır. Evvela sadakat!
şevketmeâba sadakatle temayüz edersiniz. Onunla her kapı açıktır,
diğer kusurların hepsi sona kalır.
Böyle
yetişmiş bir ordu. 33 sene hükümdarlık etmiş II. Abdülhamit
ordusu böyle, okumuşu böyle... Almanya'da tahsil edenleri
var, orada görüyorlar talimi falan; teğmen olarak, küçük rütbede
görüyor. Sonra geliyor, büyük stratejik meselelere kadar selâhiyet
sahibi oluyor. Güzel... Ama harp kabiliyeti doğuştan, bir
defa görmekle, tasavvur etmekle her memlekette izahını bulmaz.
Bugünkü medeniyet yetiştirilmiş adamlar üzerine istinat eder.
Yetiştirilmiş adamlar, kabiliyetleri seçilip birinci derecede
insanlar olarak bulunur ve onlar, yetiştirilir değil, en az
kabiliyetten başlar, her seviyeye göre alınabilecek azamî
bilgiyi, verilebilecek azamî kabiliyeti meydana çıkarmaya
çalışır. Bu yok! Yapılıyor, okunuyor falan, fakat her şey
nazarî olarak kalıyor.
1908 ıhtilâli
oldu. 1908'den 1912'ye kadar, demek Balkan harbine kadar dört
sene geçti. Bulunan ordu kumanda kademesinden daha aşağı rütbelere
kadar, orduda belki iki defa, üç defa ayıklama yapılmıştır,
tasfiye yapılmıştır, kadrolar düzeltilmiştir. Üç defa, iki
oefa, bir defa deyiniz, dört senede ne kadar kadro ıslahı
yapılabilir? Bir defa bile yapılmış olsa, ıslah edilmiş bir
kadro ile muharebe etmiştir. Düşününüz, asıl ordu ne kadar
zayıftı eğitim bakımından.
Evet,
Birinci Cihan harbine girerken biz, imparatorluktan böyle
bir ordu almıştık ve bu ordu, Balkan harbinde fena bir imtihan
vermişti. Bu fena imtihanın hatırası memlekette var idi, ordu
üzerinde var idi.
şimdi,
Enver Paşa pek genç yaşta Harbiye nazırı oldu. Başlıca iki
derdi vardı o zamanki ordunun. Birincisi, yetişme itibariyle
zayıftı, bu sebepten dolayı; ikincisi, siyasete karışmıştı,
ordu yapmıştı ihtilâli. Genç rütbede herhangi bir rütbede
siyaset yaptıktan sonra, o siyasetin, ordu subayının hayatı
ve ideali üzerinde başka bir tesiri vardır. Kendi mesleğinde
temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için aranan
şartlar başkadır. Siyasette bilhassa akıl vermek ve devirmek
tecrübesini yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi
olmak usulü başkadır. Siyasî meslek çok daha kolay gelir ve
bir defa onunla zehirlendikten sonra o ordunun ordu vazifesini,
harp vazifesini yapması güçleşir.
Enver
Paşa Harbiye nazırı olduğu zaman burasını biliyordu. Gayet
cesur, gözüpek bir adamdı. Gençti, enerjisi yerindeydi. ılk
işi, orduya siyaset yüzünden girmiş ve kaybedilmiş olan disiplini
iade etmek, yaptırmak ve ordu-subay telakkisi bakımından orduyu
yeniden kurmaktı. ıhtilâlde kendisinin yakını olan, her türlü
siyasî marifetlere bulaşmış olan küçük rütbeli, büyük rütbeli
insanlardan çok arkadaşı vardı. Fakat onlara orduda vazife
vermedi. Kendi akrabalarına - onlar müstesna doğmuş insanlardı
- her türlü nimeti caiz gördü. Fakat umumî olarak ordu insiyatifinden
ayırmak için gayet titiz davrandı. Orduyu teşkil etmek için
gayret sarfetmiştir ve iyi bir ordu yapmıştır. Tasavvur ediniz,
Balkan harbinde, bir meydan muharebesinde nefer vazifesini
yapamayan subaylar varken, Çanakkale'de dünyanın bütün ateşleri
altında ordu, istisnai harpler vermiştir. Çanakkale'de böyledir,
Rus cephesinde böyledir. Sevkıidare hatasından dolayı çok
zayiat vermişizdir Sarıkamış'ta. Ama ordu kıymeti olarak Balkan
harbi ordusu ile kıyas kabul etmeyecek bir kıymet ölçüsü vermişizdir.
Enver Paşa'nın kurduğu orduda ferik rütbesi, fırka kumandanı
olmak lâzım. ımparatorlukta böyleydi. Rütbeler kaymakama kadar
inmiştir. Miralay rütbesinde kolordu kumandanı, hazerde olmuştur,
seferde olmuştur. Bu tarzda yetiştikten sonra yeni kadro eskimiş,
yaşlanmış ve sıraya girmiştir.
Yalnız,
siyaset kısmında memleket Cihan harbine, kaybolmuş bir harbe
girmiştir. Almanya için, Almanya'nın kaybettiği bir harbe
girmiştir. Alman imparatoru, gene siyaset adamlarının telakkisine
göre, "Çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet
topladım, daha kuvvetim var, Rusya'nın hakkından aynı zamanda
gelebilirim" diye düşünmüştür. Bu tarzda hayalle hata
etmişlerdir. Bütün kuvveti bağlamamışlar, belki onu da getirseydiler
gene mukavemet edebilirlerdi. Çünkü karşı taraf da siyaseti,
aynı harbin hesaplarını yaparken Almanya'nın ne kadar asker
çıkaracağını ve kendilerinin ne kadar çıkarması lâzım geldiğini
biliyordu.
şimdi sözün başına geliyorum. Bu harbi, 30 Ekim 1918 Mondros
mütarekesiyle kaybettik. Devam etmekte de artık fayda görmedik
ve imkan da görmedik; mütareke istedik. şartlarını söylediler
bize. Bundan sonra Boğazlar açıldı, içeriye girdiler. Girdiler
ama muharebe durmadı. Doğuda [güneydoğuda] Fransızlar, sanki
harbin devamı gibi, müdafaasız yerlere taarruz etmeğe başladılar.
Memleket bir taraftan işgal olunuyordu. İngilizler istedikleri
yeri işgal ediyorlardı. Mütareke şartına göre müttefikler,
stratejik emniyetlerini korumak için işgal edebilirlerdi.
Bilinmeyen bir maksatla istifade edip işgal edeceksin, sonra
bunu bana, emniyet için yapıyorum diyeceksin... Fark etmez
olur muyuz? Bunu fark ediyoruz. Bu, bir taraftan işgal devam
ederken kolaylıkla fark olunacak açıklıktaydı. şark'ta, Çukurova'da,
Adana'da, Gaziantep'te muharebeler oluyordu. Toroslara kadar
gelmişlerdi. Açıktan, Ermenistan kuracaklar bizim topraklarda.
Bu görülüyordu. En nihayet 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar ızmir'e
çıktılar. Niçin bu? Demek ki hazırlanan mütareke ile (Harbin
başı için uğraşmayayım diye söylemedim), mütareke istemenin
bir adı da (O zamanki Amerikan reisicumhuru 14 prensip ilan
etmişti) şuydu: (Wilson prensiplerinin esaslı maddelerinden
biri): "Bir memleketin çokluk halkı kiminse, o memleket
onun elinde bırakılacaktır".
(Bu söylediklerim, elbette bir gün Türk Tarih Kurumu'na bir
vesika olarak kalacaktır)
ızmir'in
işgalinden dört gün sonra Atatürk, ordu müfettişi olarak Anadolu'ya
çıktı. Atatürk, muharebenin son zamanlarında Suriye Cephesindeydi.
Mütarekeyi orada aldı. ıstanbul hükümeti teşekkül ettiği zaman
kendisine bir vazife verilmesini istiyordu. Muharebede Almanlar'la
temasımızda dikkati çeken birçok deliller, misaller görmüştük.
Meselâ benim başımdan geçen bir şeyi söyleyeyim: Almanlar'la
beraber çalışıyoruz. Heyeti Islahiye olarak gelmişler. Memleketi,
orduyu ıslah edecekler. ıttihat ve Terakki hükümeti zamanında
da, ondan daha evvel de tekerrür etmiş. Mahmut şevket Paşa
zamanında Heyeti Islahiye gelmiş, onunla çalışıyorlar. Bir
defa, memlekette yabancı mütehassıs kullanmak, değerli insanı
kullanmak, bilen insandan istifade etmek, beşerîn tabiî bir
ihtiyacıdır. Ona bir şey söylenemez. Ancak müstakil bir devlette,
memleketin idaresine sahip olan bir irade altında, istismar
konusu olacak bir yabancı idaresi, mütehassıs şeklinde de
olsa daima tehlikelidir.
şimdi
Heyeti Islahiye: Ben, seferberlik ilân olunmuştu, tedavi için
Yeme'den gelmiştim. Avrupa'da idim, dolaşıyordum, seferberlik
ilânını duydum, hemen ıstanbul'a geldim. Fakat harbe girilmemişti.
Harp yoktu ve benim ilk kanaatim, harp, Cihan harbidir. Bizde
ne suretle, ne vakit, nasıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an
evvel orduyu teşkil edip, talim terbiyesini yapmak lazımdır.
Hiç bir zaman ben kendim, harbe gireceğimize ihtimal vermemiştim.
Beni de bir yere tayin etmişlerdi ondan sonra. Sonra harp
emrivaki olunca Erkânıharbiye hizmetinde çalışıyordum. Bir
gün, benim başımda bir müdür vardı, daha Sarıkamış muharebesi
olmamıştı, onunla konuşuyordum. Harp uzuyor.
"Ne
olacaksınız siz, dedim, nedir yani bu kadar ısrar ediyorsunuz?"
"Belçika'yı alacağız!" dedi.
"E, canım, Belçika değer mi bu kadar yaptığınız şeye?
Sarfettiğin gayrete bak..." dedim.
Sıkıştırdım adamı. şunu dedi, bunu dedi:
"Türkiye !" dedi.
Faltaşı gibi açıldı gözlerim:
"Nasıl Türkiye?.." dedim.
Toparlandı o da:
"Daha rahat çalışacağız, dedi, o zaman iyi olacak..."
dedi.
Bu benim
kendi işittiğim. Adamın tasavvuru bu. Çünkü Osmanlı ımparatorluğu
bir "hasta adam" üniformasını giymişti. Tabii olarak
bir istismar konusu, istismar arazisi sayılıyordu. Her devlet
bunu düşünüyordu. Bunu, sonra biraz daha anlatırım.
30 Ekimde mütareke oldu, Boğazlar açıldı, İngiliz donanması
içeri girdi. Muhtelif yerlerde silahları, depoları teslim
almaya çalışıyorlar. Büyük şüphe uyanmıştı. ızmir'in işgalinden
sonra Toroslara kadar şark'ta muharebenin devam etmesi büyük
delildi. Mütareke şartlarından başka bir şeyi tahakkuk ettirmeye
çalışıyorlar. şark muharebesi bunu gösteriyordu. ızmir'in
işgali bunda hiç bir şüphe bırakmadı.
Bu vaziyetten
sonra, ıstanbul'da bulunan Atatürk, ordu müfettişi olarak
tekrar Anadolu'ya gönderildi. ıstanbul hükümeti niçin göndermişti
Atatürk'ü? şöyle izah olunabilir bu:
ıstanbul'da iyi niyet sahibi eski vezirler, bunların içinde
düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur edilmesi
bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine
itimatları yoktu ve yapacak bir şey de görmezler. Söylersin,
ızmir işgal olunmuş, tabiatıyle bir tepki yaratmış. Ona karşı
tehevvür gösteren sade halkın kendi kıyamı, kendi silah atması
bir harbe sebep olur mu, böyle bir harp çıkarsa, o harbin
bizim için şansı olur mu? Bunu hesap etmez. Milli hareket
dediği bir haksızlığı görür görmez onun tepkisi olarak hemen
karşı kor. Bu tarzda karşı koydular. Nasıl Fransızların taarruzuna
karşı müdafaa ediyorlarsa, orada da halkın kendiliğinden müdafaa
hareketi başladı.
Atatürk'le,
diğer gün görmüş, iyi niyetli siyaset adamları arasındaki
fark şudur: Onlar, "Bunun çaresi nedir? Bunun çaresi
uslu oturmaktır, ne derlerse ona razı olmaktır. Vaziyeti daha
ağırlaştırmayalım. Geçen harpten sonra ağır ithamlar altına
girmişizdir. Bu ithamların yakışıksız, esassız olduğunu ispat
etmeğe çalışalım, iyi niyetle çalışalım" diye düşünürler.
Atatürk'ün görüşüne göre: "Vaziyeti objektif olarak mütalaa
edelim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar beğendirmeğe
çalışsam, benim memleketimi parçalayıp istismar etmek fırsatını
bulmuş olan siyaset adamlarına insaf veremem ben. O bir şeyden
anlar, imkân var ise istismar edecektir..." Bunu derken,
bir devlet adamı olarak, büyük bir strateji olarak, [ortaya]
çıkan bir şeyi söylemese bile görür.
"Harp
ittifakı var idi. şimdi paylaşma zamanı geldi. Paylaşma: Ganimet
paylaşılırken galipler arasında da huzursuzluk, emniyetsizlik
başlayabilir. Mukavemet edersek bakalım ne olur? Ama teslimiyet
gösterirsek bu sefer parçalamakta, yağma etmekte yarışa geçerler."
Hulâsa, bunu söylemeğe çalıştı. Olmadı. Hatırlarım, Hürriyet
ve ıtilâf nazırları ile görüşmüştür. Yeni nazırlarla görüştüğü
zaman:
"Ne haldeler?" diye sordum, Atatürk'le konuştuğumda.
"Hiç anlayışları yoktur" dedi.
ıttihat
ve Terakki - Hürriyet ve ıtilaf mücadelesi, mütareke esnasında
da, siyasî partiler arasına da girmiştir. Bu kafayla intikam
peşindedirler. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca
taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi beğendirmek suretiyle
bir şey koparabileceğimizi, bir şey kurtarabileceğimizi zannetmesi,
felâketin başlıca sebebi olmuştur. Bundan sonra (Atatürk Samsun'a
çıkıncaya kadar), en tehlikeli zamandı. Oraya çıktıktan sonra
harekete başladı. Samsun'da az bir müddet kaldıktan sonra
gitti. Rastgeldiği vatandaşlara, onları hiç aldatmadan:
"Tehlike vardır. Bizi taksim edecekler, parçalayacaklardır.
Buna karşı mücadele etmek lâzımdır."
Kendisinde
ümit müphem olarak var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin
sonunun nereye varacağını sonra düşünürüz. Cumhuriyet vs.
bunların hiç biri mevzubahis değil. Evvelâ bir mukavemet imkânı
bulalım.
Bu şekilde,
3. Ordu [müfettişi olarak] Erzurum'a kadar gitti, vazifesi
oraya kadar gitti. O, gittiği yerde, halkı camie toplamış
söylemiş, hususî temaslar yapmış söylemiş. Başka birtakım
şeyler söylüyor diye, ıstanbul hükümeti, Erzurum'a varıncaya
kadar kâfi derecede şüphelendi. Erzurum'da, artık vazifesine
nihayet vermek zamanı gelmişti. Onu yapmaya çalıştılar.
şark'ta
Erzurum'da özel bir istidat vardı mukavemet için. Ermeni istilâsından
korkuyorlardı. Ermeni devleti ve Ermeni hadiseleri, eşrafı
ve ağaları dahil olmak üzere şark ahalisini can korkusuna
düşürmüştü. Binaenaleyh burada Ermeni hükümeti teşkil olunacaktır.
Bu ihtimal belirince herkes, mabadını düşünmeden mukavemete
kendini mecbur hissediyordu. Bu kolaylık vardı. Orada kıymetli
bir kumandan vardı. Oraya gittiler. Temas etti. Nihayet Atatürk'ü,
orada [halkı] tahrik ediyor diye müfettişlikten azlettiler.
Sivil olarak tekrar vazifesine başladı.
Atatürk,
Erzurum ve Sivas kongrelerini yaptı. Ondan sonra, onunla görüşmek
için Başvekil Salih Paşa, Anadolu'ya gitti. Hükümeti, meclisi
toplamaya ikna etti. Meclis toplandı. Bütün bu müddet esnasında
bir taraftan ızmir'de -Fransızlarla devam ediyor şark'ta,
Ermenistan tehlikesi var orada- bütün bunlar, mukavemet fikrine
meyleden şartlar içindeydiler.
30 Ekim
1918 Mondros mütarekesinin getirdiği yeni hayat tarzı: Mütareke
hayatı esasen başka maksatla başlamıştır. Mütareke bir fırsat
olmuştur. Bunu başlıca idare eden, İngilizlerdir. İngilizler,
gerek harpte gördükleri mukavemetten, gerek öteden beri takip
ettikleri politikadan, hulâsa -Osmanlı ımparatorluğunun kendi
ölçülerine göre- bir taksim tarzını takip ediyorlardı. Galip
tarafta bulunan müttefikler, bundan hisse almağa çalışıyorlar.
Meclis ve ıstanbul hükümeti tabii olarak devam ediyor ve halk
mukavemet eder vaziyette.
ızmir'den
sonra 16 Mart 1920'de ıstanbul işgal olundu. Meclis dağılıp
gittikten sonra Atatürk'ün ilk işi, Büyük Millet Meclisini
toplamak, davet etmek olmuştur. Ankara'daki meclis, ıstanbul'daki
meclisin bir devamı olacak. ıstanbul'dan gelen mebuslar arasında
bu fikirde olanlar var. Bilhassa reisin bu fikirde olduğu
zannolunuyordu.
Ben onunla beraber ıstanbul'dan çıkmış, buraya [Ankara'ya]
gelmiştim. Söylemedim ama, meclisteki ilk görüşü şu: ıstanbul'da
meclis dağıldı. O dağılan meclis [Ankara'da] toplanıyor, onun
devamıdır. O usul devam edecek ve kendisi de reis olarak devam
edecek... Öyle zannediyor.
Atatürk
büsbütün başka bir şey düşünüyor: ıstanbul hükümetleri vaziyeti
kavramamışlardır. Ya hiç böyle bir tehlike görmüyorlar, Hürriyet
ve ıtilâf'ın bir kanadı gibi, ya da güya hükümdarın, Kırım
seferinin yapıldığı tarihte İngiliz hanedanıyla Türk hanedanının
yan yana, bir müttefike karşı, düşmana karşı muharebe etmesi
hatırası vardır, bu hatırayı öne sürecekler, bu hatıranın
sıcaklığıyla İngilizlerle dostluk kuracaklar. Teslimiyet politikasını
bilerek tatbik edenlerin mantığı bu. ıyi niyetli olanlar,
buna ihtimal vermeyenler, başka bir çare yoktur diye düşünüyorlar.
Mukavemet fikrinde olanlar, darbeyi yemiş olan insanların
kendiliğinden silaha sarılıp ayaklanması, bununla mukavemet
[görüşündedirler]. [Bu,] dağınık, ondan sonra da vasıtasız
bir orduyla olamaz görüşündedirler. [Ancak] bu, muntazam bir
ordu haline gelerek, muntazam bir devletle olur. Bir defa
Büyük Millet Meclisi idaresi ayrı bir devlet halinde kurulursa,
ondan sonra ihtiyaçlara göre her mesele halledilmeğe çalışılır.
Ben, ıstanbul
işgalinden evvel geldim. Atatürk'ün Ankara'ya geldiği zaman,
gelmiştim buraya gene. Atatürk'ün yanında bulundum iki ay
kadar, burada çalıştım. Sonra, Fevzi Paşa Harbiye nazırı idi,
emir verdi, Atatürk'le konuştum.
"ıstanbul'a git, ilk ihtiyaçta çağırırım ben." dedi.
ıstanbul'da
vazifelerim vardı: ıstihzârat-ı Sulhiye komisyonu falan. Bunların
hepsinde sulh müzakeresi olacak. Hazırlanmak lâzımdır. Beni
de verdiler bir komisyona. Hazırlık yapıyorum, çalışıyorum,
Hariciye'de. ıstanbul işgal olunduktan sonra Büyük Millet
Meclisini davet etti. Ankara'ya 8 Nisanda falan geldim. Büyük
Millet Meclisi 15-23 Nisanda toplanacaktı. Büyük Millet Meclisi
toplanmak üzere. Atatürk beni yanına aldı. Ziraat Mektebindeki
karargâhında çalışmaya başladım.
Büyük
Millet Meclisi açıldığı zaman memlekette Büyük Millet Meclisi
hareketine, Anadolu'da bir hükümet teşkiline karşı her tarafta
isyan tohumları vardı. Bir türlü tükenmez! Meclis açılıncaya
kadar iç isyanlarla uğraşmaya başladık. Bilhassa ortadan [ıç
Anadolu'dan] garba doğru en çok. şayanı hayret bir surette,
iç isyanların tertibi, sloganı ve işlemesi vardı. Bir yerde
kalkarlar:
"Padişahı istiyoruz! Sevmiyoruz Büyük Millet Meclisini...
Kimdir onlar?" [diye] mukavemet ederler, yol keserler,
taarruz ederler. Ne bulursak, elimizde ne varsa göndeririz.
Ben, ilk Millet Meclisi hükümetinde Erkânıharbiye reisi seçildim.
Hareket derler, göndeririz. Bir tabur gönderirim bir yere.
Kumandanı çağırırım, talimat veririm:
"Gideceksin, adamlar geleceklerdir, dinden imandan bahsedecekler,
ondan sonra padişahın fermanından bahsedecekler. Padişahla
işimiz yok, Büyük Millet Meclisiyle var. Millet, iradesini
eline aldı. Memleketimizi kurtaracağız! Bunu yapacaksın..."
Emir verdiğim, talimat verdiğim binbaşı veya yarbay:
"Başüstüne efendim." der.
"ışin bitti mi?" derim.
"Bitti."
"Sen bütün bu söylediklerimi yapmayacaksın" derdim,
"Ben seni görüyorum, niçin yapmayacağını..."
"Yapacağım efendim."
"A, bak! Niçin yapmayacağını söyleyeyim sana. şimdi sen
oraya gideceksin, köylü kâmilen sana karşı çıkacak, tekbirler
getirecek, başımız üstünde yerin var diyecek, nedir istediğiniz
diyecek... Tabiî, tabiî... Evet, evet... diyecek. Ondan sonra,
bizim de başka istediğimiz bir şey yok diyecekler. Senin taburun
kaç kişi? 350 kişi. 350 kişiyi dağıtacaklar. Silâhlarıyla
misafir edecekler ve bir gece basacaklar, hepinizin silâhlarını
alacaklar. Seni ne yapacaklar bilmem... Ama sen buraya geleceksin,
ceza göreceksin."
"Yapmam efendim, olur mu, biz aldanır mıyız ?"
"Kulağında kalsın, sen bunu yapacaksın!"
Yani, bunu söyleyip isyanı bastırmak üzere gönderirim. Üç
gün sonra kumandan bey, binbaşı bey bana yalnız başına gelir.
Boynu bükük.
"Nasıl oldu efendim?"
"Dediğiniz gibi oldu."
"E, söyledim sana, çaresini de söyledim. Gelecekler,
söyleyecekler, tamam..."
"Biz taburu bir yere yaymadık. Burada başında bulunur,
dışarıda ordugâh kurarız, yaparız..."
"Hükümetin, meclisin istediğini yapın, tedbir bundan
ibaret. Bırakıp kumandayı, askeri evlerde zehirlenmeye serbest
bıraktın mı, netice bu olur!"
Yani, böyle kaybetmiş.
Çetecilikten gelen insanların iç isyanların bastırılmasında
mühim bir rüçhanı vardı. Mühim rüçhan şuradan geliyor: Çerkez
Reşit Bey'e (Çerkez Ethem'in ağabeysidir) sormuştum:
"Ben asker gönderiyorum; avutuyorlar, aldatıyorlar, dağıtıyorlar...
Siz çeteyle gidiyorsunuz bir yere, 300 kişi gitmişseniz, 350
kişi olup çıkıyorsunuz. Nasıl şey bu? Bulunduğunuz yerden
50 kişi daha kuvvet alarak çıkıyorsunuz, daha kuvvetli olarak...
Bu nasıl oluyor?"
"A, kolayı var" dedi, "bir yere gittik mi,
orada intikam güden adamlar vardır, onları buluruz biz. Onlara
suç işletiriz. Suç işlemiştir veya suç işletecektir. Onları
sadık adam olarak alırız. Bizim adamımız olur artık."
Böyle
anlatır. Demirci Efeler, yok Çakırcalılar vs. yanlarında sadık
adam buluyorlar. Sadık adamlar olarak, gayet disiplinli çalıştırılabiliyor
şekavette. Su ortağı oluyor evvelâ. Çetesiyle suç ortağı oluyor.
O da, bir taraftan suç ortağı olduktan sonra emniyete giriyorlar.
şimdi, ordu zayıflamış bir halde. Niçin zayıflamış bir halde?
Zayiat vermiş, kadrolar düşmüş, harbin sonuna doğru firarlar
çoğalmış, kalmamış yani, muharebede erimişiz biz. Ordu, her
yerde kadro halinde, asker topluyoruz. Asker, seferberlik
ilân edemiyor. Milli mücadelede devlet, yani Büyük Millet
Meclisi hükümeti seferberlik ilân edemiyor bu muharebeyi yaparken.
Edemiyor, çünkü Cihan harbinde, geri hizmetlerde ve seferberlik
hizmetlerinde çok dedikodu olmuş, çok canları yanmış, ödü
kopuyor herkesin. Muharebe esnasındaki menzil hatları ve menzil
hayatı kurulacaktı, onun için seferberlik yapamıyoruz. Büyük
Millet Meclisi hükümeti kurulduktan sonra da Yunan taarruzlarına
karşı ta Sakarya'ya kadar davranamayışımızın sebebi budur.
Seferberlik ilân edemiyoruz. Seferberlik ilân edemeyip zayıf
kadroyla kalınca nüfusumuzdan ve halkımızdan istifade edemiyoruz,
gönüllülerden istifade ediyoruz. Gönüllü, bir muntazam harbin
cefasına dayanamıyor. Akşama kadar muharebe ediyor, gayet
hamiyetli adamdır, gece yarısı evine gidecek, gidiyor. Karşısındaki
muntazam ordu şafakla beraber taarruz ediyor. Kimse yok...
Bu konu,
isyanlardan çıktı. ıç isyanlar son derece yıpratıyor. Meclis
toplandı. Hükümeti meclis idare eder doğrudan doğruya. Yeni
usulle çıktı Atatürk: "Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir!"
Binaenaleyh meclis idare eder doğrudan doğruya, hükümete azayı
birer birer meclis seçiyor. Meclisin vekili olarak icra yapıyorlar
hepsi. Bu tarzda memleket idare olunuyor. ıç isyanlardan son
derece yıpranıyorduk.
Meclis
toplandıktan sonra beni Genelkurmay başkanı seçtiler. Genelkurmay
başkanı olarak hükümete girdim. Bu iç isyanlar, muharebe,
orduyu sevkıidare benim vazifem. Muntazam ordu yok, seferberlik
yapamaz. Vasıtalar yok. Orduyu idare edeceksin. Memleket ateş
içinde. ıç isyanlar takibat ister ve karşımızda muntazam ordu
var, muntazam ordulara mukavemet için [ancak] gönüllüler var.
Ben, ileride
bulunan kumandanların en genciydim. Hepsi iyi telakki ettiler.
Rütbeleri de yüksekti benden, yaşlan da. Sınıfta da daha ileriydiler.
Askerlikte kıdem, esaslı bir imtiyazdır. Onu tayin ediyorlar.
Kolaylıkla kabul ettiler beni. şöyle diyen var, böyle diyen
var. Hiç hayale düşmedim ben, hiç! Hepsi değerli insanlardı.
Büyük
Millet Meclisi Genelkurmay Başkanlığının, ben Genelkurmay
başkanı olduğum zaman heves edilecek hiç bir yeri yoktu, hiç
bir vasıtası yoktu. [Ama] her türlü ihtiyaç var idi.
Biz, Ziraat
Mektebinde oturuyorduk. Ankara'da, meclis açılıncaya kadar,
on beş gün zarfında her akşam bahçelerden, bağlardan, dağlardan
silah sesleri işitilirdi. Oradaki Ziraat Mektebine mi atıyorlar,
başkasına mı atıyorlar, böyle bir şey...
ılk günden
itibaren Atatürk'ün davasına inanmış olup kendisiyle işbirliği
yapan kumandanların her biri, kumanda ettikleri kıtanın başında
bulunmakla, hem şahısları, hem hizmetleri bakımından daha
verimli, daha emniyetli durumdaydılar. Herkes kumandasını,
emniyetini bırakıp da nazarî olarak, elinde hiç bir vasıtası
olmayan ricacı bir adamın vaziyetine girmeği istemez. Onun
verdiği kolaylıkla, Miralay İsmet Bey'in Genelkurmay başkanı
olmasını tabiî buldular, zannederim. Yani, kendilerinin bana
gösterdikleri hüsnü muameleyi ve hüsnü kabulü hiç bir zaman
değersiz bulmadım, fakat sonradan vaziyetler düzeldikçe, işlendikçe,
Genelkurmay Başkanlığı da heves edilir bir mevki haline geldi.
O zaman daha ziyade cephe kumandanı olarak vazife gördüm.
Hulâsa,
kolaylıkla Genelkurmay başkanı seçildim. Atatürk söylemişti,
ondan sonra vazife yaptık. ılk uğraştığım şey, iç isyanlardı.
ıç isyanlarda orduyla çetelerden gelenlerin farkını size söyledim.
Ordu daima zayıf kalıyor, daima aldatılabiliyordu, ufak kıtalar
azaltılabiliyordu. Ama çeteciler, esasında vesveseli insanlar.
Gittikleri yerlerde hiç kimseye emniyetleri yok. Tedib etmek
istedikleri insanlara karşı ellerinde silahları var, kuvvet
getirirler. Bu farkı göstermek için söyledim.
Sonra
Yunanlılarla taarruz. 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı.
ıç isyanlarla uğraştık. O sene yapılan işler: Bir defa Sevr
muahedesi 1920 senesinde kabul olundu. Türkiye için Sevr muahedesini
hazırlamış olanlar, Sevr muahedesini 1920'de tebliğ ettiler.
Hükümdar, "Saltanat şûrası" diye bir şûra topladı
ıstanbul'da. Bu şûra, Sevr muahedesini kabul etti.
Büyük
Millet Meclisi 23 Nisanda toplandı, hükümeti teşkil etti.
Ondan sonra da memleketi idareye başladı. Başlıca uğraştığımız
büyük konular, iç isyanlar. Dikkate değer ve son derece zalimane
bir güçlük karşısındayız. ıç isyanlar olur, ister istemez
kuvvetler bunlara ayrılır, gönderilir. Düşman, karşısından
ayırdığımız kuvvetlerden istifade eder, ilerler. Bu suretle
bilhassa Garp cephesinde Yunanlılar ve iç isyanlar... Yunan
taarruzu durur, isyan tedbiri yapılırken Yunan taarruz eder,
onun karşısına kuvvet yetiştirdiğiniz zaman tekrar isyan başlar.
Birbirleriyle kolaylıkla ve muntazam bir surette iç irtibatı
yapma manzarası vardır. Kumandan bir kişi, bir taraf. Bu,
galip devletlerin kumandası. Böyle almak lâzımdır. Bu kadar
intizam... "Milne Hattı" diye, Yunanlılara bir hat
göstermişlerdi. O hatta kalıyorlar ve ilerlemiyorlardı. Onun
karşısında toplanıyoruz, Kuvayı Milliye'yle müdafaa ediyoruz.
Fakat tekrar taarruza başlıyorlar. Bizim Büyük Millet Meclisi
hükümeti böyle müdafaa ediyor, iç isyanlarla uğraşıyor. Bu
toplanıp bir gün galebe eder. Kendileri muntazam ordu göndermeyince,
Türkiye'yi yenebilmek imkanları dâhilinde olmayan ufak devletlerin
gayretleriyle, Türkiye'yi amana getirmek mümkün olmayacaktır.
Bu mülahazayı niçin dikkate almazlar? Bunun cevabını ne olarak
söylüyorum? Yakından, içinden gördükleri padişahla beraber,
milli kıyama karşı, Sevr muahedesine karşı uğraşma hareketlerini
iç isyanlarla kolaylaştırıyorlar. Bunun kesin netice vereceğinden
asla ümitsiz değillerdi. Hata bundan geliyor. Kesin neticeyi
aldığımız zaman Churchill: "Suratımıza hacâlet şamarı
yedik!" diyordu.
Yunanlılara,
Lozan'da: "Ne istiyorsunuz?" dendiği
zaman (Lozan başladığı zaman anlatacağım), Yunan Murahhası
Venizelos:
"Sevr muahedesinde ne almışsak onların hepsini
istiyorum."
diyordu. Kendisine, İngiliz Hariciye nazırı, Fransız başvekili:
"Canım, ayrı bir muharebe oldu, o muharebeyi
kaybettiniz."
dediler.
Bunun üzerine Yunan murahhası:
"O ayrı muharebeyi siz
rica ettiniz, bu muharebeye katıldım. Sizinle müttefik
olarak katıldım. Müttefiklerin hepsi ya kazandılar, ya kaybettiler.
Onun içinde birisi kaybetti olur mu?"
diyorlardı ve bununla tutunmağa çalışıyorlardı. Demek istediğim
ayrıdır.
1920'de
iç isyanlarla mücadele ettik ve 1920'de olan işler bunlar.
Sevr muahedesini evvela bir "Saltanat şûrası"na
kabul ettirdiler. Topçu Feriki Rıza Paşa merhumun, bir kişinin
mukavemetiyle reddiyle olmuş. Ondan sonra imza ettiler. Devletin
kabul ettiği bu muahedeye karşı biz, Anadolu'da isyan etmiş
vaziyetine giriyoruz. şeyhülislâm ona göre fetva verebiliyor,
her şey yapılıyor.
1920'de
Ermenistan seferi oldu şark'ta. Bu ordu biraz asker toplayabildi,
muntazam ordu oldu. şark cephesine hareket ettirdik ve Ermenileri
mağlup etti, Sarıkamış'tan çıkardı, Kars'tan çıkardı. Gümrü'ye
kadar gitti ve orada Ermenilerle muahede yaptı. Ayrı bir devlet
olarak Ermenistan'ı işgal edebilecekti, fakat bu esnada muharebe
ettiğimiz Ermenistan devleti, Komünist camiasına iltihak etti.
Birleşik Sovyet cumhuriyetlerinden biri oldu ve Rusya ile
tabiî sulh havası içinde bulunurken, Ermenistan'la da sulh
yapmış olduk Bundan sonra şark muharebeleri, yani Fransızların
işgal ettikleri yerlerdeki muharebeler devam etti. Garpte
Birinci İnönü muharebesi oldu. Taarruzlardan sonra Büyük Millet
Meclisinin muntazam ordu kurarak yaptığı muharebe, Birinci
İnönü muharebesidir. Bu muharebe çok güç şartlar içinde oldu.
Az kuvvetle düşman karşılanabildi. Düşman Bursa'dan hareket
etmişti. Büyük zaafımız, Çerkez Ethem isyanı aynı zamanda
olmuştu. Birinci İnönü'nde evvela Çerkez Ethem, Kütahya üzerine
çetesiyle beraber taarruz ederken biz de kuvvet göndermiştik.,
bizzat Çerkez Ethem'i takip ediyorduk. Ciddi bir muharebe
kabul etmeden mütemadiyen çekiliyordu. Bu esnada Bursa cephesinde
kıpırdama ve hareket emareleri görüldü.
Bir akşam,
cepheden rapor aldım, baktım. Tam tertibi yapılmıştır. ıki
cephede az kuvvete karşı muharebe edecekler ve işbirliği var
aralarında. Derhal şüphe ettim. O gece, geri Eskişehir cephesine,
İnönü mevzilerine hareket etmek için emir verdim. Gece sabaha
kadar yürüdüler. Zaten uzun yürümüşlerdi. Geldik. Kısa bir
mesafe olduğu halde, yetiştirebildiğimiz trene bindiriyorduk.
Asker güç halle trene binebiliyordu. Yorgunluktan kıpırdayacak
hali yoktu. ıki saat uyuduktan sonra askeri trenden indiriyor,
muharebe meydanına sevk ediyorduk. Düşman da, 15.000 kişi
kadar silah kuvvetiyle İnönü'ne doğru geliyordu. Bizim toplayabildiğimiz
kuvvet nihayet 6.000 tüfekten ibaretti. Bununla iki üç gün
muharebe ettik. Düşman çekildi. Ben zannederim ki, Çerkez
Ethem'le beraber hareket ettikleri halde, kendisinin de bir
oyuna gelmesi ihtimalinden şüphe etti.
Garp cephesinde
iki başkumandanla karşı karşıya bulundum. Birisi, bu ilk başladığım
İnönü muharebelerini yaptığım kumandandır. General Papulas,
askerine sahip, kıtasına sahip iyi bir kumandandı. Yalnız
bir kıta içinde bir sefer yaptığını daima zihninde tutardı.
Çevrilecek, bir kazaya uğrayacak, bir tehlikeye uğrayacak
diye ödü kopardı. Bir gün, iki gün muharebe ettikten sonra
sinirleri boşanırdı.
Birinci
İnönü muharebesi 10 Ocak 1921'de oldu. Muharebeyi kazandık.
Memlekette büyük sevinç yarattı. Garp cephesinde Yunanlılara
karşı daima güç vaziyette kalmıştık, neticeler alamamıştık.
Ermenistan seferi ümit verdi, sevindirdi memleketi. Ondan
sonra İnönü muharebeleri... Düşman ilk defa ricat ediyor,
taarruz ettiği yerlerden çekiliyor. Bu tarzda psikolojik tesiri
vardı. ıkinci İnönü muharebesi bir ay sonra, 1 Nisanda oldu,
bitti. 10 Temmuz 1921'de Yunanlılar, Eskişehir - Afyon hattına
taarruz ettiler. Her muharebeden sonra yenisi gelecektir diye
ne mümkünse onu hazırlamağa çalışıyorduk.
Daha Birinci
İnönü muharebesi kazanılır kazanılmaz Londra'da konferans
yapıldı. ıstanbul hükümetini çağırdılar. Bize ıstanbul'dan
haber verdiler. Biz, başlıca salâhiyet sahibi olduğumuzu iddia
ediyorduk. Konferansa biz ayrı gittik, ıstanbul ayrı gitti.
Konferansta Tevfik Paşa, ıstanbul murahhas heyetinin başkanı
idi. O, muharebeden, ordudan bahsedilmeğe başlandığı zaman:
"Ordu cevap verecektir, Anadolu cevap verecektir"
demişti.
Çok makbule geçen bir dürüstlük göstermişti. Bununla, Büyük
Millet Meclisi hükümeti bir enternasyonal konferansta tanınmış
oldu.
Bundan
sonra büyük Yunan taarruzu oldu. Eskişehir-Afyon hareketine
karşı, büyük Yunan taarruzuna karar verildi. Seferberlik ilan
ettiler. Orada, kanlı bir surette, geniş bir cephede muharebe
oldu. Daima yarı kuvvet silah vasıtalarıyla, makineli tüfek
itibariyle yarı bile değil, yarıdan bile az bir kuvvetle muharebe
ediyoruz. [Silahları] teslim etmişiz mütarekeyle, buldukları
yerde almışlar. Ellerine geçmeyenleri kullanıyoruz. Rusya'dan
daha bir yardım görmüyoruz. Hatta heyet gönderdik, ne kadar
zamanda Rusya'ya varacağını, görüşeceğimizi, onu da bilmiyorduk.
Yunanlılar,
Eskişehir-Afyon hattına taarruz ettiler. Oradan ricata mecbur
olduk. Oradan ricat ettik, Sakarya'ya geldik. Aynı sene sıcağı
sıcağına, Temmuzda, Eskişehir hattına da taarruz ettiler.
Ağustosta Sakarya muharebesi verdik. Kıyamet koptu Sakarya
muharebesinde.
Ondan
evvel bütün propagandalar ıstanbul tarafından benim üzerimdeydi.
Ben mani oluyorum derlerdi. Bir Fransız kıtası Zonguldak'taydı.
Oradan bir zabit, Ankara hükümetiyle görüşmek üzere izin istedi.
Buyursun dedik, buraya geldi, üç dört günde geldi. Üç dört
gün sonra da gitti. Gözleri parladı. Harpten kurtulacak, bir
anlaşma sağlayacak vasıta arıyorlar. Temas başladı zannolundu.
Adam geldi, ben konuştum kendisiyle:
"Buyrun, beklerim sizi, teklifiniz nedir, arzunuz nedir?"
"Hayır" dedi, "ne istiyorsunuz diye onu öğrenmeğe
geldim" dedi
"Nasıl şey, yani ne istiyoruz?... Burada devlet teşkil
ettik. Büyük Millet Meclisi ilan etti: Toprağımız işgal olunmuştur,
tehlike karşısındayız. Zulüm gördük; hayatımızı, istiklalimizi
istiyoruz!" dedim.
"Bilmiyordum, bunu öğrenmeğe geldim" dedi.
Adam ınebolu'dan çıktı, Ankara'ya gelinceye kadar nerede kalmışsa,
her köyde: "Merak etmeyin, hallolunacak, Ankara'ya görüşmeye
gidiyorum. Ne mesele varsa çözülecek." Bunu söyleyerek
geldi; burada benimle bir saat görüştükten sonra geri döndü,
tekrar işine gitti. "Gittim, sulh olsun falan... Ne kadar
arzu gösterdi isem dinlemediler. İsmet Bey diye birisi var
orda, tekrar elim boş dönüyorum" Kimdir böyle diyen?
Nasıl? Böyle işliyorlar! Sonra Fransız gazeteleri de yazdılar:
Görüşmek üzere gitmişler, halletmek için çalışmışlar, İsmet
Bey isminde birisi varmış, o mani olmuş görüşmelerine...
Eskişehir
taarruzundan sonra Yunanlılar Sakarya'ya geldiler. Biliyorsunuz,
22 gün gece-gündüz muharebe olmuştur, meclis kıyametler koparmıştır.
Sakarya'da Yunanlılar bizi cenuptan çevirerek Ankara ile irtibatımızı
kesecek surette hareket ettiler. 22 gün gece - gündüz muharebe
ettikten sonra ricat etmeğe mecbur oldular, Eskişehir-Afyon
hattına çekildiler ve orada beklediler. Onları takip ettik,
biz de orada kaldık. Büyük bir netice almıştık. Muntazam ordunun
taarruzuna karşı biz, muntazam ordu ile müdafaa etmek vaziyetindeydik.
Evvelâ bu lüzumu anlamıştık. Memleketçe, milletçe bu lüzumu
kabul etmiştik. Ondan sonra da bu lüzumu tahakkuk ettirmekte
muvaffak olmuştuk. Elimizde bulunan vasıtaları muntazam bir
surette teşkilatlandırarak tecrübeli kumandanlarla iyi bir
müdafaa yapmağa imkan verdik. O zaman memleketimizin genişliğinden,
büyüklüğünden istifade ediyoruz. Eş kuvvetler olmasa da, kendi
potansiyel kuvvetlerimizle, Yunanlılar gibi, Ermeniler gibi
kuvvetlerin başa çıkamayacağı bir güçteyiz. Bunu ispat etmiş
olduk. Bundan sonra 1921 vakaları bu tarzda geçti.
Sakarya
muharebesinin geniş neticeleri oldu. Tam bir itimat geldi,
tam bir hükümet teessüs etti. Her tarafta bu hükümetin emirleri
tamamıyla caridir. Ondan sonra vicdan-i ammede ıstanbul hükümeti,
padişah idaresi mahkûm oldu.
Ondan
sonra üçüncü kısım geliyor. Düşman sözle, mukaveleyle hattından
çıkmaz, zorla çıkar. Nasıl çıkacak? Harp sanatı araya girdi.
Bana sormuşlardı mütareke esnasında:
"Yunan ordusunun başlıca eksiği neydi, ne buldun sen?"
dediler, "Neden mağlup oldu?"
Lozan
Barış Antlaşması görüşmelerinde Türk heyetinin başkanı İsmet
İnönü'nün konuşmasının metni şöyle:
"ıyi
muharebe ediyor dedim; Yunan ordusu, harb-i umumî görmemiş
dedim, yani Birinci Cihan harbi görmemiş Yunan ordusu. Onun
için bilmiyor. Büyük tertiplerde - kumandanlık, sevkidare-
tecrübesi yok" dedim.
Bir sene
hazırlık yaptık taarruz için. şimdi bakın, ben nasıl harp
ettim? Mesela, ağır top kullanabilirsem... Yunanlılar ağır
top kullanmadılar. Seyyar bulunuyorlar ve muharebe tecrübeleri
de kâfi değil. Ağır top taşıyamadılar, kullanamadılar. Ağır
topun lüzumunu bilseler, kullanacak yeri anlasalar, onu bulmak
için paraları mı yok, müttefikleri mi yok, fabrikaları mı
yok? Hepsi var. Sırf taşımağa korkuyor, ihtiyacı görmüyor!
Bizim elimizde 8-10 tane ağır top (15'lik obüsler) vardı.
ılk işimiz, o bunalım içinde, bu topları tamir etmek oldu.
Kamaları alınmış, şurasını burasını bozabildikleri kadar bozmuşlar.
Anadolu'da bizim şimendifer atölyelerinde, demirci dükkanlarında
bu 8-10 topu işler hale getirdik. Bu 8-10 topu muharebede
lazım olan yerlerde kullandığımız zaman gözleri faltaşı gibi
açıldı. Nasıl şey bu! Zannediyorlardı ki Ruslardan, Fransızlardan
ağır toplar aldık. Almadık! Eski, mütarekeyle [düşmanlara]
teslim ettiğimiz yalnız kaba gövdeleri olan ağır topları tamir
ettik iptidai vasıtalarla.
Birinci
İnönü muharebesindeki silah mevcudu 6.000 tahmin olunur bizim
tarafımızda. Yunanlılar, 15.000 kişi olarak taarruz etmişler
Birinci İnönü'nde İnönü mevzilerine. ıkinci İnönü muharebesinde
onlar 30.000 olmuşlardır. Biz nihayet 15.000'e çıkabilmişizdir
Eskişehir taarruzunda Yunanlılar çok üstün gelmişlerdir. Az
bir müddette bir şey alamamışızdır. Sakarya'da yine aramızdaki
kuvvet farkı pek çoktur.
Bir sene
taarruz için hazırlandık, askerin talim-terbiyesi için uğraştık.
Muntazam ordu olmak hareketi içindeyiz. Bildiğimiz, anladığımız
gibi, istediğimiz gibi orduyu hem kurduk, hem yetiştirdik.
Asıl yetişmeğe amil olan unsur, psikolojik emniyet gelmesidir.
Anlaşıldı ki fazla kuvvet gönderemiyorlar. Biz bunları yeneriz.
Bu emniyeti bir defa verdikten sonra, kabul ettikten sonra
çaresini buluyorum. Yenilme yok! Nerede kaybedersem mutlaka
sebebini buluyorum: Kaybetmeyeceğim ben! Niçin kaybediyorum?
Ama bir derdimiz var. Birinci Cihan harbi başka bir şey ispat
etmiştir: Sahrada kesin netice alınmıyor. Mevzi harpleri çok
tesirli olmuştur. Muharebe ediyor; çekildiği zaman 24 saat,
48 saat nefes alırsa, silahlar onu tekrar ciddi bir düşman
olarak meydana çıkarıyor. Bu sayede, mevzi harplerinin kuvveti
sayesinde harpler devam etti. Cihan harpleri bu yüzden sürekli
oldu. Bizde bu bir sene zarfında ordular mesafeli kalır. Arada
büyük mesafe açıklığı vardır. Sulh vaktinde olduğu gibi ileri
karakollarla idare edilen [muharebeler] ayrılır. Yeniden sahra
harbi başlar. Taarruz edeceğiz, mağlup edeceğiz düşmanı, oradan
çekilecek, 24 saatte 40 kilometre çekildi mi, onu oradan atmak
için tekrar bir sene uğraşmam lazım. Niçin? Bir defa, hemen
takip edecek vasıtam yok, otomobillerim yok. Ne götüreceksem
oraya, nereye gideceksem, elle gidecek, arabayla gidecek,
atla gidecek... Nakil vasıtası yok! Hulâsa, mevzi harbine
dökmeden kesin neticeyi almak lazım. Nasıl olacak bu? Kesin
muharebeyi verelim ve oradan, sonra takip edelim. Büyük bir
süvari birliği yaptık. Çok masraflıdır. ıptidai vesaitli bir
süvari fırkası meydana getirdik. Üç fırkalık bir kuvvet, 5-6
bin at. Mağlup olmuş bir düşmanın peşine düşerlerse son derece
tesirli olacaklardır. Tekrar toplanamaz, barındırmazlar. Muharebenin
icra tarzında kesin netice almayı sağlayacak çareler ve harp
usulleri kullandık, muvaffak olduk. Müsavi kuvvet var. Eskişehir,
arada Kütahya'nın doğusu diyelim, orada bir kuvvet var, ordu
var. Biz, bu üç gruptan birini, büyük çoğunlukla, kıyasıya
takip etmek isteriz. Bir defa bunun birini tahrip edebildik
mi, sonra biz mevcut olarak ona, üçte bir olarak yaklaşmış
olacağız. Onu yeneriz. Aldığımız tertipte birini değil, iki
grubu (Afyon cephesindeki kuvvetle, onun arasında bulunan
kuvveti -Yunan kolorduları bizden daha kuvvetliydi sayı olarak-)
bu iki ordudan mürekkep grubu, takriben müsavi bir kuvvetle
biz, her taraftan ve Eskişehir'den tasarruf ederek orada topladık.
Taarruz ettik, düşman, sonuna kadar bizim taarruzumuzu kabul
etti, çırpındı, yenmeğe çalıştı. Nihayet kumandanla beraber
hepsi esir oldu. Düşmanın iki parçası mahvolmuştu. Yalnız
Eskişehir'deki kuvvet kalmıştı. Eskişehir'deki hakiki kuvvet
karşısında üçte bir kuvvet kalmış. Aradaki Kolorduyu işgal
etmek için onun dörtte bir kuvvetini kullanmak kâfi geldi.
Geride, bundan tasarruf ettiğimiz kuvvetlerin hepsini, onun
üçte birini topladığımız zaman üstün geliyorduk. Sayı ve vasıta
olarak takriben üstün olduktan sonra, dava sahibi enerji olarak
üstünlüğümüz vardı.
26 Ağustosta taarruz ettik, 30 Ağustosta o iki kolordunun
kumandanını esir olarak aldım. Kolorduların kumandanlarına
birer birer sordum:
"Niye Konya istikametine taarruz yapmadın" dediğim
zaman:
"Süvari geçti arkamıza" dedi, "gidemiyorum
bir yere..." dedi.
Trikopis'in kuvveti cenuptaydı. Bunları, şimdiki başvekile
[tarihçi Markezinis) de anlattım, hatta Venizelos'a da...
"Niçin yalnız muharebe ettin?" dedim.
"Gelmedi" dedi.
"Niçin gelmedi?" dedim. "Sorun ona" dedi.
"Niçin gitmedin, bu seni çağırdı da?"
General Diyenis:
"Ben bütün kuvvetlerimi kaybettim. Nereye gideceğim?"
dedi, "kendimi kurtarmağa çalışıyorum!"
Dörtte
bir kuvveti onun karşısında bıraktık, bu kuvvet taarruz etti.
Büyük taarruzu yaptığımız zaman da, aynı günde o da taarruz
etti. ıleride bulunan zayıf, perde gibi hatların hepsini püskürttü
attı. "Bütün mevzilerimi kaybettim" dediği odur.
Adam bütün kuvvetiyle oraya geldi, kendisine taarruz eden
dörtte bir, beşte bir kuvveti ricata mecbur etti, "Vazifeyi
ifa ettim." dedi. Sonra anladık ki, asıl tehlike yanındaymış.
Oraya parça parça geldi. Yanına geldiği kuvvet ezilmişti.
Onunla beraber, hulâsa 26 Ağustosla 30 Ağustos arasında bütün
Yunan ordusunun üçte ikisi harpten hariç kaldı. Ondan sonra
ızmir'e girdik. Ben hesap ediyordum zihnimden: Nasıl yapabilirler?
Bizim bu tertip muvaffak olursa, aşağıda, Afyon cephesinde
mağlup olan kuvvetlerin hepsini Eskişehir'e çekerler ve ızmir'i,
yakın bir cepheden, yeni kuvvetlerle, Yunanistan'dan getirecekleri
kuvvetlerle tutarlar. Eskişehir'de zamanla çok kuvvetli olursa,
ister istemez ayırmağa mecbur oluruz. ızmir'de zaten kendisini
müdafaa edecek bir kuvvet yetiştirilmiş olur. Yapabilirler,
öyle yapmadılar. Sordum:
"Niçin Eskişehir üzerine çekilmedin?"
"Emir aldım, ızmir'e gideceğim" dedi.
"ızmir'e nasıl gideceksin? ışte gidemedin" dedim.
"Emir aldım..." dedi kumandan.
Harp böyle bitti. şimdi nasıl olacak? Biz ızmir'e gittik.
ızmir'e varır varmaz yangın çıkardılar. Ondan sonra İngiliz
donanmasından bir zabit geldi. Atatürk'e:
"Siz ıngiltere'yle harp halinde misiniz? Yazılı cevap
verin"
Cevap verdik:
"Biz, ıngiltere'yle harp halinde değiliz!"
ıngiltere'yle sulh yapmamışızdır. Aramızda sulh yoktur. Onu
takip ediyoruz. Ondan sonra yapmadılar. Çünkü taarruzdan sonra
politik bakımdan ıngiltere, Lloyd George, Churchill büyük
hiddet gösterdiler. Dominyonlara müracaat ettiler. Dominyonlardan
bazıları:
"Mecbur olursak, çağırırsa ana vatan, gideriz."
dediler. Bir kısmı, Kanada gibi mesela, açıktan:
"Nereye gideceğim? Niçin gideceğim?" dedi. Hulâsa
münakaşa başladı ve hükümet düştü. Yeni gelen hükümet:
"Türkler sulh yapmak ister mi?" Bunu [soruşturdu].
Bundan sonra Lozan başladı. Evvelâ mütareke yaptık. Bir hafta
müzakere ettik. 11 Ekimde mütarekeyi (Mudanya mütarekesi)
imza ettim. Mütarekeye Yunanlılar gelmedi, müttefikler geldi.
Mütarekeyi onlarla yaptık.
Bırakırlarsa
ne yapacağız? ızmir'e gittikten sonra bırakırlarsa olmaz.
Mutlaka bizimle sulh yapmak mecburi olsun. Buna çare arıyoruz.
Tuttuk, asker olarak Boğazlara yürüdük. Büyük çoğunluk bizde.
Sulh yapmak lazım. ıstanbul ve Çanakkale karşısında düşman
kuvvetleri az. Silah kullanmayacaklar bizimkiler, yürüyecekler
ve gözlerinin önünde daima bir tehlike olarak belirecekler.
Derhal mütareke ihtiyacı hissedildi, "Ne yapacağız"
dediler. 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan muharebesi kazanıldıktan
sonra Ankara'da hükümete mütareke için müracaat edildi. Yunanlıları
bozmuşuz. Ordu daha henüz Afyon'un 30 km. garbinde. Mütareke
yapacağız. Girmedik öyle şeye... Yunan ordusunun evvelâ çıkması
lazım. Ondan sonra o kaldı. Tekrar Boğazlar üzerine hareket
ettiğimiz zaman mütareke istediler. Ondan sonra, Lozan Sulh
konferansı 1922'de oldu.
Demek
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi teşekkül etti.
Taarruzlara uğradık. Zaten Mondros mütarekesiyle stratejik
noktaları işgal edeceğiz bahanesiyle Adana ve Gaziantep'te
Fransızlar cephe açmıştı. Karadeniz kenarında işgaller oldu.
Ondan sonra ızmir'i işgal ettiler. Yunan ordusuyla neticeyi
alacaklardı. Bunlar olmadı. şimdi sulh müzakeresine gidiyoruz.
"Müsavi şartlarla konuşacağız" dediler, müsavi şartlarla
konuştuk. Venizelos bana aramız çok iyi olduktan sonra:
"ıki memleket arasında sulh yapmak esas politikadır,
iyi politikadır."
Venizelos
hakikaten inanmıştı buna. Planları neydi? "Geçti o planlar"
diyor. Müttefikler, Rusya ve diğer Garp devletleri Yunanlıları
himaye edecekler, Rumeli'den bizi çıkaracaklar gibi. Anadolu'ya
da bir gün Yunanlılar hâkim olacaklar. "Megalo idea"
dedikleri bu hayal, Yunanlıların kafasında var.
Venizelos
bir defa sulha nasıl başlamış? Venizelos, Lord Curzon'a gitmiş,
demiş:
"Biz müttefiktik, kaybettim ben bu harbi. Bir
ittifak heyetinde azadan birinin muharebe kaybetmesi var mıdır?
İttifak heyetinde müttefiklerin hepsi kazanır veya kaybeder.
Ben bir felâkete uğramışım, siz beni bu felâketle yalnız bırakıyorsunuz,
olmaz bu! Sevr muahedesini isterim."
Lord Curzon:
"Canım, sen tecrübeli devlet adamısın, nasıl
söylüyorsun bunu? Nasıl yapacağız biz bunu?"
Tehdit
etmiş Venizelos, Lord Curzon'u: "Ben isteyeceğim
bunu konferanstan ve size alenen reddettireceğim. Dünyaya
göstereceğim ki, İngilizlerle ittifakın neticesi budur! Ben
de size bunu yaparım!" demiş.
Lozan
konferansı başlamadan evvel oraya gittim. Kimse yok... O da
bir oyun gibi geldi bana. Halbuki İngilizlerin seçimi varmış,
daha hükümetin ne olacağı belli değil. O yüzden, seçimin sonunu
bekliyorlar. Siyasi hayatta tecrübem, bilgim o kadar geniş
olmadığı için oraya gittim. İngilizleri bulamayınca, "Yeniden
bir oyun karşısındayız..." dedim.
Bu fasıladan istifade ederek Fransızlar beni davet ettiler.
Eski Reisicumhur Mösyö Poincare başvekil olmuştu, o davet
etti. Gittim, konuştuk.
"Sulh
olacak mı?" diyorum, "Olacak, sulh olacak...."
diyor.
"Çıkacaksınız memleketten!" dedim.
O sordu:
"Sulh olacak, arazi meselesi var mı?" dedi müzakerede.
Fransızlarla
Ankara itilâfnamesini yapmıştık, Suriye'den ayağımızı çekmiştik.
Onu tanıyor muyuz, tanımıyor muyuz; o, buna teşhis koymak
istedi ve hakikaten Fransızlarla anlaşmıştık, istifade ettik
onlardan. Böyle bir niyetimiz yoktu. Söyledim
"Hayır, böyle bir niyetimiz yok, yaptığımız itilâfnameye
riayet edeceğiz. Mademki Araplar bizi istemediler, artık ana
vatanı muhafaza etmeğe, onun üzerinde çalışmağa kararlıyız.".
"Güzel.." dedi.
"Ama bizim istediklerimiz var, dedim, meselâ azınlıkların
memleket içinde imtiyaz sahibi gibi muamele görmelerini kabul
etmeyiz. Başka memleketlerde azınlıklar ne muamele görüyorlarsa
onu kabul ediyoruz, ederiz."
Lord Curzon gelmişti, yakında onunla konuştum azınlık meselesi
ne olacak diye.
Lord Curzon: "Azınlık kaldı mı ki, ne olacağı meselesi
olsun?" dedi, "Çünkü Anadolu'daki Rumlar, muharebe
sonunda çekilmişlerdi, Türklerle kendiliğimizden mübadele
yapmıştık. Öyle bir mesele yok ve dediğim doğru." dedi.
"Kapitülasyonları kabul etmeyiz." dedim.
"Canım, edersiniz" dedi, "nesi var kapitülasyonların?"
"Nasıl nesi var?..."
Bu bizim için esaslı meseleydi.
"ıstiklal savaşı yaptık biz. Bizden ayrılıyor bir devlet.
Daha yeni doğmuştur. Tam müstakil bir devletin bütün haklarını
alıyor, gümrük hakkını alıyor, vatandaşlık hakkını alıyor,
adalet hakkını alıyor... Neden Türklere bunu böyle tanımıyorsunuz?"
"Bir çare buluruz" dedi.
"Çaresi yok bunun, ne çare bulacaksınız."
"Canım, geçici bir şey, tekrar buluruz" dedi.
Hulâsa, ne söylersem olur, olur diyor, olmaz diyorum, olur
diyor. Böyle ayrıldık.
Sonra, orada tanıştığımız Fransızlar var, onlarla görüştüm.
"Nasıl buldun?" dedi.
"Poincare ile konuştum. Poincare'yi kapitülasyonlar meselesinde
musir gördüm. O olmazsa hiç bir şey olmaz!" dedim.
"E, neye atfediyorsunuz?" dedi.
"E, neye atfediyorum, kapitülasyonlardan vazgeçmiyor!"
"Bilmiyorlar" dedi, "bizim devlet adamları,
bu Anadolu harekâtı nedir, başında bulunan adamlar nedir,
bilmiyorlar, cahildirler" dedi. "Zannediyorlar ki,
orada hakikaten eşkıya dağa çıkmıştır ve muvaffak olmuştur."
"Öyle değil" dedim.
"Bunu bilmiyorlar" dedi, "Ne yapacaksın sen?
Kısa bir zamanda kapitülasyonlar vs. meselesi gelecek."
"Olmuyor, dönüp gideceğim, dedim, başka çare arayacağız,
buluruz, dedim, herhalde kabul etmeyeceğiz" dedim ona.
"Sakın kısa zamanda bırakıp gitmeğe kalkma" dedi,
"adam bir şey için söylemiyor, bilmiyor; cahil... Bu
konferansı yıpratmak lazımdır" dedi, "ısrar edeceksin,
söyleye söyleye anlatacaksın..." dedi. (Bu sözler Franklin
Bouillon'a aittir)
Böyle kaldı. Ama bu, benim zihnimde bir yer yaptı. Çok sıkıştırdıkları
zaman ilişkiyi koparmıyorum, fakat davada ısrar ediyorum.
Askeri kuvveti, yani muharebe kuvvetini icbar etmek, iradesini
kabul ettirmek... Bu şart olmazsa, iki memleketin, iki politika
tarafının bir konu üzerinde anlaşması son derece güç. Nuh
deyip peygamber demezler. Kendisi tasavvur ettiği şeyi istihsal
etmeğe çalışır. Mutlaka onu kabul ettirecek, onunla muvazene
temin edecek... Bir karşı menfaat bulunmak lazım: Ya, iki
tarafın müsavi derecede istifade edeceği bir konudur, anlaşmak
kolaydır, ya da böyle olmaz da bir pazarlık mevzuu olursa,
o pazarlıktan netice almak son derece zor, son derece zor!
Müsavi
şartlarla konferansa başladık. Biz müsavi şartlarla diyoruz
ama, o dört sene harp etti, bütün Arabistan'ı işgal etti,
müsavi şartlarla demiyor, galebe ettim diyor. ıçinde, mağlup
olmuş Yunanistan... O kendisi öyle anlıyor. Böyle olunca son
derece güç, son derece güç! Ama onun vasıtaları da var.
Lozan
konferansında arada (şubatta) kopma oldu, ayrılma oldu. Mesela,
bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul etmiyorlar.
Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye hukuk
müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini
söyleriz, "Yazın," der, kapitülasyonlar maddesi:
"Kapitülasyonların ıslahı ve kaldırılması için zemine
girmek üzere..." ışte şöyle olur, böyle olur...
"Canım, kaldırılması zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır!
Niye bunu demiyorsunuz?"
"Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey... Hukuk dili..."
Hulâsa, dokuz ay, hukuk dilini öğrenemedim... "Tali komisyon"da
uzun boylu konuştuktan sonra olmadı. Sonra bir gün, kapitülasyonlar
maddesini yazmak için Promajo bana geldi:
"Nasıl istiyorsunuz?" dedi.
"Yazın!" dedim, "kapitülasyonlar kaldırılmıştır!
Lağvedilmiştir!" Daha bilmem ne falan... "Bitti,
yoktur böyle bir mesele!" dedim.
"Peki, böyle yazalım" dedi.
"Ne oldu, hukuk diline uydu mu?" dedim.
"Karar verdiler" dedi, "kapitülasyonları kaldırmaya
karar verdiler."
"E, demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?" dedim.
"Vermemişlerdi..."
Hukuk dilidir diye "kıyamet"i kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.
Neye güveniyorlardı?
Harpte padişah onlarla beraberdi. ıstanbul hükümeti, harbi
kazandırmak için iç isyanlarla her türlü zulmü yaptı. Cumhuriyet...
Yoktu bizde böyle bir fikir. Yani şahsi bir fikrimiz olsa
bile, hükümet şekli değişecek... Böyle bir şey düşünülerek
Milli mücadele yapılmamıştır. Milli mücadele; Türkiye'nin
yaşama hakkı kabul edilmemiştir, Türk devleti kaldırılmağa
karar verilmiştir müşahedesine, davasına isabetle teşhis koyduktan
sonra, müdafaa vasıtası olarak gelmiştir. Cumhuriyet, müdafaa
rejimi olarak gelmiştir. ımparatorluk, Türk devletinin taksimini
Türk milletine kabul ettirmek için düşmanlarla işbirliği yaparak,
onlara yardımcı olarak mücadele etmiştir. Hanedan bunu yapmıştır,
rejim bunu yapmıştır. [Bunun üzerine] Türk milleti ayaklanmıştır
ve Birinci Cihan harbi dört sene devam ettikten sonra, ıstiklal
savaşı olarak, 1918'den 1922'ye, 1923'e kadar, dört sene,
beş sene daha devam etmiştir.
şimdi,
bu elli sene zarfında ne netice aldık? Benim kanaatimce biz,
bizzat demokratik rejim bakımından da bu elli sene içinde
müspet netice almışızdır. Bugün seçim oldu, neticeleri alındı.
şu şekilde, bu şekilde... Tek dereceli seçim yapıyoruz ve
neticesini ilan ediyorlar. Herhangi bir yerde, seçim yanlış
oldu, hatalıdır şikâyeti var mı? Çok partili hayata girmeğe
karar verdiğimiz zaman 1946 seçimlerini yapmıştık. Seçim yanlıştır
diye şikâyet etmişlerdi. Sonra toplandık. Ben o zaman reisicumhurdum.
Yanlış olmuştur diye şikâyetler var. Bu şikâyetleri bertaraf
etmek için ne lazımdır? Çaresi? Adaletin murakabesi altında
olsun dediler. Bir kısım vatandaşlar, politikacılar katiyen
istemiyorlardı. Mademki bu emniyet getirecektir, bunu yapalım
diye ısrar ettim. Adaletin kontrolü altında seçim yapılıyor.
Tek dereceli seçim görülmemiş bir şeydir. Doğru dürüst yapılmasıyle
böyle bir mesele kalmadı. Tek dereceli seçimle Cumhuriyet
seçim yapabiliyor ve netice alınıyor.
Cumhuriyet
ilkeleri muhafaza edilmek esastır. Cumhuriyet ilkeleri üzerinde
çok partili hayata girdik. Münakaşası serbest olduğu halde
Cumhuriyet ilkeleri üzerinde münakaşa çıkmadı, henüz çıkmadı.
Tek parti devrinde, dokunulamayan konulara, tek parti olduğu
için dokunulmuyor denebilirdi. Çok partili hayata girmekte
asıl maksat da buydu. Herkes serbest olsun, her fikir söylenebildiği
zaman ne oluyor, [buna ne kadar alışılmıştır], böyle girdik
çok partili hayata. Elbette Cumhuriyet için, din ve dünya
işlerinin ayrılması için konmuş olan ilkeler bugün münakaşa
konusu değildir ve münakaşa konusu yapmak için arzular gizli
haldedir, açığa vurulmayacak kadar zayıftır. Bu büyük bir
terakkidir. Cumhuriyet ilkelerini muhafaza edebilirsek biz,
iç buhranlara çare bulabiliriz.
Ancak
bu sayede, Lozan muahedesinde başlıca tecrübeyi, Lord Curzon'un
bana verdiği bir dersi söyleyeyim:
"Memnun değiliz Lozan muahedesinin
müzakeresinden. Hiç bir dediğimizi yaptıramadık. Reddettiklerinizin
hepsini cebimize atıyoruz. Harap bir memleket alıyorsunuz,
bunu kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız var. Bu
parayı almak için gelip diz çökeceksiniz. Cebime attıklarımın
hepsini çıkaracağım size" diyordu Lord Curzon, "Hepsini
vereceğim size..."
Bu, benim
kafamda daimi bir yer etmişti. Dışarıdan yalnız para verenin,
yalnız para muamelesi yapması son derece güç bir şey. O, parayla
beraber bir ek menfaat istiyor. Muhitine göre, meselesine
göre kabili tahammül olur veya olmaz, istiyor.
Bunu bana
söyledi. Bundan sonra biz Cumhuriyet'i elli sene tatbik ettik,
bu müddet esnasında yatırım yaptık, demiryolları yaptık, demiryolları
satın aldık, endüstriler kurabildik. şeker endüstrisi, dokuma
endüstrisi vs. gibi mütevazı endüstriler... Diğer endüstrileri
kurmadan yapamayız. Bu endüstrileri kurmak için, demiryollarını
satın almak için, yeni demiryolları yapmak için istikraz mı
ettik? ıstikraz etmedik, hiç birini istikraz etmedik. Kendi
paramızla yaptık. Gayet basit bir usulüm vardı benim. Mali
intizam her şeyin üstündedir devlet idaresinde. Benim usulüm:
Her bütçenin mutlaka yatırım payı olmalıdır. Ne kadar gelir
var? Yüz milyon gelir var. Yüz milyon gelir, memleketin ihtiyacına
yetmiyor bile. Ne yapacağız? Benim usulüm bu: Yüz milyon gelir
var. ıyi. Doksan milyon gelir olsaydı, onunla da gelir ihtiyacı
tamamıyla karşılanıyor mu? Karşılanmıyor. Bu, on milyon daha
eksik olsaydı, ihtiyacı nasıl karşılarsak, bu on milyonu yatırım
olarak yeni işe ayırmak lazımdır. Memleket, mali işini intizama
koyabilir, kalkınma, için para bulabilir. Fakir olduğu nispette,
kalkınma için içinden bulacağı para az olur, ama kalkınır.
Fakir olduğu için, zenginin on senede yapacağını, bu elli
senede yapar. Ama yapar! Ama hiç bir yatırım yapmayan bir
bütçe ile memleket idare olunursa, sadece yer ve ilânihaye
o halde kalır. Basit bir şey gibi görünür; bunu yaptığın zaman,
plan fikri buradan doğuyor, yatırım fikri buradan doğuyor.
Beş'le başladığın zaman, iki sene sonra altı oluyor.
Arkadaşlarım,
belki daha muntazam bir konuşma istiyordunuz benden. Başlıca
meseleleri, askeri meseleleri ve Lozan konferansı meselelerini,
ihtiyaçlarını anlattım. Lozan muahedesi hemen tasdik olunmadı.
Biz tasdik ettik. Diğer akitlerin, imza sahiplerinin meclislerinde
tasdik olunması için hemen bir seneye yakın sürüklediler.
Niye sürüklediler? Eski Türkiye'yi bilerek kabul olunan maddeler,
iç karışıklıklardan dolayı tatbik olunmayacak, yeniden karışıklıklar
çıkacak, yeniden ihtiyaçlar çıkacak. Bu ihtiyaçlar karşısında
bunlardan, aldıklarından, pazarlık eder, geri alırız. Hiç
şüphem yok. Bu, kafamın içinde vardır. Bununla ellinci seneyi
bulduk. ıyimser bir vaziyetteyim. Mutlaka Cumhuriyet'i korumağa
mecburuz, ilkelerini korumağa mecburuz. Bu ilkelerin de, Cumhuriyet'te
Atatürk hareketinin de, kendisi hayattan çekilip de yalnız
eserleri kaldıktan sonra, Atatürk isminin ve hareketlerinin
münakaşa ve tenkit konusu olmak vasfı, niteliği kalmamıştır,
müşterek mal olmuştur. Cumhuriyet'le beraber müşterek millet
malı olmuştur. Bütün münakaşalar, ihtilaflar, siyasi mücadeleler
o hudut içinde kalacaktır. Bu ümitteyim. Cumhuriyet'in geleceği
emniyetli görünür. Sağlam bir Cumhuriyet kurulmuştur. Vatandaşlarımız
bunu şerefle muhafaza edeceklerdir.
Teşekkür
ederim, arkadaşlarım...