|  
             ŞANTİYENİN NAMUSU 
                     İnşaat bir öykü, şantiye bir yaşam  biçimidir. Çalışan insanı özveridir. Karnı doymaz şehriye çorbasıyla, yoğurt  ekmek ve de kolayla. Aç yatar, aç kalkar. Saygılıdır. Sevecendir ve Türkçeyi  iyi bilmez. Konuşamaz da. Sabır etmesini bilir. Dayanıklıdır. Verilen her işi  yapar, yapmaya çalışır. Hayır demesini bilmez. Kitabında böyle bir sözcük yok  gibidir. Öğrenememiştir. Öğrense bile ekmek için unutur. Kafasından siler atar.  Çünkü bekleyeni vardır Anadolu’nun bir köşeciğinde. Bu yüzden işi ciddi iştir. 
               
         Yapılanıyla, yapılacağıyla her akşam  gündeme getirilir tüm ciddiyetiyle teker-teker katıksız. İster çilingir sofrası  olsun, ister olmasın. Yeter ki müdüre bir fanta ısmarlayan çıksın. 
 
         Kart, sıtma görmemiş, delik kazamı andıran  sesiyle başlar öykülerinden (!) birisini anlatmaya. 
Taa geçmişten. Susturmak olası mı? O anlatır,  işçiler, kalfalar, ustalar, taşeronlar toplaşır başına, 
Hatta yörenin emekçileri bile ağzı açık  dinler. O denli içtenlikli anlatır ki, ister palavra, ister gerçek olsun, bazen  ben bile kaptırırım anlattıklarına. 
 
          Müdür Hasan böyle avutur kendisini ıssız dağ başındaki şantiyede. Kış  geceleri işçilerin ve yörenin tek eğlencesidir. Bazı geceler ağzıyla Azeri  müzik yapıp Karslıları oynattığı bile olur. 
Müthiş keyif alır aksakal haliyle. Tek  eğlencesi ve onur duyabileceği iştir, genç şantiyecilerin yanında. Oktay’a  yaptıklarını anlatır kasıla kasıla, bir hünermiş gibi. Kürt işçileri anlatır.  Gençlerin kendisini nasıl aldatıp dalga geçtiklerini anar sık sık. Duvar  saatini nasıl ileriye aldıklarını. 
 
         Sabaha karşı dörtte ayaklandığını ve iş başı  yaptırmaya kalktığını heyecan ile anlatır. Aynı numarayı birkaç kez yiyince;  saatin pilinin bittiğini sanarak, saatin pilini değiştirdiğini ve açıkgöz  geçinen kendisini; Kurtuluş ’la   Deniz’i tongaya düşürdüğünü anlatır bir tümce, bin küfür ile.  En çok ağırına giden de bakkal Yaşar ’dan üst üste üç kez pil alıp değiştirmesi  ve yine saatin doğru gitmemesidir.  
 
          Birkaçını beraber yaşadık müdürümle. Hasan ağabey atmış yaşında,  ilkokulu bitirmiş, ağzı iyi laf yapan, saf (!), işçi emeklisi ve de Karslı  emekçi. Şantiyenin gençleri ona “müdür” demiş, herkesin müdürü olup çıkmış.  Patronun müdürü, şantiye şefinin müdürü ve taşeronun, işçinin, ustanın da…  Şantiyenin girdisiyle-çıktısıyla yakından ilgilenir. Üstüne her şeyi, ama her  şeyi görev alır ve ondan sorulur. Sanırsınız ki şantiye şefi. Bu yüzden müdür  denmiş. Müdür aşağı, müdür yukarı. 
 
          Bazen bana; şantiye şefine bile emirler yağdırdığı gibi, görev verdiği  olur.’Ya sabır’ deyip, güler geçerdim. Saflığına, görev tutkunluğuna verirdim.  Bazen patrona; şunu yap, bunu yapma diye direktifler verdiği olur. Atalay ’da  güler geçerdi. Çünkü gardaşlığı, akraba bağları güçlüce... 
 
          Şantiye büyük iş alanını kapsıyor. Dört bin metre kareden fazla. Yüz  doksan konutluk bir iş alanı. Bu yüzden birkaç taşeronla birlikte çalışıyoruz.  Sıva ve kaleterasit, beton ekipleri ayrı işverenlere bağlılar. Bazen biz bile  işin içinden çıkamıyor, karıştırıyorduk. Yani işin açıkçası, deyim yerindeyse,  kimin eli kimin cebinde olmaya başladı. İşin bitim süresi yaklaşıyor, zaman  daralıyordu. Bu ekiplerle işi süresinde teslim etme olası değildi. Oturduk,  taşeronlarla konuştuk ve işçi artırımına gidilmesini önerdik. Tüm zarara uğrama  tehlikesine karşın. Ne olacak? Müdürün işi artacaktı. 
 
          Yaşar Usta yeni bir ekip getirdi isteğimiz üzerine. Genç Anadolu  çocukları gelenler. Kimi Doğu’ dan, kimi Güneydoğu Anadolu’dan. Ankara’nın  ötesinden. 
 
          İşçilerin geldiği akşam önce sunturlu bir küfür etti müdür. Sonra yatacak  yer gösterdi amelelere. Nasrettin Hoca hesabı; ne olur ne olmaz deyip, testiyi  kırmadan tokadı yapıştırmıştı Hasan Ağabey… İlk önce kerestelere, yani beşe  onlara, sonra çelik kalıp panolara sahiplendi müdür. 
 
         Şantiyelerde kereste çok önemli ve kıymetlidir.  Haybeye yok olması af edilmezdi. Ama boşuna… Olmadı. Çocuklar ranza  yapacaklardı. Önce beşe onlar, ertesi günü Öner Usta ’nın hazırladığı kiriş ve  kolon kalıpları yok oldu ortadan teker teker. Sonra  perde kalıbı panolar. Yavaş yavaş karınca  gibi taşıdılar kimse görmeden.Sonra mı?… 
 
          Sabah saat sekiz. Hava pırıl pırıl. Tam bir inşaat havası var. Oturmuş  sabah çayımızı yudumluyoruz keyif ile. Çetin ustanın yüzü kıpkırmızı sinirden.  Koşar adım yanımıza geliyor. Hiddetle küfür ede ede girdi şantiye binasından  içeri. Kızgınlık ve hınç dolu. Gözlerinden ateş fışkırıyor… Pastırma çemeni  gibi acılı ve baharatlı. Hepimiz şaşırdık. Durup dururken bu ne haldi?.. Müdür  çayını yudumluyor kıtlama. Ama merak içinde olduğu bakışlarından belli. Soru da  soramıyor müdürlüğüne çamur atılmaması için. 
 
          Oysa Çetin usta az konuşan, sessiz, sakin yaradılışlı, çok çok çalışkan  biriydi. Etliye, sütlüye pek karışmayan, Şahin ustanın ortağı. İyi bir sıvacı.  Oturtup sakinleştirmeye çalıştık. Müdür dangır dungur Oktay’a: 
          -Bir bardak çay verin looovv Çetine!..diye emir verdi. 
          -Anlat bakalım Çetin usta sorun nedir? 
 
          Ustam anlatmaya başladı. Kızgınlık sinirsel bir gülüşe dönüştü… 
          Sabahleyin ustam, yüzünü yıkamadan, derme çatma helaya gider.”Hecetini”görecek.  Sıkışmış da… Tam pantolonu sıyırıp oturacak, kapıya el atar ki, kapı yerinde  değil. Kapı yok olmuş. Etrafa bir göz atar, gören neyim falan var mı diye.  Bulup da kapıyı örtemez. El âleme rezil olmadan toparlanır, kemerini bağlar,  fermuarını çeke çeke bize koşar. Hıncını bizden alacak. Şantiye elemanıyız ya.  Helânın kapısı nerede? Bulup, yerine getirmeliyiz. Bu görev bizim görevimizdir.  Hasan bastı kalayı. Bastı küfrü. Artık müdürün diline düşmeye gör. 
 
          Müdür kanıksamadan, üşenmeden kendisine iş edinip, düştü şantiyedeki  koğuşların yoluna. Gözleri çakmak çakmak, ağzı laf ede ede, bütün koğuşları  dolaştı tek tek. Helânın kapısı nasıl çalınırdı? Hele Müdür ’ün bulunduğu yerde  yapılır mıydı bu! Kimine haber saldı, şantiyenin yaptığı kapıyı getirmeleri  için. Kimine de kendisi göründü. Yoksa fena olacaktı. Yemin billâh etmişti  Hasan Ağabey. Şantiye rezil olmuştu, hem de bir Kayseriliye. 
 
          Yolu yoktu, kim götürdüyse geri getirecekti kapıyı. Her uğradığı yerde  çok kötü konuştu. 
Ana, avrat girdi işin içine. 
          -Kapı demek namus demektir yahu! Bir kapı gelmesin. O zaman görüşürüz  gerisini. 
 
          Müdür ’ün küfürlerine aldıran pek yok. Artık her tanıyan kanıksamış.  Şantiyenin kıdemlileri alışkın böyle olaylara. İşin içimde Hasan Ağabeyleri  varsa, daha da keyif alıyorlar. Tadını çıkarmaya bakıyorlar. Ağzını bozması  için her tür yola gereksinim duyuyorlar. Öyle de oldu. Gülmekten yerlere yatıp: 
          -Gitti şantiyenin namusu. Helânın kapısı da çaldırılır mı be yahu? Diye  dalgalarını geçip, kızdırdılar Hasan emmilerini. Bazısı ciddiye bile almadı.  Ama yeni gelenler neye uğradıklarını bilemediler. Şaşırdılar. Kimdi bu deli  adam? Kapıyı aldıklarına, alacaklarına tövbe ettiler. Ne müdürü, ne de huyunu  suyunu tanıyorlar. Tamı tamına iki saat sonra, usulcana getirip kapıyı monte  ettiler. Eskisinden sağlam olmuş, namus da kurtulmuştu. 
             
                     Müdür, büyük bir işi  kotarmanın verdiği keyif ile dolaştı durdu birkaç gün. Olay öyle, kolay kolay  küllenmedi. Temcit pilavı gibi her gün sunuldu durdu. Soğuk kış gecelerinde can  kuşu Şahin ustaya ne anlatacaktı 
            Şantiye 
            Öyküleri Kitabı Samim Güner sayfası 
               
                       |