YAYA MIYIM, MOTORLU TAŞIT MI?

      Tarih 29.9.2003.İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin  Çetin Emeç Sanat Galerisi’nde, mühendis sanatçılar  olarak resim sergisi açacağız. Kültür Müdürü Sema Hanım yaşam öykülerimizi istedi. Açılış için davetiye hazırlayacak. Şevket’in   öyküsünü iş yerinden alıp götürecektim Belediye’ye. O gün  Kon-Bel’den  aldım.Yanımda konuğum Göksel de var. Belediye otobüsüne bindik, Konak Vapur İskelesi’nin arkasındaki durakta indik. Bulvarın karşı tarafına geçeceğiz. Yüz metre sağımızda yeni yapılan üst geçit var. Bu sıcakta az ilerideki geçitten geçmeye kalksak, hem canımız çıkacak, hem de zaman kayıp edeceğiz; düşüncesiyle kestirmeden ulaşmaya karar verip, ayağımızı Bulvar’a atmadan; önce çift yönlü yolun soluna bakıp, motorlu taşıt gelmediğini görünce: ” Davran Göksel geçelim” dedim.
                                                                                                                          
       İlk aşamada, dört şeritli akışı olan yolu boylu boyuna ikiye bölen ağaç dikili yere dek bir solukta ulaştık. Nemli hava ısısı kırk dereceye ulaşıyor Konak’ta. Kan, ter içinde kaldık orta yere varıncaya kadar. Ağzımız, dilimiz kurudu, her yanımızdan tuzlu tuzlu beden suyumuz akıyor. Gömleklerimiz sıkmalık oldu.

      Biz karşıya geçmeye çalışırken, yol polislerinde bir kıpırtı vardı. Bulvar’ın bize göre karşı tarafında konuşlanmışlar, anlaşılmaz bir hareket halindeydiler. Bu eylemi görünce: “Birilerinin canını yakıyorlar yine” diye düşündüm. Yakmadıkları zaman yoktu ki. İşin daha da tuhaf yanı etraflarında hiçbir motorlu taşıt yok.  
                               
      Soluklandık. Yolun ikinci yarısı için güç topladıktan, sağımıza baktıktan sonra, yolda araç akışı olmadığı bir süreçte yine davrandık konuğum Göksel’le. Karşı kaldırıma ulaştık ki, kulaklarımızda fırtınalı bir polis düdüğü yoğunluğu uğulduyor. . Belediye’ye doğru yürümeye başladık. Düdük sesi, seslenmeye dönüştü. ”Hey! Beyefendi… Beyefendi! Biz üzerimize alınmıyoruz. Yürüyoruz…”Düt!..Düütt! Düüt! Düt! Bu kez, ses tonu daha etkili duyurucu oldu ve bağrışmalar başladı. Yine oralı değiliz. Ne olu yor diye bir baktık: Yol polisi: ”Hey! Siz.size söylüyom.. Hop hop arkadaş.. Gelir misiniz?.. Sağır mısın be adam?”

      Meğer polis bize sesleniyormuş, ellerini kollarını sallaya sallaya, beyaz şapkasının altında. Arkamızdan gırla giden düdük ve bağırma sesine duyarsız kalmak olası değil. Polis hâlâ gel gel diye işaret ediyor, bir yandan da şapkalı başını sallıyor. İnanamadım. Acaba diyerek, döndüm arkama baktım. Bizden başka da kimse de yok arkamızda. O hâlâ hem düdük çalıyor,  hem eliyle işaretlerini sürdürüyor. Elimde olmadan, beden dilimle; ”Ben mi ?” işaretiyle sormuşum. ”Evet.. Evet.. Sen ” diye yineledi resmi kıyafetli yurttaş. 

      Yanına yaklaştığımızda; çok kibar bir biçimde: ”Lütfen kimlikleriniz” dedi. Saf saf çıkardık eline tutuşturduk sormadan, etmeden. Polis kavramı bilinci beyin altında yatan korku ve baskısıyla. Sanki zorunluyuz vermeye. Burası bizim ülke, istersen verme de gör sonuçlarını.

       Resmi kıyafetli arkadaş, hiçbir açıklamada bulunmadan önce bana, sonra da Göksel’e ceza yazıp makbuzları elimize tutuşturdu. Ne olduğunu anlamadan, bir boksörün yediği yumrukla dövüşemeyecek duruma gelmesi konumuna düştük aniden. Makbuza şöyle bir baktım, hiçbir şey okunmuyor. Sanırsınız ilköğretim okuluna gitmeyen arkadaşım, baş ressam Kemal’in kaleminden çıkmış ki; O iki yüze dek sayıyor, bir de üstünü üstlük geriye dönüyor. Yalnızca ne kadar ceza yazıldığı okunabiliyor ceza makbuzunda: 32.100.000.TL/ kişi başına. Bu miktarın kesinliğini de cezayı öderken öğrenebildim ancak.

       Bu rakamı üç aşağı-beş yukarı okuyunca, bende şafak ve “asfalya”larım atıverdi. Kan beynime sıçradı o hava şartlarında. Düşünebiliyor musunuz? S.S.K’dan emekli bir yurttaşın bu cezayı yemesini.
       “Yahu arkadaş suçumuz ne?” diye sorduğumda, “Yaya geçit olmayan yerden geçtiniz” diye yanıtlamaz mı? Ben de: ”Burada durup ceza yazacağına, karşıda dur insanları bu tarafa geçirme. Hem ben bu cezayı yememiş olurum. Siz de caydırıcı ve eğitici olursunuz. Böyle bir niyetiniz var mı? Yoksa amacınız ceza yazarak caydırıcılığı mı seçenek yapıyorsunuz. Yazık değil mi bu az ücret alan insanlara?” Açtım ağzımı, yumdum gözümü. İçim acımış yazılan cezadan ki, aklıma ne gelirse söylüyorum. Cezayı geri alsın.

       Artık bir yurttaş olarak önerilerimi genişletmeye başladım. En sonunda;”Ne çok konuşu-yorsun sen ?” dedi polis. ”Benim yediğim cezayı sen yesen, sen adam vurursun be! Benim geçmemi engelle, yaptırımcı ol da topluma yararlı ol. Ben de aldığım üç kuruşla zor duruma düşmeyeyim sayenizde. Böylesi daha akılcı değil mi ?..Yanıt yok. Cezayı duraksatmak için elimden geleni, aklıma ne düşüyorsa duraksamadan dillendiriyorum.

       Sonunda dayanamadı; ”Sen ne iş yapıyorsun?”  “Sıradan bir yurttaşım” diye yanıtladım.

      Mühendis olduğumu, yazın işleriyle uğraştığımı dile getirmedim. Söylesem, ağzına laf versem kim bilir nasıl yüklenecekti bana. İşin sonu daha fena olacaktı. Polis tekrar sordu: ” Sen yerel televizyon izlemiyor musun?” “Hayır!.. Ben ulusal televizyonları bile izlemiyorum, zorunlu muyum yerel televizyon izlemeye ?”

      Polis: ” Bak izleseydin kârın olurdu, zararın olmazdı..”  “Ne olmuş yani ?” Polis tekrar sözü aldı: ”Kaç gündür yayalara uygulama başlayacak diye bangır bangır bağırıyor. Dinleseydin haberin olurdu.” Ben; ”Peki ne zaman başladı bu uygulama.” Polis:”Az önce.” Şaşırdım.
      “Yani ?” ” Yanisi manisi yok. Az  önce saat 14’de”..Şaşkınlığım bir kat daha arttı.”Yapma yahu!” Saatime baktım, saat 14.05’i gösteriyor. Altı dakika önce eylemde bulunsam ceza yemeyeceğim. Cezayı uygulayan polise aynı soruyu yönelttim. Yanıtı ise; ”Hayır!” oldu.

       O halde; elime tutuşturduğu ceza makbuzunu geri verip, biz de geri geri giderek; filmlerdeki geri sarım işlevi gibi yaparak;”Sen bu cezayı al, biz geri dönüyoruz. Sen de burada değil karşıda durakta dur, geçmek isteyenleri engelle, bir işe yara. Saatimiz belki de ileridir.”  Polis kızmağa başladı:”Sen çok konuşuyorsun, çok biliyorsun.” ”Tabi çok bilirim, çok konuşurum. Otuz iki milyonu sen yeseydin ne yapardın acaba?”

         Ağız dalaşımız bu doğrultuda sürdü gitti. Yol polisi cezayı da geri almadı. Biz de geriye durağa dönemedik. Moralimiz bozuldu. Her ikimiz de burnumuzdan soluyoruz. Hele Göksel; daha öğrenci sayılır. Kendi kendime kızıyorum:”Ulan, iki bardak çay içeceğine, beş dakika önce çıksaydın da uygulanmaya yakalanmasaydın olmaz mıydı ?” Geliş gidiş bu parayı dişimizden, tırnağımızdan, alın terimizden damıtıp ödeyeceğiz.

          Büyükşehir Kültür Müdürü’ne Şevket’in yaşam öyküsünü verdik ama tüm yaşam sevincimizi yitirmiş gibi olduk. Yaşamın sonu değildi ama keyfe keder bir durum oluşmuş, yaşamımıza limon sıkılmıştı. Sanki şehir magandalarınca kurşun yağmuruna tutulmuştuk, bir maç sonrası.

          Burnumuzdan soluyarak eve dönüyoruz, yol işaretlerine son derece dikkat ederek ve uyarak. Girilmez yerlere girmiyor, tekyön yolları seçenek yapıyorduk. Hatta ve hatta bulvar geçerken ışıklı kavşaklara dek yürüyoruz.

         Eve geldik. Arkadaşlar gelmiş, balkonda oturuyorlar. Halimizi görünce; “Hay’rola?” sorusuna; durumu özetleyerek geçiştirmeye çalıştık. Fakat dillerinden kurtulmak olası değil. Aldılar mı bizi gırgıra. Biz otururken, sergiye katkıda bulunacak Şevket geldi. O’na da anlatmak gerekiyor. Çünkü yaşam öyküsünün sonucunu merak ediyor. Kısaca durumu anlattım. Şevket: ”Ağabey seni Tır’la karıştırmasınlar?” demez mi. Durum daha da ilginç bir konuma girdi. Herkes dalgasını geçmeye başladı.Tır..Tır..

          En çok gücüme; benim gibi birinin böyle bir eylemi yapıp, trafik cezası yemekti. Hem de yaya olarak. Neyse, olan olmuştu. 32 milyon100 binlik ceza makbuzunu orta yere koydum. Süresini geçirmeyelim.  

          Makbuzun altıdaki açıklamada: Para cezasını 10 gün içinde, plakanızın kayıtlı olduğu vergi dairesine, cezanın tescil plakasına kesilmemesi halinde ceza muhatabının bulunduğu yerdeki MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİNİ tahsile yetkili vergi dairesine veya bu vergi dairesinin bulunduğu belediye sınırları dışındaki diğer saymanlıklara ya da söz konusu cezayı tahsile (ki, burada söz konusu ayrı yazılacaktır) yetkili bankalara ödeyebilirsiniz.

         10 gün içinde ödenmeyen cezalar iki katına çıkar ve ödeme süresi 10 gün daha uzar. Bu süre içinde ödenmeyen cezalar 3 katına çıkacağı ve 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna göre tahsil edileceği tebliğ olunur.

         Yazım ve anlatım hatalarıyla dolu uyarı yazısını okuyunca, durumumun ne denli çok tehlikeli olduğunu duyumsadım. Kendi kendime de acaba ben yaya mıyım, yoksa motorlu taşıt mıyım sorusunu sık sık yineleyerek sordum. Durumun parasal yönden de ağır olmasından ötürü, makbuzu gözümün önünden ayırmıyorum. Birinci on gün sonunda 64 milyon 200 bin… Bu süre sonunda ise,96 milyon 300 bine çıkacak, hesabıma göre. Gitti bizim SSK emekli maaşı.

         Aradan bir süre geçince, olayı ailecek unuttuk gitti. Ceza makbuzunu da... Rahata ermişçesine.Bir gün aklıma düştü.Acaba cezanın kaçıncı günündeyiz?.. Makbuzu arıyorum. Koyduğum yerde yok. Ara allah ara..Yok..yok..Hanıma sordum, hatırlamıyor. Anımsadığım tarihe göre hesaplıyorum. Hesaba göre bu gün son gün de olabilir, dün de sona ermiş olabilir. Böyle hallerde günün nasıl hesaplanacağını bilmiyorum. Aynı gün mü başlıyor, yoksa ertesi gün mü? Durumum gerçekten tehlikeli. Ama önce makbuzu bulup oradan hesaplatmam gerekiyor. En azından ben öyle düşünüyorum.

         Artık ben; en küçük ara sokaklarda yaya geçit arıyor, yol hareketlerini düzenleyen işaretlere uygun yürümeye özen gösteriyorum. Örneğin; girilmez yola girmeyip dolanıyor. ”Tek Yön” yolları seçenek yapıyorum. ”Durulmaz” işaretinin altında durmuyorum. Artık tam anlamıyla iyi bir “uygulamacı” olup çıkmıştım. Aslında yorulmuyor değildim ama yediğim yaya cezası, sanırım beni ilklerle tanıştırmıştı.

        Neyse ki, makbuzu buldum. Ummadığımız bir yere sokuşturmuşuz. Tüm tehlikeli duruma karşın. Bir de onun sıkıntısını yaşadık o gün. Doğru avukat Cem Koç arkadaşa gittim. Cezayı yedikten sonra en son onu görmüştüm. Belediye’de. Cem Karikatürcüler Derneği İzmir Temsilcisi. Arada bir görüşüyor, bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Yokmuş. Durumu eşine anlattım. Hesapladı. Bu gün son gün. Ben hâlâ kuşkuluyum.

       Vergi dairesine de gidemiyorum. Yanlış bir hesaplama olursa, yetecek param yok. En iyisi posta ile havale etmek. Konak’taki PTT’ye girdim. Havalede “kuyruk” var. Bekledim.

      Sıra bana geldi. Gişedeki bayan;”Artık biz almıyoruz, sözleşmemiz bitti” demez mi… Onca süre kaybettim. Aklımdaki ikinci olasılık banka. Bindim belediye vapuruna, verelini doğru Bostanlı Vakıfbank’a. Elektronik makineden sıra aldım. Az bekledikten sonra, görevli memur kıza; ”Trafik cezası yatıracağım”..deyip; Trafik Ceza Tutanağı’nı uzattım. Kız bilgisayara girecek. ”Plakanız kaç?”..diye sordu. Bu soruyu sorunca, sıkıntıdan mı, yoksa bilinçaltıma giren“araç” olup, olmamamdan mı, elimde olmadan kıza arkamı dönmüşüm;”

      Varsa, okuyabiliyorsan al” demişim. Kız gülmeğe başladı. Doğal olarak ben de.. Kız plaka olmadan alamayacağını anlatıyor ama benim canım sıkılıyor. İlle de taşıtlar vergi dairesine gideceğim ve kendi kendime araç veya taşıt olduğumu belgelendireceğim. Olacak şey mi yani?..Kıza bir öneri getirdim. 1966 model Mercedes arabamın plakasını verdim. Onun üzerine almasını istedim. Fakat onu da kabul etmedi. İlle de ceza tutanağındaki, plaka numarasını görüp işlem yapacakmış. Kızcağız plaka diye diretiyor. Sonuçta taşıtlar vergi dairelerine gitmem gerektiğini öğrendim. Bankada da sorguladım özümü: ”Ben yaya mıyım, taşıt mı? Ya vergi dairesi hesaplamada hata yaparsa? İşte o zaman öp babanın elini. Banka çıkışı, kız plakamı sorduğundan beri kendimi altı silindirli motorlu taşıt gibi duyumsamaya başladım. Düşünüyorum da bu eylemi iki tekerlekli bisikletimle yapsaydım?..

       Sorgulaya sorgulaya, Bahriye Üçok Bulvarı’ndaki taşıtlar vergi dairesine vardım. Ama hâlâ içimde garip bir kıpırtı var. Sanki bir şeyler ters gidecekmiş gibi oluyor. İçimdeki heyecanı yenemiyorum. Kolay değil, yaya ile taşıt arasında gidip geliyorum.

        Kapıda duran görevli arkadaşa; ”Ben ceza yatıracağım, ama trafik cezası değil, yaya cezası. ”Doğru yere geldiğimi anlattı. Şimdi kuşkularım daha da arttı. Otomatik sıralamadan, sıra aldım bekliyorum. Sıra bana gelince, elimdeki Maliye Bakanlığı’nın Trafik Ceza Tutanağı’nı memur bayana uzattım. Bayan başını bilgisayardan kaldırıp hayretle sordu: ”Nasıl oldu bu iş?” Kısaca özetledim başımdan geçen gerçek öyküyü. ”İlk kez böyle bir ceza alıyorum.”dedi. Bıyık altından güldüğü de belli olmuyor değildi hani. Taşıt olduğumun kanıtlanmış bir biçimi idi sanki. Yine o güzel dişlerini göstere göstere bayan: ”Geçmiş olsun, olur böyle şeyler bu ülkede” tesellisiyle gönlümü alıp, üzüntümü mü paylaşmak istemişti?

         Vergi dairesinden çıktıktan sora öylesine rahatlamıştım, öylesine hafiflemiştim ki, bilemezsiniz. Bayağı bütün neşem yerine gelmişti. En azından 32 milyon 100 bini katlatmamanın sevinci vardı içimde. Ya katlansaydı? Taşıt-yaya takkınlığımı da çözmüştüm ve bir anlamda bilinçaltımdan çıkıp gitmişti. Ne de olsa Devleti’ne yürekten ve göbekten bağlı yurttaşlarıydık. Üzülsek de, işkence de görsek, açlık sınırının altında ücret ödese de, bu Devlet bizim devletimizdi. Yadsıyamazdık. Onun onuruyla göğsümüz kabarıyordu. Onun için can veriyorduk ama o bizim için ölmüyordu. Nerdeyse hiçbir şey yapmıyordu. Biliyorduk, devleti yönetenlerin çıkarlarıyla ilintili bir davranışıydı bu. Olsun varsındı. Bizler savaşmadan da ölürüz devletimiz için. Talancılar, hortumcular ve derin devlet gücüne karşın(?).

         Otuz iki milyonu ödemek için ne uğraşlar vermiştim. Yeter ki katlanmasındı. Demek ki iyi bir vatandaştım. Diğer vergi ödemelerinde de öyle değil miyiz? Gecenin bir yarısı gireriz kuyruklara ödeme yapmak için devletimize. Hatta ve hatta kuyruklarda can verenlerimiz bile olur. Bu ne öz veridir, bilen var mıdır?

         Aradan epey bir süre geçti. İşim yine Konak tarafına düştü. Aslında o olaydan sonra pek gitmek istemiyordum da. Pasaport tarafından vapur iskelesine yürüyorum. Arkamdan genç bir bayanla kızı geliyor. Anne 30-35, kızı ise 15-16 yaşlarında. Bir ara deniz tarafından, karşı kaldırıma geçmeye karar verdiklerini duyar gibi oldum.

       Anne, kızına; ”Gel şuradan karşıya geçelim”dedi. Döndüm, ana-kız karşıya geçmek için adımlarını bulvara atmışlardı. Aniden, bir hışımla ananın koluna yapışmış, öylesine çekmişim ki, ikisi de afalladı. Ne oluyor demesine kalmadan açıklama yaptım. Sakın bir daha düşündüğünüz, karşıya geçme eylemini yapmaya kalkmayın deyip, başımdan geçeni anlatınca, teşekkür ederek uzaklaştılar. Az yürüdükten sonra merak ettim. Döndüm arkama baktım ne yaptılar diye… Ohoo bizim ana-kız yok olmuşlar, karşı  kaldırımda hızla koşturuyorlardı…

        T.C.Maliye Bakanlığı Trafik Ceza Tutanağı ile aynı kurumun Vergi Dairesi Alındısı’nı birlikte çerçeveletip çalışma odamın başköşesine astım, bir anı olarak!

        Ben! Devletimi seviyorum.

       SAMİM GÜNER
       29.Eylül.2003-19.Temmuz.2004   
       Muharrem Candaş Sokak N0:30/1
       Bostanlı/İZMİR

Şantiye Öyküleri Kitabı Samim Güner sayfası