|  
             FAŞİZMA 
             
                       
            Şantiyeye üç-dört aydır konuk olarak gidip geliyorum. Mart ayının  dördünde istifa etmiştim şantiye şefliğinden. Patronun kardeşiyle aramızdaki  çatışma, çelişkiler, sürtüşme; ne dersen de… Gittikçe büyüdü. Benim denetimim  altındaki inşaatı ilgilendiren konularda baskıcı olmayı sürdürmesi, benim  dışımda iş programı uygulaması, arkamdan ustalarımın önünde küfür etmesi  bardağı taşıran son damla oldu. Duyurduklarında kan beynime sıçradı. Bu yüzden  çekip geldim, gitmemek üzere. Patron da; ” ne oldu, neden geldin?” sorusunu  sormadı ya da cesaret edemedi. Sormayacak sanıyor, küllenmiş gözü ile  bakıyordum ki bir akşam içki masasında kafayı bulduktan sonra cesaretlenip  sordu: 
            -Ne oldu yahu? Çıkıp geldin? 
                      Konuştuk. Hasan’a, Zeki ’ye, bir de Öner ’e sormasını salık verdim.  Küfür Öner’in önünde yapılıyordu. Medenice sürdü tartışmamız. Her şeye karşın,  o küfür etmez diye gardaşlığına arka çıkıyor, üstü kapalı hak veriyordu. Destek  verilince, söylenecek bir şeyin kalmadığı kanısına vardım. Kendim de özeleştiri  sürecini başlatmış oldum. 
                      Küfür yiyip sineye çekmek mi, yoksa onurluca ‘hoşça kal ’demek mi  gerekirdi?  
            Sanırım bu yaz sık sık karşı karşıya geleceğiz Ze Bey ile. Neden mi? 
           Kurban  bayramının arifesinde eski patronum, yeni arabasıyla kaza. Alkol oranı fazla  çıkınca, sürücü belgesine üç ay süreyle el konuldu. Tekrarında, bu kez bir yıl  ve ardından mahkûmiyet. 
                       Yanıp yakılmağa başladı: 
            -Şantiyeye nasıl gidip, geleceğim? diye. Doğrudan söyleyemiyor da. Ancak  rakı masasında celalleniyor. 
            -Ehliyeti de kaptırdık, n ’olacak şimdi benim halim? 
                      Yüreğim el vermedi. Birlikte çok güzel günlerimiz oldu, birlikte  yaşadık, yiyip içtiğimiz bile ayrı gitmedi desem yeridir. Arkadaşlık var,  dostluk var. Oğlanı bile devre mülk verdik. Her şeyden öte yürekte yangın var!  Ne denli ikili oynasa da; şantiye şefi dostu, arkadaşı, öbürkü gardaşı! Birkaç  kez yaşamıştım böylesine davranışı. Karslı olmanın ayrıcalığı ve hemşehricilik,  akrabalık tutkusu (!)Yine de hayır diyemedim. Başladık Akbük seferlerine. 
                      Cuma günü öğleden sonra yola çıkıyor, Pazar akşamları dönüyoruz.  Direksiyon hep Atalay’da. Uzaktan ekip görürsek değişiyoruz. Hafta ortası oldu  mu, çantamı hazırlayıp komut bekliyorum. Kulağım telefonda. Alo dedi mi,  çıkıyorum kapıya. 
                      Birkaç kez karşılaştık Z.Bey ile. Her seferinde kaçtım. Uzak durdum. Ne yaparsan  yap mutlaka karşılaşıyorsun, en azından akşam yemeklerinde. Aynı havayı bile  solumak istemiyorum. 
                      Yaptığına ben utandım, o utanmadı. Her  seferinde içimden bir şeyleri; o küfrü suratına tokat gibi indirmek istiyor,  arkasından da ‘hayır hayır!’ diye haykırıp özümü rahatlatmak istiyorum. 
                      Hani bir çocuğa bir güçsüze tokat atarsın ya, işte öyle bir tokat. Gel  gör ki, özüm karşıma dineliyor:  
           -Ne yapıyorsun yakışır mı sana? Sorgulamasını yaptırıyor.  
                      En sonunda Bay Z: 
           -Neden tavır koyuyorsun? Sorusunu sorma  zorunluluğunu duydu. 
                      Yemekte kadehime rakı koyup, buz atıyor, hatta; ”şerefe” deyip kadeh  kaldırıyor, konuşuyor ve ağzımdan laf aldığını sanarak gerektiğinde  kullanacağının hesabını yapıyor. Sabahları bile, herkesin gözü önünde çay  servisi yapıyor, kahvaltımı özenle hazırlıyor. Bunca ilişkiye karşın, baş başa  kaldığımızda kıçını dönüp oturuyor, suratıma bile bakmıyor. Pek umurumda da  değil. Ben ona, o sorgulamayı yaptırmış ve “hayır” bu bir tavır alma değildir  yanıtını vermiştim ya. 
                      Bir hafta sonu Feridun Fikret’i de götürdük Akbük’e. Deniz deniz diye  başımın etini yiyip duruyordu. Dar gelirle nasıl götürecektik oğlanı. Daha  emekli olmamış, eşimin emekli maaşına bakıyoruz. Zar zor geliyor ayın yirmisi.  Gittik gittik ama kafamda bin bir türlü sorun ve soru... 
                                   Nasıl olsa Atalay’ın devre mülk oğluydu da,  rahat olamıyorum bir türlü. 
            Bu kez şantiye epey kalabalık. Patronun diğer kardeşleri, yeğenleri de  konuşlanmışlar inşaata. Nasıl olsa Z’nin yazlığı var. Şantiyede yemek, rakı  bol. Cepten para da harcatmazlar düşüncesi. Herkesi Akbük’e çekiyor, albenili  yapıyordu. 
   
            Bu nedenle; yaz konuğu bolca olur patronun. Biri gelir, biri gider. Biz  de ise, biri gider beşi gelir. Müdür Hasan ile Oktay’ın yüzünü görmeyin. Bir  karış sarkık. Belli etmek istemez ama her halinden anlarsınız tavrını. Geleni  gideni doyurmak, içirmek ve de ağırlamak onun görevidir. O ’na göre angarya  iştir. Alır gelir, Oktay hazırlar ve pişirir. Ya bulaşıklar… 
   
            Bir ara gelen giden azaldı da nefes aldık. Müdürün ağzı yine kalabalık.  Herkese laf yetiştiriyor. Hem şantiye, hem konuklar çileden çıkardı Hasan’ı.  Kızıyor, öfkeleniyor, söyleniyor... Sınırı aşınca da basıyor küfrü. 
   
            Akşamüzeri güneş kızgınlığını yitirdi. Yerden esen kavrulmuş saman  kokulu rüzgâr, yüzümüzü yalıyor ılık ılık. Tef gibi gerildi tenimiz.  Çıtır..çıtır..Güneş çatının arkasından süzüldü gitti usulca. Ortalık altın  sarısına azıcık kan damlatılmış gibi oldu. Günün yorgunluğunu, sulanmış bir pastel  rengin ışımasında atacağız. Satılmış ’ın derme çatma sazlıklardan yapılmış  doğal barına gittik. Güneşin yanık ve sulandırılmış kızıllığı yansıyor. Bir-iki  kadeh içip serinleyeceğiz de… 
   
                       Gerisi günün özetleri, değerlendirilmesi.  Oturduk. Zeki geldi. 
           -Benim azıcık işim var. Bakarak olun dedi ve  çekti gitti. 
            İki dükkân ötede inşaat malzemesi satan bir iş yeri. Aynı zamanda Atalay  da ortağı. Rakılarımızı söyledik, yarenlik ediyoruz. Keyik muhabbeti de  diyorlar böylesine içi boş alışverişe. Nice süre sonra aklımıza düştü dükkân.  Ne yapalım? derken Feridun geldi denizden. İvedilikle yolladı bakıversin diye.  Ama becereceği iş değil. Ne malzemeyi tanıyor, ne de fiyat biliyor. 
   
            Atalay gırgırına: 
            -Feridun! Sattığın malın parası senin. Bu hevesle dükkâna koştu bizim  oğlan. Arkasından haber saldık: 
            -Oktay’ı bulun gelin! 
   
            Birisi tüm şantiyeyi dolaştı geldi. Patronun isteğiydi. Az sonra bulup  getirdiler. Atalay: 
            -Git, dükkânda otur Feridun’la. Zeki birazdan gelecek. 
   
            Önce şaşırdı, sonra afalladı. Azeri olduğundan hemen kavrayamadı. Bana,  gözümün içine baktı, ne diyor gibilerden. Açıklık getirmeye çalıştım dilim  döndüğünce. 
            -(!)…Beklemediği istek karşısında telaşlandı. Oktay: 
            -Gidiimm. Adolf ’e danışayım… Şaşırdım. Adolf de kimdi? Jeton bende  düşmedi. Oktay yineleyerek, ısrarla: 
            -Gidim Adolf’ten izin alayım. İcazet almadan olmaz ağabey! Sonra ne  yapar? İcazet almadan olmaz ağabey! 
   
            Atalay sinirlendi: 
            -Oktay! Git otur dedim sana! Oktay yineliyor: 
            -(…) izin alayım ağabey! Gözleri korku dolu. 
            -Git otur dedim yahu! Buranın patronu kim? Hesen mi, ben mi? 
   
            Ben hâlâ uyanamadım. Oktay dükkâna gitti. Artık şaşkınlığımı dışa vurup,  sorma saflığında bulunmalıydım: 
            -Yahu Atalay, bu Adolf kim? 
            -Anlamadın mı? Bizim Hasan’a diyor. 
            -Tuh be nasıl anlamadım. Kendi kendime hayıflandım durdum. 
            -Adolf ha. Adolf! 
   
            Gülmekten kendimi alamadım. Bastım kahkahayı. Oktay giderken yüz kez  tembihledi: 
            -Aman ağabey! Sakın Hesen duymasın. 
   
            Akşama eğlence var demekti. Bir kez Atalay’ın kulağına kar suyu  kaçmıştı. 
            Akşam yemeğine dek Feridun’la dükkânda oturdu. Sonra müdürün aldığı  balıkları temizledi, mangalı yaktı ve salatayı yaptı. Salatayı yaparken de  küfrümsü. 
            -Hesen..Heseeen!.. 
            -Hııı.. 
            -Hesen..Çok başım ağrır..Arak içeyim de geçsin emi.. 
   
            Hasan’dan olumlu, olumsuz bir yanıt yok. 
            -Hesen..Hesen…Yine yanıt yok. Hasan yan gözle, uyurla uyanık arası  Oktay’ı kesiyor. En sonunda istediği yanıtı bir avurt dolusu küfürle aldı.  Oktay yalvarıyor da yalvarıyor. Zar zor Hasan icazet verdi. 
   
            Hem içiyor, hem de keyik muhabbetine kulak kabartıyoruz. Oktay durmadan  yağlıyor müdürü. 
              Gardaş..gardaş..ağabey..ağabey..diye.  Hasan’ın umurunda değil. Dalgasını geçiyor. Oktay korkudan yerlere yatacak  neredeyse. Yemeğin ilerleyen bir saatinde Atalay: 
            -Hesen…Adolf kimdi bilirsen? 
   
            Hasan’dan yanıt yok. Oktay tepeden tırnağa kızardı. Arkasından nelerin  olacağını çok iyi biliyor; Hasan’ın başına neler açacağını, ne çoraplar  öreceğini de çok iyi tartıyor. Hasan ise Adolf’un kim olduğunu çıkarmaya  çalışıyor. Yüzü allak bullak. Çıkaramadı Adolf’u...Çok biliyor ya... 
           -(!)…Atalay: 
            -Hesen! Bak, Oktay sana Adolf Hitler diyor. Sen Faşist misen? 
                      Oyuna gelen Oktay bir bardak dolusu sek arakı bir dikişte içti ve  kendini aklamak için. 
            -Hesen. Gardaş! Adolf Hitler kimdir bilirsen mi? Alman faşizmasının  cumhurbaşkanıdır. 
              Tıpkı Muhterem Muhteşem gibi. En böyyük  adamıdır Alman faşizmasının. Sen bilirsen misin? 
               
            Hasan cumhurbaşkanı adını duydu ya. Onurlandırılmıştı ya. Gerisi onu pek  ilgilendirmiyordu. Kolay mı Alman faşizmasının cumhurbaşkanı olmak. Aslında  köpekçileri pek sevmez ama Cumhurbaşkanı olunca başka! 
            Samim Güner  
  28.6.1998 Akbük-22.4.2006 B.Çiğli    
            Şantiye 
            Öyküleri Kitabı Samim Güner sayfası 
               
              
           |