DEĞİŞİK BİR ŞANTİYE ÖYKÜSÜ

            Birbirine yapışık vaziyetteki beş parmağın içten görünüşünün çağrıştırdığı (DUR) işareti altına yazılmış “YETER SÖZ MİLLETİNDİR” sloganı ile 14mayıs1950 de iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’ den devralan Demokrat Parti, 1957 de öne alınan erken seçimle iktidarının üçüncü dönemini sürdürüyordu.

            “TİMUKRASİ” furyası içinde kitlelerin yalancı bir bolluk ile düşüncesiz ve plansız harcamalar sebebiyle içine düştükleri sıkıntı, iktidarın tutumunda da görülüyordu.

            Uzayıp giden gıda ve ihtiyaç maddelerindeki kuyruklar için hükümet çeşitli tedbirler almaya çalışıyordu. Sıkışan ekonominin rahatlaması yönünden dolar, ikiyüzkırk kuruştan dokuz liraya çıkarılarak devalüe edilmiş, yeni kanun ve kararnamelerle gidişat yönlendirilmeye çalışılmıştı.

            Alınan kararlar ile iktidarın tutumunun, manevi yönden de desteklenmesi için Başbakan 1958 yılı içerisinde kendi görüş ve yönetimlerini destekleyen vatandaşlarından ”VATAN CEPHESİ” adı altında bir oluşum gerçekleştirmelerini istemişti.

            Başlangıçta halisane duygularla başlayan bu oluşum zaman içerisinde maksadını aşmış, vatandaşlar arasında iki ayrı gruplaşma şekline dönüşmüştü.    

            Radyodaki haber bültenlerinden sonra, saatlerce uzayıp giden “vatan cephesine iltihaklar” listelerinin okunması sürüyordu. Bu listelerde, tekrar edilenler olduğu gibi, hayali isimlerden oluşmuş listelerin varlığından da söz ediliyordu.

            “Vatan cephesi” ve bu oluşumun radyolardaki takdim şekli, zaman-zaman mizahi öğeler şeklinde günlük hayatın içinde devam edip gidiyordu. Bırakın muhalifleri, partinin kendi yandaşları bile durumdan şikâyetçi olmaya başlamıştı.

            İstanbul’daki öğrencilik yıllarında hobi olarak benimsediğim karikatüre daha fazla zaman ayırmak, öğrenmek ve ben de çizmek istemiştim.

            O günlerde aşağı-yukarı her günlük gazete kadrosunda bir karikatürist bulunduruyor, yazarların sütunlarında kelimelerle ifade ettikleri günlük hadiselere ait yorum ve bilgilendirmeleri, onlar bir-iki çizgi darbesi ile okuyuculara görsel olarak ve zaman-zaman daha da vurucu bir biçimde sergiliyorlardı. Bu dönemde, dünya mizahında da söz sahibi olmuş Türk çizgi ustalarının birinci sayfadan verilen yorumları yazılı basının da en gözde köşeleri idi.

            Günlük mizah yanında, haftalık mizahın da başta gelen ismi o günler için elbette ki “AKBABA” mizah mecmuası idi. İlhan-Turhan Selçuk kardeşlerin “DOLMUŞ” u da kendi çizgisinde bir başka mizah ekolü şeklinde yayınına devam ediyordu. Ama AKBABA adeta mizahın İstanbul’daki (ŞANTİYE)si durumundaydı. Gerek yazılı, gerekse çizgili mizahın önde gelen isimleri bu şantiyede ürettikleri ile gündemi hep canlı tutuyorlardı.

            Akbaba, Yusuf Ziya Ortaç’ın sahip, başyazarlık ve yönetiminde, haftalık mizah mecmuası olarak yayınına devam ediyordu. Yusuf Ziya Ortaç, kapak karikatüründen başlayıp, başyazı ile devam edip son sayfadaki “Dünya karikatürleri” ne kadar derginin her şeyi ile bizzat ilgilenir, gerektiğinde siyah kollukları takarak mizanpaj bile yapardı.

            Yapılanlar ile yapılacaklar hakkında fikirlerini söyler, beğendiği zamanlarda:
            “Eline sağlık.” diye sözle taltif eder, beğenmediği yazı ve karikatürler için de şeddeli bir şekilde “Olmamışş  …“ sözünün sonuna eseri yapanın adını veya soyadını ekleyerek memnuniyetsizliğini ifade ederdi.

            Pazartesi günleri öğleden sonra Yusuf Ziya Bey, bir sonraki haftada yayınlanacak başyazılarını yazardı. Zemin kattaki apartman girişi üzerine isabet eden, idarehane katının köşesindeki yeşil jalûzili odasına kapanıp başyazısını yazmaya çekildiğinde mutlak bir sükûnet ister, konuşmaların bile alçak sesle yapılmasını talep ederdi.

            Sinek uçsa bile kanat sesinin duyulacağı bu sessizlik ortamı Yusuf Ziya Bey’in başyazısını bitirip okumak üzere çalışma odasına gelişine kadar sürer, çalışanlar da bu zamanı fırsat bilip işlerine yoğunlaşırlardı.

            Son sınıfta, okulun ikinci yarıyıl döneminde,”Bitirme Projesi” üzerinde çalışmakta olduğumuz bir pazartesi günü öğleden sonra proje kontrol ve tashihinin erken bitmesini fırsat bilerek çizdiğim birkaç karikatürü Akbaba’ ya bırakmak üzere İdarehaneye geldiğimde daha kapıda derin bir sessizlik karşıladı. Yusuf Ziya Bey’ in hala yazısını yazmakta olduğunu anladım. Çalışma odasındaki Akbaba’nın devamlıları bu alışılmış sessizlik içerisinde işlerine odaklanmış çalışıyorlardı.

            Kısaca selamlaştıktan sonra ben de bir köşeye ilişip masa üzerindeki gazetelerden birini okumaya başladım. Gazetenin birinci sayfasında, alt köşeye sıkıştırılmış, bugün üçüncü sayfada görebileceğimiz türden bir haberin başlığı birden dikkatimi çekti:
            “BİR BEKÇİ ŞEYTANA UYDU” diye atılmış başlığın altında, mesleği ile uyuşmayan bir davranışta bulunan bekçinin haberi yer almıştı.

            Hemen bir sayfalık kâğıt bulup, o zamanlar için çok yeni bir çizim aparatı olan”06” kalınlıklı “RAPİDO” dolmakalemimi çıkarıp haberin bana ilham ettiği karikatürü çizmeye başladım:
            Tabelasında “VATAN CEPHESİ” yazan bir binaya doğru yürüyen bekçiyi basit birkaç çizgi ile resmettim.

            Karikatürün çizimini yeni bitirmiştim ki Yusuf Ziya Bey başyazısını tamamlamış elinde kaleme aldığı yazısının müsvettesi ile odaya girdi. Kolundaki siyah kollukları, beyaz, kolalı yakalı gömleğinin üzerinden dirsek hizasına kadar uzanıyordu. Kalın çerçeveli, yüksek numaralı gözlük camlarının arkasından daha da kısık görünen gözleri ile etrafı süzdükten sonra, dikkatini ve yönünü kendisini en iyi dileyeceğine kanaat getirdiği birine dönerek, elinde tuttuğu üst üste iliştirilmiş kâğıtları görme mesafesine göre ayarlayarak başyazısını okumaya başladı.

            Memleketin o günkü gidişatını tenkit ederken yazdıklarının; gerek mana, gerek fonetik olarak uyumlu biryandan da ZÜLF-İ YAR e dokunmayacak şekilde özenle seçilmiş kelimelerle yazıldığı belli oluyordu. Bazı kelimeleri vurgularını bariz şekilde belirleyerek okuyordu. Başyazının okumasını bitirir bitirmez;
            “Nasıl olmuş çocuklar?” diye sorduktan sonra, yazının can alıcı kısımlarından bazılarını tekrar-tekrar okudu. Sol elindeki kâğıtları bel hizasında arkasına götürüp başı geriye doğru yaslanmış odadan çıkarken benim odada olduğumu fark etti. Selamlaştık.
            “Nasılsın Şekerci?” diye sorduğunda teşekkür edip dosya içerisinden çıkardığım birkaç karikatürümü kendisine uzattım. Kendi denetiminden geçmeyen hiçbir karikatür ve yazı Akbaba sayfalarında yer almazdı. Karikatürleri alıp şöylece bir baktıktan sonra elindeki kâğıtların üzerine ilave etti. Tam odadan çıkacağı sırada;
            “Şunu da biraz önce burada çizdim” deyip son çizdiğim karikatürü de kendisine uzattım. Kâğıtla gözlük arasındaki uzaklığı kendine göre ayarlayıp pencereden gelen ışığın yardımıyla karikatürü inceledi. Yüz kaslarındaki gülümseme yavaş-yavaş yerini endişeli bir hale bıraktı ve bana dönerek;
            “Şekerci sen Akbaba’yı mı kapattıracaksın?” diyerek karikatürü iade edip odadan çıktı.

            Ben de mizahın şantiyesinden ayrılıp umumî vasıtalardaki akşam trafiğine yakalanmadan dönmeyi düşünerek evin yolunu tuttum…

         

Şantiye Öyküleri Kitabı Halit Şekerci sayfası