|  
             TARİHİNDE  İLK KEZ TEKERLEKLİ ARAÇ GİREN KÖY 
            .............. Giresun şantiyesine gitmek için  önce Keşap ilçesine oradan da Espiye ilçesine gitmek gerekiyordu. Yapılacak  olan yol Keşap ile Espiye’yi bağlayacak olan sahil yolu idi. Bu yol öncesinde  ulaşım Armelit varyantından sağlanıyordu. İzmir’liler varyant deyimini iyi  bilirler. Konak meydanını Bayramyeri’ne bağlayan varyant İzmir’in simgelerinden  biridir. İzmir’deki varyant deniz seviyesinden doksan metre seviyesine çıkarır.  Oysa Armelit varyantı Keşap’tan sonra Yolağzı beldesinde deniz seviyesinden  dörtyüz metre varyant şeklinde tırmanır, sonra aynı şekilde Espiye’de deniz  seviyesine iner ve yaklaşık onbeş kilometre yol yarım saat sürer. Oysa  yapılacak olan sahil yolu oniki kilometre ve en çok on dakika olacaktı. Üstelik  çok tehlikeli bir yoldan ve zaman zaman meydana gelen heyelan tehlikesinden  uzaklaşılmış olacaktı. 
            .............. İşte bu yolun şantiyesi  Espiye’de idi. Ben şantiyeye vardığımda düz olan kısımlar aşılmış ve Karadeniz  kıyılarının yalçın yamaçlarına ulaşılmıştı. Hayatımda bu denli güzel bir  manzara ile ilk kez karşılaşıyordum. Sola baktığınızda yemyeşil bir doğanın  içinde kimi zaman yoğun ormanlar, kimi zaman kayalıklar görürdünüz. Ama her  durumda nereden kaynadığını anlamadığınız sular masmavi Karadeniz’e dökülürdü.  Bu doğanın içinde birbirinden uzak evler yeşillerin arasında gizlenir, dikkatli  baktığınızda ancak çatıları ve kiremitleri görebilirdiniz. Gülburnu köyü  evlerin biraz daha birbirine yaklaştığı, bizim anladığımız anlamda yoğun  yerleşimi olan köylere biraz benzeyen bir köydü. Köyün ulaşımı tamamen denizden  sağlanıyordu. Karadan ulaşım dar ve zor patikalarla sağlanıyordu. Karadeniz’de  sık rastlanan yağmurlarda ise patikalar tamamen kayganlaşıyor ve tek ulaşım  denizden sağlanıyordu. Böyle olunca köye hiç tekerlekli araç girmemişti.  Traktör ihtiyacı olmadığı için zaten yoktu.  
            .............. Som kayaların arasında yol  yapımız çok zordu. Yol geçecek olan bölge küçük dozerlerle çalılardan  temizleniyor, sonra dinamit atımı yapılması için vagon-drill dediğimiz paletli  kompresörlerle yüzlerce delik açılıyordu. Belli bir yüzeyin delinmesi  tamamlanınca patlayıcı ekibi devreye girer, deliklerin dibine fünye konur,  kablosu dışarıya uzatılır, sonra patlayıcı ile doldurulurdu. Tüm delikler  doldurulduğunda kablolar birbirine bağlanır, son kablo manyetoya bağlanırdı.  Her şey hazır olduğunda bağırarak ve düdüklerle herkes uyarılırdı. Uyarılar  sonrasında genellikle dozerlerin bıçaklarının arkasına saklanır, patlama sesini  beklerdik. Büyük patlamadan sonra önce patlayıcı ekibi dolaşır, bir tehlike  olmadığı duyurulursa ortaya çıkardık. Sonra büyük dozerler çıkar patlayan  kayaları temizler, zemini bir kez daha patlamaya hazır hale getirirdi. Günde  iki kez tekrarlanan patlamalarla yavaş yavaş yol gövdesi ortaya çıkardı. 
            .............. Gülburnu köyüne varmadan önce  aşılması gereken bir koy vardı. Otuz metre yükseklikten deniz kotuna kadar  inilecek, koy doldurulacak ve yine otuz metre kotundaki köye ulaşılacaktı. Koya  inmek zor değildi de çıkmak çok zordu. Patlayan kayaları aşağı atarak iniş  yolunu oluşturmuştuk, ama çıkış çözülmesi zor bir problemdi. İniş yolundan  aşağıya üç ayrı boyutta dozer indirdik. D8, D5 ve D3 diye tanımlanan dozerler  aşağıda ufak bir çıkış rampası yaptılar. Öne en küçük dozer olan D3 geçti,  arkasında orta boy olan D5 D3’ü itmeye başladı, D5’in de arkasına D8 geçti  ikisini birden itmeye başladı. Zaman zaman tehlikeli de olan bu itme yaklaşık  iki saat sürdü. En sonunda D3 en tepeye vardı ve son bir hamle ile tepedeki  düzlüğe çıktı. Sonrası artık kolaydı, D3 boyuna bakmadan çıktığı tepeden  aşağıya bulabildiği toprak ve kayaları atmaya başladı. Bir süre sonra D5’in de  çıkabileceği bir rampa ortaya çıktı. Artık iki dozer daha fazla malzeme  toparlayıp rampayı tırmanılabilir hale getirdiler. D8 de yukarı çıktığında  artık iş tamamlanmış sayılırdı. Üç dozer birlikte iyi kötü bir yol oluşturdular  ve vagon-drilller yukarıya ulaştı ve yukarıda da patlatmalar başladı. Birkaç  gün sonra yeterli malzeme toplanmış, koyun yol geçecek kısmı doldurulmuştu.  Kayalıklarla dolu da olsa bir zemin oluşmuş ve servis minibüsümüz sallana  sallana ilerlemeye başlamıştı. Köyün önüne geldiğimizde köylülerin hali  görülmeye değerdi, sanki bir bayramdı. Köye ilk kez tekerlekli bir araç girmişti,  oralar için bir milat, bir devrim gibiydi. Bir daha çok istememe rağmen o yola  hiç gidemedim, bir gün bir Karayolları dergisinin kapağında yolu gördüğümde  çocuklar gibi sevindim. Umarım emekli olduğumda uzun bir gezi yaparız ve Keşap  – Espiye sahil yolunu görürüm. 
            .............. Bir İstanbul çocuğu olarak  Gülburnu köyündeki evlerden birinde asla olmaz dediğim bir olayı da ben  yaşamıştım. Köylüler çok misafirperverdi, normal yemek zamanlarında  kumanyamızın gelmesine rağmen öğle zamanlarında bir evin yakınında isek hemen  ve genellikle zorla eve yemeğe alınırdık. Bu davetlerden birinde önüme hamsili  pilav ve yoğurt geldi. Önceki bilgi ve görgümüze göre balıkla asla yoğurt  yenmezdi, zehirlenirdik. Tam bir şehir efsanesi. Benim tereddüt ettiğimi gören  evin sahibi, hiç unutamadığım güleç bir yüzle “Ye beyim, ye” dedi. “Eğer balık  bayat değilse hiçbir şey olmaz, zaten bizde de bayat balık olmaz.” O güler  yüzün ve yumuşak sesin verdiği güvenle hepsini yedim ve hiçbir şey olmadı. Bu  da benim için bir devrim gibiydi. Hayatım boyunca bir daha kimsenin bu yanlışa  düşmesine izin vermedim. 
             Şantiye 
              Öyküleri Kitabı Osman Akbaşak sayfası 
          
  |