ŞANTİYEDEN KESİT

         Çocuklar cıvıl cıvıl… Okulun bahçesinde koşuşturuyorlar. Neşe dolu yürekleri. Çocuk olmanın ayrıcalığını ve kazanımlarını yaşıyorlar. Keyfini çıkarmaya, tat almaya çalışıyorlar küçücük bedenleriyle. Haydi Çocuklar! Az daha ileri koşturun, daha hızlı basın bisikletin pedalına! Yaşam sizin yaşamınız. Bu Dünya sizin dünyanız!

         Sanırım, son dersten bir önceki dinlenme arasında, ya da soluklanmadalar. Çocukluğumuzda biz bu eyleme “teneffüs” derdik. O yıllardan beri hiç değişmedi. Yine iki ders arasında bir gereksinim arası veriliyor. Ama çocuklara sorarsanız teneffüs yine aynen dillendiriliyor. Bugün; belki ara, antrak veya soluklanmak ya da solumak gibi sözcükler kullanılabilir mi? Hiç sanmıyorum.

         O eylemi tam olarak karşılayabilecek, tamı tamına anlatabilecek ve vurgulayabilecek bir sözcük yoktur. Ne tat veriyor, ne de özdeşleşiyor. Bizim yaptığımız da, onların yaptığı da aynı eylem. Bir ayrıcalık yok. Tek farkımız; biz gazozcuya, şambaliciye ve diğerlerine koşuyorduk. Onlar kola içiyor, hamburger yiyor ve tüketim ekonomisinin ürettiği sağlıksız ürünlere koşturuyorlar ucuz-pahalı demeden.

         Doyamazdık kısa sürede oyuna beş ya da on beş dakikalık soluklanmada. Ders boyu gözümüz saatte, kulağımız elle sallanarak çalınan zilde olurdu. Bir de öğretmen sözlü yapıyorsa süreç geçmek bilmezdi. Korkudan ve zayıf almaktan; dakikalar, saniyeler uzadıkça uzardı. Bir de sınıfın önünde rezil olmak, tembel damgasını yemek vardı. Bundan kötü bir şey olur mu?

         Babam beşteyken saat almıştı bana. Ne sevinmiştim. Hiç unutmuyorum. Bisiklet en büyük özlemimiz ve en büyük düşümüzdü. Sonra ne oldu sanki?

         Bu benim ilk saatimdi. Kadranı simsiyah, akrep ve yelkovanı fosforluydu, beyazdı.”Fiyaka” satardım aklımca. Sık sık saate bakma gereksinimi duyar, tüm dikkatleri üstüme çekip, saatimin olduğunu fark etmelerini büyük bir istek duyardım. Belki sevinçten, belki de gösterişten. O yıllarda kol saati sahibi olmak. Çocukluk şişte! Ongunluğun dışa vurmasının başka bir biçemi ve anlatımı. Gerçi markasızdı ama,saatti hani.Hem de Nacar!Bu markasız (!) saat yürüyüşümü bile etkileyip, değiştirmişti. Bir başka yürüyordum kolumdaki saat ile.

         Sözlülerde, o günlerin söylemiyle müzakerelerde sırası gelen sorardı:
         -Arap kaça geldi? Bunum anlamı zilin çalmasına ne kadar vardı?

         Öğretmenimiz Melek Hanım, not defterinden sırayla kaldırırdı. Dersin başında gözümüz öğretmenimizde olur, onun eylemine göre ipimiz çekilirdi. Çantasını açtı mı, eyvah! Derdik sözlü var! Defterini rast gele açar ve gözünü kapayıp parmağını bir yere basar, bir numara okurdu. Arkası o noktadan itibaren çorap söküğü gibi gelirdi. Piyango kime vurduysa. Çalıştım, çalışamadım yok. Kurcalardı da kurcalardı olumlu not verebilmek için. Ama gel sen bize sor. İşte o anlarda benim arap devreye girerdi. Bazen derste saat kontrolü yapardık. Benden sonra saatlenenler de olmuştu. Oysa her saat günde bir kez doğruyu gösterecekti. Bir, iki dakikanın ne önemi olabilirdi ki? Bu işaretleşmeleri Melek Öğretmen bir görse yandığımızın resmiydi.

         Sıra arkadaşım vardı. Babalarımız arkadaş, hem de hemşeriydiler. Bu arkadaş, her gün sınıfta olup biteni babasına aktarırmış. Babası da babama. Akşama hesap sorulur, hesap verirdim. Denetim mekanizması gibi, çağımızda buna oto kontrol diye niteliyorlar. Tam yemek zamanı ve sofrada. Yemek burnumdan gelirdi. Lokmalar boğazıma tespih taneleri gibi dizilir aç kalkardım. Zaman zaman da yemek tablası alt, üst olurdu. Bazen de yemekten önce, babam gelmeden yatağa girerdim uyuma numarasıyla. Uyuyan kim?
         -Bu gün müzakereye kalkmışsın ha. Yazılılarda zayıf almışsın, anlat bakalım, soruları beni çok üzerdi. Alt tarafı ilkokul öğrencisiydim. Annemin korumacılığı gibi bir lüksü yoktu. O sadece yemek zamanının olduğunu anımsatır dururdu. Yani sorgulamanın sırası olmadığını söylemeye çalışırdı. Küçücük beynimle çözemiyor, olasılık vermiyordum. Sonra kuşkularım ve varsayımlarım su yüzüne çıktı.

         Babam ne yaman hemşerisinin yanına gitse, tavla oynamaya olanlar oluyor, kıyamet kopuyordu. Tavla arası konuşmalarda; sanki bizden başka konu yokmuş gibi, iki garip öğrenci konu ediliyormuş. Adını bile anımsayamadım sıra arkadaşım; kendi başarısızlıklarını bana, benim başarılarımı kendine yükleyerek babacığına anlatırmış.

         Bir gün Melek Öğretmen “müzakereye” kaldırdı beni. Demek o gün günümdeymişim ki, başarılı bir not aldım. Akşamın olmasını bekliyorum. Yatağa girme nedenim de yok. Kulağım kirişte. Babamın tavladan dönüşünü bekliyorum. Ayak seslerini dinliyorum. Akşam babam fidanlıktan geldi. Daha soru sormasına olanak tanımadan anlatmaya başladım. Şaşırdı. Anlaşılan yine tam tersi aktarılmıştı babama. Dinledi, dinledi... Olanlara inanamadı. Sonraları üstünde durmaz oldu, bir daha sormadı. Ben, ama ben? Lokmalar boğazıma dizilmiyor, aç kalkmıyorum artık yemekten…

         Neşeli çığlıklar bir anda kesildi. Kulaklarım alışmıştı coşku dolu çığlıklara, cıvıltılara…
Dönüp baktım neler oluyor diye, azıcık isteksiz. Mavi önlüklü, beyaz yakası oya işlemeli kız öğrenci, elinde zil soluklanmanın sona erdiğini duyuruyor arkadaşlarına. Kolundaki kırmızı bantta büyük harflerle “Nöbetçi Öğrenci” yazılı.

         1960’lı yılların başlarında, biz de yarışırdık zil çalmak için. Siyah podyemiz, naylon beyaz yakamız, boynumuzda iplikle asılmış yarım silgimiz, ayağımızda kara ve boyasız potinimiz ile.

         İki ders arasında, okulun ana kapısında bekleşen simitçiye, çekirdekçiye, macuncuya, şambaliciye koşardık ayaklarımız kıçımıza vurana dek yarışırdık, para harcamak için paralanırcasına hız yapardık. Kantinimiz falan henüz yoktu. Satıcılar kırk beş dakika boyunca bekleşirlerdi üç-beş kuruş ekmek parasına. Delikli bir kuruş 2 ½ ki biz buna yüz para derdik, beş kuruşla isteğimizi körletmeye çalışırdık. Kimi aralarda çekirdek, macun, kimi aralarda şambali, iki bisküvi bir lokum ile tadını çıkarırdık. Lokumu iki bisküvinin arasına kor, sandviç yapardık. Tadına doyum olmazdı. Simit iki buçuk kuruş, iki bisküvi bir lokum beş kuruşaydı. Delikli bir kuruşa bile alacak bulurduk. Günlük harçlığımız ya on ya da yirmi beş kuruştu. Çil çil, sarı sarı…

         Az sonra Akbük Akbudak İlkokulu’nun bahçesi, kırk dakikalık sessizliğe bürünecek. Çığlıklar enikonu kesilmek üzere. Sahte Cennet ’in yaratıcısı İhsan“Hoca”nın kasetçalarından gelen Ege türküsü daha da belirginleşti. Kulakları okşuyor. Kabinlerden yükselen hava, sanırım Aydın zeybeği. Nağmeler baslaşıp, yankı yankı durgun maviliğin yüzünde su kayağı yapıyor. Kanımı kaynattı, kulağım yöresel ezgiye takıldı kaldı.

         Bu güzelliklerle deniz kenarına ha ulaştım ha ulaşacağım. Ayaklarım yere basmıyor sanki. Bir yerlere gidip geliyorum.”Med-cezir”ler yaşıyorum ışık hızında. Neden bu denli canımı sıktılar ise de şantiyede; bu gizemli hava aldı beni götürdü çocukluğuma. Çocukluğumun saklı olduğu kentte. Tüm üzüntülü düşünce durumumu ve de can sıkıntılarıma karşın, ne derseniz deyin; beynim ve yüreğim, karşı kıyının koyu morluğuna akıp, yolculuğa başladı.

         Öğrenciler neşelerini ve oyunlarını bahçede bırakıp derse girdiler. Taa uzaktan bile fark ediliyor sessizlik. Artık bahçede kimse kalmadı. Bir erkek öğrenci koşturuyor, eli pantolonunun önünde. Ses dersliklerden gelmeye, giderek de yavaşladı ve kesildi. Belli oluyor öğretmenin derse girmesi. Okuldan karışık sesler yükseliyor. Kim çok bağırırsa, onun söylemi anlaşılıyor uzaktan.

         Bir öğretmen matematik dersinde, problem çözüyor. Topluca yüksek sesle düşünüyorlar.
Öğretmenin sesinde yetke var. Arada soruyor:
         -…neymiş ba..kiimmm?..Öğrenciler yanıtlıyor bir ağızdan:
         -…öğretmenim1..diye.

         Düşüncesini ve söylediğini onaylatan öğretmenin, onaylayan öğrencinin sesi, kumsalın öbür ucuna ulaşıyor. Bu karmaşık alış verişte İhsan Hoca ’nın kasetçaları tümüyle sustu. Aydın havası iyiydi ama ders başlamıştı. Öğretmenim bu yüzden kapattırmıştı müziği.

         Mevsim kış. Aylardan Ocak. Ayın son günleri. Hava bu mevsime göre ender günlerden birini yaşatıyor biz şantiyecilere. Isı on sekiz derece civarında. Sırtımızda oduncu gömleklerimiz var. Ceket bile fazla. Havanın iyi olması öğrencilerle, emekçilere yaradı. İşi kotarıyorlar. Pencereler açık ders işliyorlar, bizimkilerde dışarıdaki işleri toparlıyorlar.

         Zaman öğleyi aştı. Saat on dört otuz civarı. Azıcık ürperdiğimiz de; kolsuz, müflonlu, renkli renkli, önden fermuarlı ve çok cepli, yeni moda olan gazeteci yeleklerimizi giyiyoruz… Ve o denli parlak gökyüzü. Geçici olduğu her halinden belli oluyor. Maviliğini zor korumaya çalışıyor. Bir genç kız gibi, bekâret söz konusu. Havadaki su buharı maviliği bozmakta o denli kararalı ki, zaman zaman azıcık kızıllaşan su buharı, maviliği grileştirmeye çabalıyor. Az sonra kıyasıya bir savaşım başlayacak. Havadaki nem, gökyüzünü dolaysıyla denizi gri-mavi yapma savaşına girecek. Ben buna mavi savaşım diyorum. Savaşım öncesi deniz de, gökyüzü de el değmemiş mavi. Su buharı el atmadığı sürece. Biraz ileride iyicene yoğun. Çökmek üzere koyun üstüne, hazır bekliyor.

         Kuş sesleri denizin düzünsel şıpırtısında eriyip, kayıp oluyor. Kaynaşıyor. Ana yoldan geçen motorlu taşıtların egzoz sesleri. Gökyüzünü Nazilli basması gibi cayırtıyla yırtıyor. Bir cayırtı. Bir cayırtı. Arada bir düdük sesi. Geçen arabanın; Akbük-Söke veya Akbük-Didim dolmuşu olması kuvvetli olasılık. Bu mevsimde saatte bir duyulacak seslerden.

         Sınıfın biri bahçede beden eğitimi yapıyor. Öğretmenin ağzında bekçi düdüğü. Düzünsel öttürerek, yürüyüş yaptırıyor. Arada, mağrur bir komutan edasıyla komutlar veriyor:
         -Sol sağ..Sol sağ..Kıt-a dur!..Haz’rol..Uygun adım marşş!..

         Sonra sesi berraklığını yitirdi ve bağırmaktan çatallaştı, kartlaştı. Çocuklarda çıt yok. Korkudan.

         Yönetim erki, komutan özentisindeki öğretmende şimdi. Şantiyemden gelen balyozun sesi, arka arkaya vuruşlarla, mehteran kösü gibi öncülük ediyor beden öğrencilerine. Tam bir uyum için-deler.

         Arada insanları bağırışları, çığlıkları, hayvanların anırtısı, havlaması, Swan Otel’in çatısından gelen balyoz sesleri, şantiyenin tam aksine tekleyerek, ritmi darmadağın edip okestrasyonu bozuyor. Çok, çok uzaklarda teneke çakan, teneke yağ kutunun ağzını açmaya çalışan ya da düzeltmeye çalışan işçinin keser sesi yankılanıyor havada. İnadına pürüzlü, inadına tekleyerek inip kalkıyor.

         Swan Otel sonradan Holiday oldu. Bizim Türk-İş’e bağlı konfederasyon oteli satın alıp, büyük paralar harcayarak değiştirmeye giriştiler. Başına da bir ünlü sendikacının akrabası yönetici olarak getirildi mi, atandı mı belli değil. Bir söylence.

         Geriye dönüp bakmak ve duraksamak... Ancak beş saniyeden az zaman dilimine sığıştı ve o süreç de yitip gitti. Henüz kıyıya yeni ulaştım. O denli durgun, o denli uysal ve o denli yılışık ki; yan gelip yatmış, uyuklamaya çalışan bir kadın görünümünde deniz. Balıkçılar”kadın gibi” diyor bu konumuna. Arada bir şıpırdıyor. Nazlanıyor, gözlerinden yaşlar damlıyor, yüreğinden bir şeylerin fışkırdığını algılayabilirsiniz. Ilık ılık, ılgıt ılgıt! Sevgi mi, coşku mu? Dalgaların ince ve zarif devinimindeki renkleri anlatmak, betimlemek olası değil. Gümüş ile altın karışımına biraz da çam yeşili, azıcık da bulut grisi ekleyin.  Güneşin aydınlık rengini unutmayın. Böylesine coşkulu ve heyecan verici bir karışım. O an sudaki başkalaşım, nazlı bir devinime dönüşüyor. Hafiften gelgitler... Hafiften esen yel... Yosunlar alabildiğine koyu devinimin tabanında. Deniz kabuklarının, suya düşen ölgün güneş ışınlarıyla oynaşması, ıslak kum üzerine düşen türlü yansımalar salınıyor. Strauss’la ya da Vivaldi ve Ravel ile dans ediyor sanırsınız. Denizin dibi, geceleyin yanıp sönen ateş böcekleri kadar parlak ve de göz alıcı. Nakış, nakış!

         Deniz birazdan gökyüzünün rengini alacak. Kararlı görünüyor. Bu ikilem içinde grileşen gökyüzü, suyun üzerine rengini yansıttı. Bulutların rengini çalan deniz, bulutlar kadar renklendi şimdi. Güneş Ocak ayının en canlı olduğu zamanda. Karşı yarımadanın önlerine yansıyan gri, maviliği canlılıktan çok ölgün, solgun kirliliğe çanak tutuyor mu açıyor mu belli değil. Mevsimin alışık olmadığı renk cümbüşü, oryantalizmin arabesk karışımından öte değil. Güneşin altındaki doğa, ışığını kıran, cansızlaştırıp yok eden ve yozlaştıran kümülüslere karşı sitemkâr olmaz mı hiç? Ya su buharına ne demeli? Nasıl olmasın ki, bu mevsimde, bu ayda üç kuruşluk güneşi nereden bulacak? Deniz bu yüzden mi ikilemde, bu yüzden mi belirsizlik içinde doğa? Nerede canlı renkler? İlkbaharın somut, özgür ve özgün biçimselliği hangi köşede sinmiş bekliyor?
.
Samim Güner
28.6.1998-10.5.2002/13.6.2006

Şantiye Öyküleri Kitabı Samim Güner sayfası