“PERGULE”

- Bir Şantiye Hikayesi -

Abdullah Bizden
İnşaat Yüksek Mühendisi
  
Kayserili Muharrem Usta adeta keyifli bir dalgınlık, keyifli bir efkâr içine gömülmüştü önündeki denize bakarken. Bir yandan  “Vay be.. işe bak.. Ben şimdi Afrika’dayım ha…” diye düşünüyordu. Bir yandan da önündeki “aşağıdan yukarıya” baktığı Libya Akdeniz’ini daha önce Antalya’daki bir şantiyede “yukarıdan aşağı” baktığı Akdeniz’le bağdaştırıp çakıştırmaya çalışıyordu. Ama “orta ikiden terk” diye kayıtlara geçen okul eğitimi sırasında yapraklarını çevirdiği harita kitabından, “Küçük Atlas”tan şimdi gözünün önüne getirmeye çalıştığı haritalarda Antalya’yı, Akdeniz’i, Libya’yı bir türlü birleştiremiyordu.

Şirket iki gün önce bu Libya şantiyesine göndermişti onu. Kendine güveni tam olsa da yapacağı işe doğru dürüst başlayamamış olması  Muharrem Ustanın canını bir parça sıkmıştı.

İnanılmaz biçimde dolu ve hiç alışkan olmadığı bir değişim hızıyla geçen son üç günde olanları bir kere daha - ve kim bilir kaçıncı defa - geçirdi kafasından.

*

Şirketin kaç yıllık “ Muharrem Usta”sıydı o; kalıpçı, marangoz, doğramacı Muharrem Usta… Ahşapla ilgili ne olsa yapardı. Evi Kayseri’deydi ama o şirketin Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki kaç şantiyesinde çalışmıştı kim bilir... Sayısını artık kendisi de tam hatırlamıyordu. Gelgelelim  şirketi yurtdışında da iş alıp oralarda Türkiye’deki ücretleri “katlayan” paralar vermeye başlayınca, onun da içinde bir şeyler kıpırdamıştı.

Gerçi her zaman şükreder, “Allah devlete, millete, şirkete zeval vermesin” diye değiştirdiği duayı tekrarlardı. Çoğu zaman yanlarında olmasa da çoluk çocuğunu hiçbir zaman darda bırakmamış, kursaklarından haram lokma geçirmemişti.  Ama artık çocukların gittikçe artan “mesarifleri” , evin büyütülmesi, arkadaki arazinin alınıp bahçe yapılması, elden ayaktan düşülecek günler için nevale parası... Ağır basmıştı bunlar. Zaten Türkiye’nin dört bir yanında şantiye şantiye gezerken de ne kadar kalabiliyordu ki “memlekette”?

Kendince ölçmüş, tartmış, sonra da bir fırsatını düşürüp uğradığı şirket merkezinde onu iyi tanıyan bir “böyüğüne”  “Beni de yollayın dışarıya bir yere,” deyivermişti.

Onunla yıllardır çalışmakta olan “böyüğü”de sadece, “Kararlı mısın?”, diye sormuştu. “Evet, ölçtüm, biçtim, kararımı verdim” cevabını alınca da “Tamam, Muharrem Usta” demişti “Bizim Libya’daki iskân projesinde ince işler yeni başladı sayılır, seni de oraya pergola montajına yollarız”. Bu arada telefon çalmış, “böyüğü” bağlanan telefonda konuşurken Muharrem Usta da o güne kadar hiçbir şantiyede karşısına çıkmayan “pergule montacı”nın ne olduğunu soramamıştı. Zaten fırsat olsa da kendine pek yediremeyecekti sormayı. “Böyüğü” telefonu kapatınca da, “Kalıp işi yok muydu ağabey?” sorusuna, “Orada tünel kalıpla çalışıyoruz Muharrem Usta,” demişti, “Senlik kalıp işi yok! Ama pergolalardan başlarsın.”

Muharrem Usta kafasından “Gene pergule dedi Çetin ağabey… Bir sorup anlamaya çalışayım, nemene iştir bu?” diye yeniden geçirmişti ama, ustalığı halel görür mü tereddüdünü yenemeden, odaya başka “böyükleri” girmişti. Çetin ağabeyi de ayağa kalkmış, “Sen aşağıya, personelein de evraklarını tamamla, ben şimdi telefon ediyorum,” demişti. Sonra da odaya giren diğer “böyüklerle” toplantı masasına yürürken, “Muharrem Ustayı Libya’ya pergola montajına gönderiyorum,” demişti.

Muharrem Ustanın kitabında artık bu noktada, bu kadar “böyüğünün” önünde soru sormak yoktu. “Tamam ağabey,” dedi ve geri geri çıkarak kapıyı yavaşça kapattı...

*

Ondan sonrası daha bir rüya gibiydi Muharrem Ustaya; istenen evrakların hızla tamamlanması, şirketin çıkardığı “paşaport”, bir nefeslik uğrayabildiği evinde eşinin göstermemeye çalıştığı sessiz gözyaşları, bu ayrılığın öncekilerden farkını anlamaya çalışan çocukların hali, ilk defa bindiği uçakta üç buçuk saat süren İstanbul-Tripoli (bildiğin “Tarablus” demişi personelci) yolculuğu, onu şaşkına çeviren pasaport işlemleri, anlamadığı bir dilde uğuldayan mahşer gibi bir havaalanında başkalarını izlemeye çalışarak bavulunu bulması, adeta sudan çıkmış bir balık misali bir kapıdan yolcu bekleyenlerin arasına çıkışı ve kendi adı yazılı bir kağıdı göğsü hizasında tutup çıkanlara gösteren şirket görevlisine “teslim oluşu”… 

Şirketin Libya’daki “adamı” onu terminalden çıkarmış, şirketin arabasıyla karanlıkta yarım saat falan giderek “şehirlerarası dolmuşlara” gelmişlerdi. Şirketin adamı pek konuşkan biri değildi. Ama Muharrem Usta bu memlekette şehirden şehre işleyen otobüs falan olmadığını, bu işin taksi dolmuşlarla yapıldığını öğrenmişti. Sonra da parasını peşin verip, şoföre Arapça bir şeyler söyleyerek dolmuşa bindirmişti onu. Muharrem Ustaya da “Seni şantiyenin önünde indirecek,” demişti. Sonra da ona bir kağıt para uzatıp “al, bu beş dinar da yanında bulunsun,” demişti, “avanstır”.

Uykusuzluktan geberecek gibiydi Muharrem Usta. Ne uçakta, ne dolmuş yolculuğunda gözünü kapatamamıştı. Değişik kıyafetli, entarili, kimi takkeli kimi “poşulu” ve hepsi de esmer, hepsi de erkek yolcuların arasına “selamünaleyküm” diye oturmuştu. Birinin “Müslim?” diye soru edasıyla sorduğu tek kelimelik soruya önce “Yok, Muharrem,” demiş ama onlar gülerek soruyu işaretle, başka şekilde sorunca, adını değil de Müslüman olup olmadığını sorduklarını anlayıp sağ elini kalbinin üzerine koyarak “elhamdülillah” diye cevaplamıştı. Ama Arapların sohbet arayan diğer sorularını anlayamamıştı. Zaten cevaba mecali de yoktu, arada anladığı tek tük sözcüklere rağmen. Sersem gibiydi. Etrafa bakıyor, ama gecenin karanlığında “sıteyşın” arabanın farlarının aydınlattığı alanda altlarındaki inişsiz yokuşsuz virajsız yolun iki tarafından kum tepeciklerinden ve bodur çalılardan başka bir şey göremiyordu. Bir ara içi geçer gibi olmuş, ama uyuyamamıştı.

Yemek molası falan vermeden sekiz saate yakın yol gitmişlerdi. Bir ara şoför bir benzinlikte durduğunda, uykulu uykulu, hanımının hazırladığı ve her nasılsa onca kontrolde kimsenin bir şey demediği börekleri çıkarmış ve yol arkadaşlarına da ikram etmişti. Onlar da ona oradan aldıkları üzeri Arapça yazılı bir şişede maden suyuna benzer bir su vermişlerdi. Derken gün ağarmaya başlamıştı. Şimdi manzarayı daha iyi görüyordu ama değişen bir şey yoktu; kumlar, kumlar, kumlar ve seyrek bodur çalılar. Aynı yolda giden tek tük arabaların dışında, insan, hatta canlı namına, hareketli bir şey görünmüyordu.

Güneş daha “anca bi mızrak boyu” yükselmişti ki şoför yavaşlayıp arabayı sağa çekerek durdurmuş ve sol eliyle yolun diğer tarafındaki bir “nizamiye”yi göstererek “halas ya seydi, yallah” gibi bir şeyler söylemişti. Sonra da aşağıya inip arabanın üstündeki yük yığınının bağlarını çözmüş, Muharrem Ustanın işaretle gösterdiği bavulunu vermişti. Şoför yığını yeniden bağlarken Muharrem Usta da uzun süre “katlanmış durumda” oturmaktan tutulan ayaklarını açacak birkaç hareket yapmış ve şoför yeniden direksiyona geçip gazlarken de camdan gülümseyerek bakıp kendisine el sallayan Arap yol arkadaşlarına el sallamıştı.

Ardından da yerden bavulunu almış ve alışkanlıkla, hiç araba falan görülmeyen geniş asfalt yolu sağana soluna bakarak dikkatle geçmiş, yolun öbür tarafındaki “nizamiye”ye yürümüştü.

*

“Nizamiye”de gördüğü koca tabelada okuduğu şirketinin ismi içini güvenle doldurmuştu. Kapıdaki görevlinin “Hoş geldin hemşerim”i de adeta evinde, yurdunda hissettirmişti Muharrem Ustayı.

O artık yurdundaydı, şantiyedeydi…

*

Muharrem Ustayı önce “Kamp Amirliği” diye bir yere götürdüler. Pasaportunu, sevk evrakını alıp bavulunu bir kenara bıraktırdılar. Bazı kâğıtlar imzalattılar. Bir görevli, “gel bakalım Şantiye Müdürüne gidiyoruz,” diye aldı onu. Kamp amirliğinden çıkıp yürümeye başladılar. Etrafta çok sayıda prefabrik tek katlı yapı vardı. Bunların bir kısmı ofis, bir kısmı ambar, atölye görünümündeydi. Ama Muharrem Usta etrafta inşaata benzer bir şey göremiyordu. Daha gösterişlice bir binaya girdiler. Görevli, kapısında “Şantiye Müdürü” yazan bir kapıyı tıklattı. İçeri girdiler. Görevli, “Pergola montajı için gönderilen Muharrem Usta geldi efendim,” dedi ve çıktı.

“Aha yine pergule montacı” diye koyu bir gölge geçti Muharrem ustanın gözlerinin önünden, “Böyük Allahım, mahcup etme beni, bunun da üstesinden gelivereyim”. Şantiye Müdürü Muharrem Ustaya şöyle bir baktı; yüzünde sevecenlikle sertliği, babacanlıkla otoriteyi beraberce barındıran bir ifade vardı. “Sen şimdi yol yorgunusundur”, dedi, “bugün git koğuşta dinlen, yarın sabah ta git İbrahim beyin yanında işbaşı yap. Unutma! Mühendis İbrahim Bey! Pergola işinin sorumlu mühendisi”.

Muharrem Usta “tamam şefim,” deyip geri geri çıktı, kapıyı kapattı. Şantiyelerde “şefim” sözcüğünün askerlikteki “komutanım” ünvanı gibi, herhangi bir rütbe belirtmeden karşısındakini yücelten etkisini iyi bilirdi. Onu Şantiye Müdürüne getiren görevli ortalıkta görünmüyordu. Kapı ağzındaki çay ocağında bardak yıkayan yaşlıca bir adama “koğuşları” sordu. Adam dışarı çıkıp kapının önünden birkaç yüz metre ötedeki bir sıra prefabrik yapıyı gösterdi. Muharrem Usta yürümeye başladı. Sabahın daha dokuzu olmamıştı ama, buğulu bir sıcak hissediliyordu. Yine de ara ara hafif bir esinti yokluyordu. Aklına bavulu geldi. Önce bavulunu bıraktığı kamp amirliğine gitti, bavulunu aldı. Koğuşunu sordu. Ona bir yatakhane ve bir de koğuş numarası verdiler. “Ustalar koğuşudur bu,” dedi görevli. Şöyle bir gönendi Muharrem Usta. Sevk kâğıtlarında “pergola montaj ustası” lafını görmüştü. Namının buralara kadar gelmiş olmasına sevindi. Gerçi Türkiye’deki “böyüğü” ona yanında yardımcı götür falan dememişti. Ama koca şantiyeden yanına ona yardım edecek birkaç düz işçi verirlerdi herhalde. Yatağının, yastığının, çarşafının, nevresiminin teslimini yaptılar. Yine birtakım kağıtlar imzalattılar.

Bu arada şantiyenin kamptan 3 – 4 kilometre mesafede olduğunu, işçilerin öğle yemeğini şantiyede işlerinin başında yediklerini öğrendi. Yani koğuş akşama kadar boştu.

Muharrem Usta Türkiye’deki şantiyelerde pek alışkın olmadığı bir konfor içinde, klimalı bir koğuşta, çamaşırhaneden yeni çıkmış çarşafın ve yastık kılıfının beyazlığında, kafasında “pergule montacı”,  vücudunda kendini dinleme fırsatını yeni bulduğu için yeni yeni hissettiği yoğun bir yorgunluk içindeydi. Bir taraftan “Yahu, ahşap işi değil mi, eninde sonunda, üstesinden gelirim evelallah,” diye kendine özgüven aşısı yapıyor, bir taraftan da “Beni mahcup etme böyük Allahım,” diye bunu tekmilliyordu.

Kıta ve iklim değişikliğinin de derinleştirdiği bir uykuya nasıl daldığını anlayamadı bile. Akşam koğuşa dönenlerin gürültüsü dahi onu uyandıramadı. Uyudu… “Pergule montacı” diye karanlıkta aralanan gözleri yeniden kapandı. Yorgun vücutların horultu senfonisi içinde, bu çevrim sabaha kadar birkaç kere daha tekrarlandı.

*

 Muharrem Usta sabah dipedinç ve koğuştaki herkesten önce kalktı. Koğuştan çıkıp koridorda tuvalet arandı. Döndüğünde koğuşta uyanıp hazırlananlar, “Hoş geldin,” dediler. “Nerelisin?”, “Hangi işe geldin?” gibi soruları cevaplarken, Kayserili Muharrem Usta özellikle “pergule montacı yapacam” derken, sesine bir özgüven eksikliği düşmemesine özel bir gayret sarfetti. “İbrahim beyle çalışacam”.

Koğuş arkadaşlarıyla beraber yemekhaneye gittiler. Kahvaltıdan sonra İbrahim beyin ekibinden bir başka ustayla beraber işçi otobüsüne bindiler. Kamptan çıkıp hiç değişmeyen çöl görünümlü arazide, kum dünyasında ve bodur çalılar içinde on – onbeş dakika kadar yavaş yavaş gidip şantiyeye vardılar. O anda sağında, birden denizi gördü Muharrem Usta. İradesi dışında “Bu ne be!” sözcükleri döküldü dudağından. Yanındaki de, “Akdeniz ya işte,” diye bilgiç bilgiç cevapladı, kendine sorulmuş bilerek… Otobüs artık sık sık duruyor, inen işçiler öbek öbek bir yerlere yürüyorlardı. Böyle bir duruşla yanındakinin “hadi”siyle yekindi, onlar da indiler. Etraf inşa halindeki tek katlı villalarla doluydu. Belki yüzlercesi… Kimi daha kaba inşaatta, ama tümüyle beton, kimi dış boyada, kiminin doğramaları takılıyor,  kiminin bahçe duvarları beton perde olarak dökülüyordu.

Bir ürküntü duydu Muharrem Usta; gördüğü bütün kalıplar çelikti. Dikmeleri, iskeleleri de… Doğramalar alüminyumdu. Ahşap falan görünmüyordu etrafta. I-ıh, gözleriyle adeta projektör gibi taradığı koca alanda ahşabın yongası, kıymığı bile görünmüyordu. “Pergule montacı,” diye tekrarladı yüreğindeki ürperti.

Yanındaki, “İşte İbrahim Bey burada,” diye bir çelik kutuyu işaret ederek gösterdi Muharrem Ustaya. Ve “Hadi hayırlı olsun!” diye uzaklaştı. Mühendis İbrahim Bey bir konteynerin içinde oluşturduğu saha ofisinde masasının başında kıpır kıpır, gençten biriydi. Muharrem Usta kapının dışında, içerdeki ekip başlarının çıkmasını bekledi. Kısa süreli giriş – çıkışlar da bitti. Artık herkesin bildiği ve planlanmış bir işi yaptığı şantiyede, tatlı bir uğultu başlamıştı bile.

Muharrem Usta da konteyner boşalınca girdi içeri. “Ben Muharrem, şefim,” diye elini uzattı İbrahim beye. “Pergule montacı için geldim”. Mühendis İbrahim Bey, “Ha, hoş geldin Muharrem!” dedi. (Bu genç mühendisler de yanındaki ustalara sadece isimleriyle hitap etmekten nasıl bir zevk alırlardı?) “Merkezden geleceğini söylemişlerdi. ‘Sana en güvenilir adamımızı yolluyoruz. Pergola montajı yağ gibi gider artık!’ demişler Şantiye Müdürümüze de!”. İbrahim bey hızlı hızlı söylemişti bunları. Muharrem Usta kıvançla “bungunluğu” aynı anda yaşadı. Makineli tüfek gibi devam ediyordu İbrahim Bey; “Hiç pergola montajı yaptın mı daha önce?”. Hem dürüst hem de “siyasi” bir cevabı anında kafasında oluşturdu Kayserili Muharrem Usta; “Ahşabın her çeşidiyle, her şeyi yaptım desem yeridir, şefim!” Ama anında bir mengene yüreğini sıktı; ya şimdi şef “Ne ahşabı… bu pergolalar ahşap değil ki!” deyiverirse…. Şef hiçbir şey söylemeden kalktı yerinden. “Ben ekiplere bir bakıp geleceğim, sen bekle burada,” deyip saha ofisinden çıktı, gitti.

Kayserili Muharrem Usta hafakanlar içinde beklemeye başladı. “Vah ki eyvah, herhal Şantiye Müdürüne gitti şef! Pergule montacı için perguleyi ahşap zanneden biri gelmiş demeye…eyvah, yandım… eyvah, idare edemedim… gördün mü kendine ettiğini Kayserili Muharrem Usta! Kayserililiğini de, ustalığını da yok bil bundan kelli!”.

*

Yirmi yirmibeş dakika sonra döndü şef. Muharrem Ustaya yüz yıl gibi gelen bir süre sonra… Muharrem Usta şefin yüzünden bir şeyler anlamaya çalıştı. Ama o ruh hali içinde, hiçbir şey anlayamadı. Genç mühendis masanın üzerinden bir dosya aldı. İçinden bazı kağıtlar çıkardı. Muharrem ustaya uzattı. Eliyle ofisin açık kapısından gözüken, dış boyası devam eden bir sıra villayı işaret etti. “Şu evlerin arkasındaki yeşil sahada pergola malzemeleri duruyor. Listesi de bu. Git bir bak ta gel bakalım Muharrem!”.

“Benimle zevklenir herhal bu, hey Allahım!” diye içini çekti Muharrem Usta. “Dese ya doğrudan, perguleler ahşap değil diye... Gönderirse geri göndersin, emme ne diye bi de zevklenirkine?”. Ama sesini çıkarmadı. Olan olmuştu galiba. Elinde kâğıtlarla sessizce ofisten çıkarken genç mühendis arkasından seslendi: “Muharrem! Şantiyede baretsiz dolaşılmaz. Al, şu bareti giy önce!”. Muharrem hep plastik bir tasa benzettiği barete uzandı. İbrahim Bey dosyasından bir kâğıt daha çıkardı; “Şunu da imzala bakalım!”. Muharrem Usta kâğıdı okumaya bile gerek görmeden imza yerini “cızıktırdı”. Bu sefer geri geri çıkmadı şefin yanından. Bareti elinde, o evlerin arkasına doğru yürümeye başladı. Gözleri önündeydi, etrafına bakamıyordu. Öyle ya, bir tanıdığa, yanında daha önce çalışmış bir işçiye falan rastlayabilir, sonra da “Muharrem Ustayı geldiği gün sepetlediler” lafı yayılır giderdi ardından...

Neden sonra İbrahim beyin eline tutuşturduğu, tel zımba ile birbirine zımbalanmış birkaç sayfayı fark etti. Kaldırdı, şöyle bir baktı üstteki sayfaya. En tepesinde iri, kocaman harflerle “Packing List” yazıyordu. Dudak büktü. Sayfa rakamlarla dolu, liste gibi bir şeydi “25 x 100 x 3500 mm”, “17 pieces” gibi birtakım satırlar birbirini kovalıyordu. “Ebatlar” diye geçirdi içinden. Bunların bir kısmı da bildiği “makta” boyutlarını andırıyordu. İçinde yeniden zayıf bir ümit ışığı parladı. “Böyük Allahım, ne olur ahşap olsun şu perguleler!”.

*

O dış boyası yapılan evlere doğru daha bir hızla yürüyordu artık. Evlerin bahçe kısmında araba garajı gibi bir yerin belli ki bir gün önce dökülmüş betonuna yandaki bir varil sudan baretle aldığı suyu serpip “beton sulayan” ekibe, “kolay gele,” dedi. Kendi çalışırken selamsız geçenlere “Allahın selamını esirgiyor be!” diye çok kızdığı için kendisi hiç ihmal etmezdi bunu.

Evlerin arkasında belli ki genel planda park falan olacak büyükçe bir boş alan vardı. Bu alanda kalın naylonlara düzenlice sarılmış, plastikten çemberlerle sağlama alınmış, üzerinde bir örnek kocaman etiketler yapıştırılmış, irili ufaklı onlarca paket yığılmıştı. Etiketlerin üzerinde iri harflerle “İmpregnated Wood” yazıyordu. Altında da “ebatlar” vardı. Paketin kalın, gri naylonu, içindeki malzemenin cinsini ele vermiyor, sadece düzgün köşeleri belirginleştiriyordu. Anlamadığı “İmpregnated Wood” lafının karıştırdığı kafasını, daralan yüreğini ferahlatmak için, naylonu titremesine engel olamadığı elleriyle yırtmaya çalıştı. “impıregnated vood” sözcükleri beyninde vurgulanıyordu. Yırtamadı naylonu, ellerinin titremesi yüzünden. Yanından hiç eksik etmediği, bazen marangoz kalemini yontup bazen salatalık, portakal filan soyduğu küçük çakısını cebinden çıkardı. Yine titreyen elleriyle naylonun paketin bir köşesindeki hafif kabarık yerine sapladı. Yırttı. Öbür eliyle de çekiştirerek önce kibrit kutusu kadar bir yeri açmayı hedeflemişken, kuvvetini ayarlayamamış, mektup zarfı kadar bir yeri açılmıştı paketin.

İşte o anda gözleri ışıldadı Muharrem Ustanın, yüreğiyle beraber. Hayır, naylondan yırtılan parçanın altından düzgün kesilmiş, perdahlı, hafif yeşilimsi bir boya emmiş gibi duran ahşap direkleri görmedi önce. Ama naylonun kokusundan daha farklı bir kimyasal kokunun dahi bastıramadığı bildik bir kokuyu, ahşabın kokusunu, o misler misi, dünyalara beden ahşap kokusunu almıştı! Yüreğinde taşan süt gibi bir kabarma, içinde bir yayla serinliği duydu. “Şükürler olsun sana Rabbim,” dedi. “Ahşapmış pergule! Artık gerisi vız gider tırıs gelir be! Her bişeyin üstesinden gelirim gayrı!”.

İki tarafını kestiği naylon parçasını çekiştirerek, adeta cennet kokulu bir bebeği kundaklar gibi, açtığı kısmı örtmeye girişti. Sonra koca paketi kuş gibi kaldırdı, çevirdi, yırtık kısmı aşağı getirdi.

Sonra da güvenli adımlarla, omuzları artık dik, başı yukarıda, bareti de artık elinde değil başında, dosdoğru mühendis İbrahim beyin saha ofisi dediği çelik kutusuna yürüdü.

*

“Tamam şefim”, dedi. “Pergule malzemesini gördüm. Ne zaman başlıyoruz montaca?”

“Otur bakalım Muharrem,” dedi genç mühendis. Ama artık oğlu yaşında birinin kendine sadece adıyla hitap etmesi Muharrem Ustaya önceki kadar koymadı. “Bu da bişecek zaar,” diye geçirdi içinden, “Ne yapsın oğlan, mühendis mektebinde öğretmiyorlar ki bunları”. Bir hoşgörü bulutu içindeydi.

“Bu ahşaplar Finlandiya’dan geldi,” diye devam etti İbrahim şef. “Montajı başlatmak için bir de süpervizör gelecek oradan. Anlaşmada var. Ama herif gecikti. Bu cumartesi akşamı geliyormuş. Bugün perşembe, pazar günü beraberce başlarsınız montaja. Sana eli yatkın iki de işçi vereceğim, üç kişilik bir ekip olursunuz başlangıçta. Finlandiyalı bir hafta burada kalacak, sonra gidecek. Artık bütün detayları o buradayken çözün de herif gidince bir sorun çıkmasın!”

İbrahim şef bunları makineli tüfek gibi duraksız sıralarken Muharrem Ustanın kafasından da aynı hızda bazı düşünceler geçiyordu: “vızır-vüzür, her neyse, biri gelecekmiş finnandiyadan montacı başlatmaya, bilen biri zaar, bu eyi!” “Bak, işte iki yardımcıynan ekibi çattık bile!” “Yahu tanımadığı kişiye gıyabında ‘herif’ diyo şef, yakışmadı be!”

Bunların yanı sıra, Libya’da hafta tatilinin cuma günü olduğunu, pazarları çalışıldığını zaten önceden öğrendiğinden, kafasını bunlara takmamıştı bile.

İbrahim şef devam ediyordu. (Bayağı tez canlı bir çocuktu bu!): “Muharrem, ben sana şimdi projeleri de vereyim! Proje okursun değil mi?”

Aklından geçmesini engelleyemediği “Packing list”, “İmpıregnated Vood” gibi sözcüklere rağmen Muharrem Usta hiç tereddüt etmedi; “Resimden iyi anlarım şefim,” dedi, “ver hele bakalım!”

İbrahim şef uzandığı bir kutudan dosya kâğıdı boyunda katlanmış bir deste ozalit çıkarıp uzattı. “Acele etme Muharrem!” dedi. Ama bunu da o telaşlı ifadesi ile söylemişti! “Bugün öğleden sonra var, cumartesi de bütün gün var! Süpervizörle montaja pazar günü başlayacaksın! Paydosta da koğuşuna götür bunları. Yarın canın sıkılmasın!”. Sonra kalktı, bir köşede termosa benzer musluklu bir kaptan bir bardak su doldurdu, bir dikişte içti. Muharrem Usta bekliyordu. “Bak bu ülkede ayakta bir şey yenilip içilmez ha, Muharrem!” dedi. Muharrem Usta konuyu dağıtmamak için kurcalamadı, nasıl olsa sebebini öğrenirdi…

Zaten şef te o hızlı hızlı konuşmasıyla yeniden konuya dönmüştü: “Sen öğleden sonra verdiğim listeden gelen paketlerin bir kontrolünü yap. Paketleri say. İlk parti 25 evlik malzeme. Bir ekiple iki günde üç ev yapmamız lazım. 1250 eve pergola yapacağız. Malzeme peş peşe ellişer yüzer gelecek! Tabii ekip sayısını da arttıracağız, duruma göre. Diğer ekipleri sen yetiştireceksin. İç kapılar gelmeden pergolaları bitirmemiz lazım!”.

O sırada ofisine giren birine, o daha ağzını açmadan “Hüsam kalfa!” dedi, “Recep’le Veli’yi pazar sabahından itibaren Muharrem Ustaya veriyorsun! Pergola montajı ekibinde çalışacaklar!”. Hüsam kalfa Muharrem ustaya sanki yeni fark etmiş gibi şöyle bir baktı, hafif kırık bir sesle, “Olur şefim!” dedi. Sonra yeniden Muharrem Ustaya döndü; “Hoş geldin usta!”.

Muharrem Usta “daha bişmemiş” şefin ağzından kendisi için  “Muharrem” değil de “Muharrem Usta”yı duyunca biraz şaşırdı. “Ya, ben bişmemiş dedim emme yoğusam bu İbrahim şef eyi siyasetçi de mi bana yalnızkene ‘Muharrem,’ başkasının yanında ‘Muharrem Usta’ dir acep,” diye düşündü. Ama aynı konuşmada Hüsam’dan da iki kere “Hüsam kalfa” diye söz etmişti şefi. “Herkeş haddini, rütbesini bilecek ellaham,” diye bağladı düşüncesini.

Hüsam kalfa çıkmıştı. İbrahim şef, “ben ambara gidiyorum” dedi, “birazdan öğle karavanası gelir. Karşıdaki betoncularla yersin, bugünlük. Ben geçerken söyleyeceğim onlara. Dediğim gibi, otur şu dipteki masaya projeleri oku! Bu arada kullanacağın alet edevatın listesini çıkar. Ambardan bugünden alalım. Bağlantı elemanları zaten set olarak malzeme ile birlikte geldi, onları yazma listene!” Aynı hızlı temposunda zıpladı gitti.

Muharrem Ustanın alet edevat listesini falan taktığı yoktu. “Hiç takım götürmeyeceksin, hepsi şantiyeden” demişlerdi. Şef çıkar çıkmaz aldı ozalitleri, gitti dipteki kendisine gösterilen masaya, katlarını açıp karmakarışık yaydı. Ayaktaydı, iki eli masaya dayalıydı. Paftalardaki yabancı dilden yazıları görmüyordu. Bağlantı detaylarına bakmıyordu bile. Aradığı, “pergulenin montac sonrası, bitmiş halini gösteren resim”di, perspektifti. Onu da buldu altlarda kalmış bir paftada! Ve görmesiyle de koskocaman, adeta ay dede gibi bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Yahu, bildiğimiz çardak bu be,” dedi kendi kendine... Keyifle ve sesli olarak… “Pergule, pergule diye bişey sandıydım ben de!”

Üstünden tonlarca yük kalkmış gibiydi.

*

Daha yüzünden gülümsemesi silinmeden, kapıdan bir baş uzandı. “Yemek geldi Muharrem Usta!” dedi, “buyur!”.

Yirmi dakika sonra, betoncularla bir evin gölgedeki cephesinde ekmek bandığı bol salçalı kuru fasulyenin, kaşık salladığı -pirinci accık değişik- pilavın ve gurbetin herkesi hemşeri yaptığı sıcak bir sohbetin ardından, sırtı gölgede de olsa sıcacık duvara dayalı, Türkiye’den getirdiği henüz bitmemiş paketinden herkese birer Samsun ikram edip en yakınındakinin çakmağıyla yaktığı cigarasından çektiği ilk nefesi, bırakamadığı şu meretin ilk dumanını inadına burnundan salıverirken, artık “pergule montacını” falan düşünmüyordu. Muharrem Ustanın zihninde şimdi gözü yaşlı bıraktığı “ayali”, onun yurt içi gurbetçiliğine alışkın, ama bu seferkinin farkını pek anlayamamış olmanın şaşkınlığı içindeki çocukları ve evinin iki karışlık arka bahçesine katıp, marul, soğan, salatalık, domates, biber, maydanoz ekeceği komşu arsayı, bahçe yapacağı arsayı düşünüyordu.

Muharrem Usta artık “Gesi bağlarında” dolanıyordu.

Ekim 2006 İZMİR