“PERGULE” 
                    - Bir Şantiye Hikayesi - 
                    Abdullah Bizden  
                          İnşaat Yüksek Mühendisi 
      
  Kayserili Muharrem Usta  adeta keyifli bir dalgınlık, keyifli bir efkâr içine gömülmüştü önündeki denize  bakarken. Bir yandan  “Vay be.. işe bak..  Ben şimdi Afrika’dayım ha…” diye düşünüyordu. Bir yandan da önündeki “aşağıdan  yukarıya” baktığı Libya Akdeniz’ini daha önce Antalya’daki bir şantiyede  “yukarıdan aşağı” baktığı Akdeniz’le bağdaştırıp çakıştırmaya çalışıyordu. Ama  “orta ikiden terk” diye kayıtlara geçen okul eğitimi sırasında yapraklarını  çevirdiği harita kitabından, “Küçük Atlas”tan şimdi gözünün önüne getirmeye  çalıştığı haritalarda Antalya’yı, Akdeniz’i, Libya’yı bir türlü  birleştiremiyordu.  
                    Şirket iki gün önce bu Libya şantiyesine göndermişti onu. Kendine güveni  tam olsa da yapacağı işe doğru dürüst başlayamamış olması  Muharrem Ustanın canını bir parça sıkmıştı.  
                    İnanılmaz biçimde dolu ve hiç alışkan olmadığı bir değişim hızıyla geçen  son üç günde olanları bir kere daha - ve kim bilir kaçıncı defa - geçirdi  kafasından.  
                    * 
                    Şirketin kaç yıllık “ Muharrem Usta”sıydı o; kalıpçı, marangoz,  doğramacı Muharrem Usta… Ahşapla ilgili ne olsa yapardı. Evi Kayseri’deydi ama  o şirketin Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki kaç şantiyesinde çalışmıştı kim  bilir... Sayısını artık kendisi de tam hatırlamıyordu. Gelgelelim  şirketi yurtdışında da iş alıp oralarda  Türkiye’deki ücretleri “katlayan” paralar vermeye başlayınca, onun da içinde  bir şeyler kıpırdamıştı.  
                    Gerçi her zaman şükreder, “Allah devlete, millete, şirkete zeval  vermesin” diye değiştirdiği duayı tekrarlardı. Çoğu zaman yanlarında olmasa da  çoluk çocuğunu hiçbir zaman darda bırakmamış, kursaklarından haram lokma  geçirmemişti.  Ama artık çocukların  gittikçe artan “mesarifleri” , evin büyütülmesi, arkadaki arazinin alınıp bahçe  yapılması, elden ayaktan düşülecek günler için nevale parası... Ağır basmıştı  bunlar. Zaten Türkiye’nin dört bir yanında şantiye şantiye gezerken de ne kadar  kalabiliyordu ki “memlekette”? 
                    Kendince ölçmüş, tartmış, sonra da bir fırsatını düşürüp uğradığı şirket  merkezinde onu iyi tanıyan bir “böyüğüne”   “Beni de yollayın dışarıya bir yere,” deyivermişti.  
                    Onunla yıllardır çalışmakta olan “böyüğü”de sadece, “Kararlı mısın?”,  diye sormuştu. “Evet, ölçtüm, biçtim, kararımı verdim” cevabını alınca da  “Tamam, Muharrem Usta” demişti “Bizim Libya’daki iskân projesinde ince işler  yeni başladı sayılır, seni de oraya pergola montajına yollarız”. Bu arada  telefon çalmış, “böyüğü” bağlanan telefonda konuşurken Muharrem Usta da o güne  kadar hiçbir şantiyede karşısına çıkmayan “pergule montacı”nın ne olduğunu  soramamıştı. Zaten fırsat olsa da kendine pek yediremeyecekti sormayı. “Böyüğü”  telefonu kapatınca da, “Kalıp işi yok muydu ağabey?” sorusuna, “Orada tünel  kalıpla çalışıyoruz Muharrem Usta,” demişti, “Senlik kalıp işi yok! Ama  pergolalardan başlarsın.”  
                    Muharrem Usta kafasından “Gene pergule dedi Çetin ağabey… Bir sorup  anlamaya çalışayım, nemene iştir bu?” diye yeniden geçirmişti ama, ustalığı  halel görür mü tereddüdünü yenemeden, odaya başka “böyükleri” girmişti. Çetin  ağabeyi de ayağa kalkmış, “Sen aşağıya, personelein de evraklarını tamamla,  ben şimdi telefon ediyorum,” demişti. Sonra da odaya giren diğer “böyüklerle”  toplantı masasına yürürken, “Muharrem Ustayı Libya’ya pergola montajına  gönderiyorum,” demişti.  
                    Muharrem Ustanın kitabında artık bu noktada, bu kadar “böyüğünün” önünde  soru sormak yoktu. “Tamam ağabey,” dedi ve geri geri çıkarak kapıyı yavaşça  kapattı...  
                    * 
                    Ondan sonrası daha bir rüya gibiydi Muharrem Ustaya; istenen evrakların  hızla tamamlanması, şirketin çıkardığı “paşaport”, bir nefeslik uğrayabildiği  evinde eşinin göstermemeye çalıştığı sessiz gözyaşları, bu ayrılığın  öncekilerden farkını anlamaya çalışan çocukların hali, ilk defa bindiği uçakta  üç buçuk saat süren İstanbul-Tripoli (bildiğin “Tarablus” demişi personelci)  yolculuğu, onu şaşkına çeviren pasaport işlemleri, anlamadığı bir dilde  uğuldayan mahşer gibi bir havaalanında başkalarını izlemeye çalışarak bavulunu  bulması, adeta sudan çıkmış bir balık misali bir kapıdan yolcu bekleyenlerin  arasına çıkışı ve kendi adı yazılı bir kağıdı göğsü hizasında tutup çıkanlara  gösteren şirket görevlisine “teslim oluşu”…   
                    Şirketin Libya’daki “adamı” onu terminalden çıkarmış, şirketin  arabasıyla karanlıkta yarım saat falan giderek “şehirlerarası dolmuşlara”  gelmişlerdi. Şirketin adamı pek konuşkan biri değildi. Ama Muharrem Usta bu  memlekette şehirden şehre işleyen otobüs falan olmadığını, bu işin taksi  dolmuşlarla yapıldığını öğrenmişti. Sonra da parasını peşin verip, şoföre  Arapça bir şeyler söyleyerek dolmuşa bindirmişti onu. Muharrem Ustaya da “Seni  şantiyenin önünde indirecek,” demişti. Sonra da ona bir kağıt para uzatıp “al,  bu beş dinar da yanında bulunsun,” demişti, “avanstır”.  
                    Uykusuzluktan geberecek gibiydi Muharrem Usta. Ne uçakta, ne dolmuş  yolculuğunda gözünü kapatamamıştı. Değişik kıyafetli, entarili, kimi takkeli  kimi “poşulu” ve hepsi de esmer, hepsi de erkek yolcuların arasına  “selamünaleyküm” diye oturmuştu. Birinin “Müslim?” diye soru edasıyla sorduğu  tek kelimelik soruya önce “Yok, Muharrem,” demiş ama onlar gülerek soruyu  işaretle, başka şekilde sorunca, adını değil de Müslüman olup olmadığını  sorduklarını anlayıp sağ elini kalbinin üzerine koyarak “elhamdülillah” diye  cevaplamıştı. Ama Arapların sohbet arayan diğer sorularını anlayamamıştı. Zaten  cevaba mecali de yoktu, arada anladığı tek tük sözcüklere rağmen. Sersem  gibiydi. Etrafa bakıyor, ama gecenin karanlığında “sıteyşın” arabanın  farlarının aydınlattığı alanda altlarındaki inişsiz yokuşsuz virajsız yolun iki  tarafından kum tepeciklerinden ve bodur çalılardan başka bir şey göremiyordu.  Bir ara içi geçer gibi olmuş, ama uyuyamamıştı.  
                    Yemek molası falan vermeden sekiz saate yakın yol gitmişlerdi. Bir ara  şoför bir benzinlikte durduğunda, uykulu uykulu, hanımının hazırladığı ve her  nasılsa onca kontrolde kimsenin bir şey demediği börekleri çıkarmış ve yol  arkadaşlarına da ikram etmişti. Onlar da ona oradan aldıkları üzeri Arapça  yazılı bir şişede maden suyuna benzer bir su vermişlerdi. Derken gün ağarmaya  başlamıştı. Şimdi manzarayı daha iyi görüyordu ama değişen bir şey yoktu;  kumlar, kumlar, kumlar ve seyrek bodur çalılar. Aynı yolda giden tek tük  arabaların dışında, insan, hatta canlı namına, hareketli bir şey görünmüyordu.  
                    Güneş  daha “anca bi mızrak boyu” yükselmişti ki şoför yavaşlayıp arabayı sağa çekerek  durdurmuş ve sol eliyle yolun diğer tarafındaki bir “nizamiye”yi göstererek  “halas ya seydi, yallah” gibi bir şeyler söylemişti. Sonra da aşağıya inip  arabanın üstündeki yük yığınının bağlarını çözmüş, Muharrem Ustanın işaretle  gösterdiği bavulunu vermişti. Şoför yığını yeniden bağlarken Muharrem Usta da  uzun süre “katlanmış durumda” oturmaktan tutulan ayaklarını açacak birkaç  hareket yapmış ve şoför yeniden direksiyona geçip gazlarken de camdan  gülümseyerek bakıp kendisine el sallayan Arap yol arkadaşlarına el sallamıştı.  
                    Ardından da yerden bavulunu almış ve alışkanlıkla, hiç araba falan  görülmeyen geniş asfalt yolu sağana soluna bakarak dikkatle geçmiş, yolun öbür tarafındaki  “nizamiye”ye yürümüştü.  
                    * 
                    “Nizamiye”de gördüğü koca tabelada okuduğu şirketinin ismi içini güvenle  doldurmuştu. Kapıdaki görevlinin “Hoş geldin hemşerim”i de adeta evinde,  yurdunda hissettirmişti Muharrem Ustayı.  
                    O artık yurdundaydı, şantiyedeydi…  
                    * 
                    Muharrem Ustayı önce “Kamp Amirliği” diye bir yere götürdüler.  Pasaportunu, sevk evrakını alıp bavulunu bir kenara bıraktırdılar. Bazı  kâğıtlar imzalattılar. Bir görevli, “gel bakalım Şantiye Müdürüne gidiyoruz,” diye  aldı onu. Kamp amirliğinden çıkıp yürümeye başladılar. Etrafta çok sayıda  prefabrik tek katlı yapı vardı. Bunların bir kısmı ofis, bir kısmı ambar,  atölye görünümündeydi. Ama Muharrem Usta etrafta inşaata benzer bir şey  göremiyordu. Daha gösterişlice bir binaya girdiler. Görevli, kapısında “Şantiye  Müdürü” yazan bir kapıyı tıklattı. İçeri girdiler. Görevli, “Pergola montajı  için gönderilen Muharrem Usta geldi efendim,” dedi ve çıktı.  
                    “Aha yine pergule montacı” diye koyu bir gölge geçti Muharrem ustanın  gözlerinin önünden, “Böyük Allahım, mahcup etme beni, bunun da üstesinden  gelivereyim”. Şantiye Müdürü Muharrem Ustaya şöyle bir baktı; yüzünde  sevecenlikle sertliği, babacanlıkla otoriteyi beraberce barındıran bir ifade  vardı. “Sen şimdi yol yorgunusundur”, dedi, “bugün git koğuşta dinlen, yarın  sabah ta git İbrahim beyin yanında işbaşı yap. Unutma! Mühendis İbrahim Bey!  Pergola işinin sorumlu mühendisi”.  
                    Muharrem Usta “tamam şefim,” deyip geri geri çıktı, kapıyı kapattı.  Şantiyelerde “şefim” sözcüğünün askerlikteki “komutanım” ünvanı gibi, herhangi  bir rütbe belirtmeden karşısındakini yücelten etkisini iyi bilirdi. Onu Şantiye  Müdürüne getiren görevli ortalıkta görünmüyordu. Kapı ağzındaki çay ocağında  bardak yıkayan yaşlıca bir adama “koğuşları” sordu. Adam dışarı çıkıp kapının  önünden birkaç yüz metre ötedeki bir sıra prefabrik yapıyı gösterdi. Muharrem  Usta yürümeye başladı. Sabahın daha dokuzu olmamıştı ama, buğulu bir sıcak  hissediliyordu. Yine de ara ara hafif bir esinti yokluyordu. Aklına bavulu  geldi. Önce bavulunu bıraktığı kamp amirliğine gitti, bavulunu aldı. Koğuşunu  sordu. Ona bir yatakhane ve bir de koğuş numarası verdiler. “Ustalar koğuşudur  bu,” dedi görevli. Şöyle bir gönendi Muharrem Usta. Sevk kâğıtlarında “pergola  montaj ustası” lafını görmüştü. Namının buralara kadar gelmiş olmasına sevindi.  Gerçi Türkiye’deki “böyüğü” ona yanında yardımcı götür falan dememişti. Ama  koca şantiyeden yanına ona yardım edecek birkaç düz işçi verirlerdi herhalde.  Yatağının, yastığının, çarşafının, nevresiminin teslimini yaptılar. Yine  birtakım kağıtlar imzalattılar.  
                    Bu arada şantiyenin kamptan 3 – 4 kilometre mesafede  olduğunu, işçilerin öğle yemeğini şantiyede işlerinin başında yediklerini  öğrendi. Yani koğuş akşama kadar boştu.  
                    Muharrem Usta Türkiye’deki şantiyelerde pek alışkın olmadığı bir konfor  içinde, klimalı bir koğuşta, çamaşırhaneden yeni çıkmış çarşafın ve yastık  kılıfının beyazlığında, kafasında “pergule montacı”,  vücudunda kendini dinleme fırsatını yeni bulduğu  için yeni yeni hissettiği yoğun bir yorgunluk içindeydi. Bir taraftan “Yahu,  ahşap işi değil mi, eninde sonunda, üstesinden gelirim evelallah,” diye kendine  özgüven aşısı yapıyor, bir taraftan da “Beni mahcup etme böyük Allahım,” diye  bunu tekmilliyordu.  
                    Kıta ve iklim değişikliğinin de derinleştirdiği bir uykuya nasıl  daldığını anlayamadı bile. Akşam koğuşa dönenlerin gürültüsü dahi onu  uyandıramadı. Uyudu… “Pergule montacı” diye karanlıkta aralanan gözleri yeniden  kapandı. Yorgun vücutların horultu senfonisi içinde, bu çevrim sabaha kadar  birkaç kere daha tekrarlandı.  
                    * 
                     Muharrem Usta sabah dipedinç ve koğuştaki herkesten önce kalktı.  Koğuştan çıkıp koridorda tuvalet arandı. Döndüğünde koğuşta uyanıp  hazırlananlar, “Hoş geldin,” dediler. “Nerelisin?”, “Hangi işe geldin?” gibi  soruları cevaplarken, Kayserili Muharrem Usta özellikle “pergule montacı  yapacam” derken, sesine bir özgüven eksikliği düşmemesine özel bir gayret  sarfetti. “İbrahim beyle çalışacam”. 
                    Koğuş arkadaşlarıyla beraber yemekhaneye gittiler. Kahvaltıdan sonra  İbrahim beyin ekibinden bir başka ustayla beraber işçi otobüsüne bindiler.  Kamptan çıkıp hiç değişmeyen çöl görünümlü arazide, kum dünyasında ve bodur  çalılar içinde on – onbeş dakika kadar yavaş yavaş gidip şantiyeye vardılar. O  anda sağında, birden denizi gördü Muharrem Usta. İradesi dışında “Bu ne be!”  sözcükleri döküldü dudağından. Yanındaki de, “Akdeniz ya işte,” diye bilgiç  bilgiç cevapladı, kendine sorulmuş bilerek… Otobüs artık sık sık duruyor, inen  işçiler öbek öbek bir yerlere yürüyorlardı. Böyle bir duruşla yanındakinin  “hadi”siyle yekindi, onlar da indiler. Etraf inşa halindeki tek katlı  villalarla doluydu. Belki yüzlercesi… Kimi daha kaba inşaatta, ama tümüyle  beton, kimi dış boyada, kiminin doğramaları takılıyor,  kiminin bahçe duvarları beton perde olarak  dökülüyordu.  
                    Bir ürküntü duydu Muharrem Usta; gördüğü bütün kalıplar çelikti.  Dikmeleri, iskeleleri de… Doğramalar alüminyumdu. Ahşap falan görünmüyordu  etrafta. I-ıh, gözleriyle adeta projektör gibi taradığı koca alanda ahşabın  yongası, kıymığı bile görünmüyordu. “Pergule montacı,” diye tekrarladı  yüreğindeki ürperti. 
                    Yanındaki, “İşte İbrahim Bey burada,” diye bir çelik kutuyu işaret  ederek gösterdi Muharrem Ustaya. Ve “Hadi hayırlı olsun!” diye uzaklaştı.  Mühendis İbrahim Bey bir konteynerin içinde oluşturduğu saha ofisinde masasının  başında kıpır kıpır, gençten biriydi. Muharrem Usta kapının dışında, içerdeki  ekip başlarının çıkmasını bekledi. Kısa süreli giriş – çıkışlar da bitti. Artık  herkesin bildiği ve planlanmış bir işi yaptığı şantiyede, tatlı bir uğultu  başlamıştı bile.  
                    Muharrem Usta da konteyner boşalınca girdi içeri. “Ben Muharrem, şefim,”  diye elini uzattı İbrahim beye. “Pergule montacı için geldim”. Mühendis İbrahim  Bey, “Ha, hoş geldin Muharrem!” dedi. (Bu genç mühendisler de yanındaki  ustalara sadece isimleriyle hitap etmekten nasıl bir zevk alırlardı?)  “Merkezden geleceğini söylemişlerdi. ‘Sana en güvenilir adamımızı yolluyoruz.  Pergola montajı yağ gibi gider artık!’ demişler Şantiye Müdürümüze de!”.  İbrahim bey hızlı hızlı söylemişti bunları. Muharrem Usta kıvançla “bungunluğu”  aynı anda yaşadı. Makineli tüfek gibi devam ediyordu İbrahim Bey; “Hiç pergola  montajı yaptın mı daha önce?”. Hem dürüst hem de “siyasi” bir cevabı anında  kafasında oluşturdu Kayserili Muharrem Usta; “Ahşabın her çeşidiyle, her şeyi  yaptım desem yeridir, şefim!” Ama anında bir mengene yüreğini sıktı; ya şimdi  şef “Ne ahşabı… bu pergolalar ahşap değil ki!” deyiverirse…. Şef hiçbir şey  söylemeden kalktı yerinden. “Ben ekiplere bir bakıp geleceğim, sen bekle  burada,” deyip saha ofisinden çıktı, gitti.  
                    Kayserili Muharrem Usta hafakanlar içinde beklemeye başladı. “Vah ki  eyvah, herhal Şantiye Müdürüne gitti şef! Pergule montacı için perguleyi ahşap  zanneden biri gelmiş demeye…eyvah, yandım… eyvah, idare edemedim… gördün mü  kendine ettiğini Kayserili Muharrem Usta! Kayserililiğini de, ustalığını da yok  bil bundan kelli!”. 
                    * 
                    Yirmi yirmibeş dakika sonra döndü şef. Muharrem Ustaya yüz yıl gibi  gelen bir süre sonra… Muharrem Usta şefin yüzünden bir şeyler anlamaya çalıştı.  Ama o ruh hali içinde, hiçbir şey anlayamadı. Genç mühendis masanın üzerinden  bir dosya aldı. İçinden bazı kağıtlar çıkardı. Muharrem ustaya uzattı. Eliyle  ofisin açık kapısından gözüken, dış boyası devam eden bir sıra villayı işaret  etti. “Şu evlerin arkasındaki yeşil sahada pergola malzemeleri duruyor. Listesi  de bu. Git bir bak ta gel bakalım Muharrem!”.  
                    “Benimle zevklenir herhal bu, hey Allahım!” diye içini çekti Muharrem  Usta. “Dese ya doğrudan, perguleler ahşap değil diye... Gönderirse geri  göndersin, emme ne diye bi de zevklenirkine?”. Ama sesini çıkarmadı. Olan  olmuştu galiba. Elinde kâğıtlarla sessizce ofisten çıkarken genç mühendis  arkasından seslendi: “Muharrem! Şantiyede baretsiz dolaşılmaz. Al, şu bareti  giy önce!”. Muharrem hep plastik bir tasa benzettiği barete uzandı. İbrahim Bey  dosyasından bir kâğıt daha çıkardı; “Şunu da imzala bakalım!”. Muharrem Usta  kâğıdı okumaya bile gerek görmeden imza yerini “cızıktırdı”. Bu sefer geri geri  çıkmadı şefin yanından. Bareti elinde, o evlerin arkasına doğru yürümeye  başladı. Gözleri önündeydi, etrafına bakamıyordu. Öyle ya, bir tanıdığa,  yanında daha önce çalışmış bir işçiye falan rastlayabilir, sonra da “Muharrem  Ustayı geldiği gün sepetlediler” lafı yayılır giderdi ardından...  
                    Neden sonra İbrahim beyin eline tutuşturduğu, tel zımba ile birbirine  zımbalanmış birkaç sayfayı fark etti. Kaldırdı, şöyle bir baktı üstteki  sayfaya. En tepesinde iri, kocaman harflerle “Packing List” yazıyordu. Dudak  büktü. Sayfa rakamlarla dolu, liste gibi bir şeydi “25 x 100 x 3500 mm”, “17 pieces” gibi  birtakım satırlar birbirini kovalıyordu. “Ebatlar” diye geçirdi içinden.  Bunların bir kısmı da bildiği “makta” boyutlarını andırıyordu. İçinde yeniden  zayıf bir ümit ışığı parladı. “Böyük Allahım, ne olur ahşap olsun şu  perguleler!”.  
                    * 
                    O dış boyası yapılan evlere doğru daha bir hızla yürüyordu artık.  Evlerin bahçe kısmında araba garajı gibi bir yerin belli ki bir gün önce  dökülmüş betonuna yandaki bir varil sudan baretle aldığı suyu serpip “beton  sulayan” ekibe, “kolay gele,” dedi. Kendi çalışırken selamsız geçenlere  “Allahın selamını esirgiyor be!” diye çok kızdığı için kendisi hiç ihmal  etmezdi bunu.  
                    Evlerin arkasında belli ki genel planda park falan olacak büyükçe bir  boş alan vardı. Bu alanda kalın naylonlara düzenlice sarılmış, plastikten  çemberlerle sağlama alınmış, üzerinde bir örnek kocaman etiketler  yapıştırılmış, irili ufaklı onlarca paket yığılmıştı. Etiketlerin üzerinde iri  harflerle “İmpregnated Wood” yazıyordu. Altında da “ebatlar” vardı. Paketin  kalın, gri naylonu, içindeki malzemenin cinsini ele vermiyor, sadece düzgün  köşeleri belirginleştiriyordu. Anlamadığı “İmpregnated Wood” lafının  karıştırdığı kafasını, daralan yüreğini ferahlatmak için, naylonu titremesine  engel olamadığı elleriyle yırtmaya çalıştı. “impıregnated vood” sözcükleri  beyninde vurgulanıyordu. Yırtamadı naylonu, ellerinin titremesi yüzünden.  Yanından hiç eksik etmediği, bazen marangoz kalemini yontup bazen salatalık,  portakal filan soyduğu küçük çakısını cebinden çıkardı. Yine titreyen elleriyle  naylonun paketin bir köşesindeki hafif kabarık yerine sapladı. Yırttı. Öbür  eliyle de çekiştirerek önce kibrit kutusu kadar bir yeri açmayı hedeflemişken,  kuvvetini ayarlayamamış, mektup zarfı kadar bir yeri açılmıştı paketin. 
                    İşte o anda gözleri  ışıldadı Muharrem Ustanın, yüreğiyle beraber. Hayır, naylondan yırtılan  parçanın altından düzgün kesilmiş, perdahlı, hafif yeşilimsi bir boya emmiş  gibi duran ahşap direkleri görmedi önce. Ama naylonun kokusundan daha farklı  bir kimyasal kokunun dahi bastıramadığı bildik bir kokuyu, ahşabın kokusunu, o  misler misi, dünyalara beden ahşap kokusunu almıştı! Yüreğinde taşan süt gibi  bir kabarma, içinde bir yayla serinliği duydu. “Şükürler olsun sana Rabbim,”  dedi. “Ahşapmış pergule! Artık gerisi vız gider tırıs gelir be! Her bişeyin  üstesinden gelirim gayrı!”. 
                    İki tarafını kestiği naylon parçasını çekiştirerek, adeta cennet kokulu  bir bebeği kundaklar gibi, açtığı kısmı örtmeye girişti. Sonra koca paketi kuş  gibi kaldırdı, çevirdi, yırtık kısmı aşağı getirdi.  
                    Sonra da güvenli adımlarla, omuzları artık dik, başı yukarıda, bareti de  artık elinde değil başında, dosdoğru mühendis İbrahim beyin saha ofisi dediği  çelik kutusuna yürüdü.  
                    * 
                    “Tamam şefim”, dedi. “Pergule malzemesini gördüm. Ne zaman başlıyoruz  montaca?”  
                    “Otur bakalım Muharrem,” dedi genç mühendis. Ama artık oğlu yaşında  birinin kendine sadece adıyla hitap etmesi Muharrem Ustaya önceki kadar  koymadı. “Bu da bişecek zaar,” diye geçirdi içinden, “Ne yapsın oğlan, mühendis  mektebinde öğretmiyorlar ki bunları”. Bir hoşgörü bulutu içindeydi.  
                    “Bu ahşaplar Finlandiya’dan geldi,” diye devam etti İbrahim şef.  “Montajı başlatmak için bir de süpervizör gelecek oradan. Anlaşmada var. Ama  herif gecikti. Bu cumartesi akşamı geliyormuş. Bugün perşembe, pazar günü  beraberce başlarsınız montaja. Sana eli yatkın iki de işçi vereceğim, üç  kişilik bir ekip olursunuz başlangıçta. Finlandiyalı bir hafta burada kalacak,  sonra gidecek. Artık bütün detayları o buradayken çözün de herif gidince bir  sorun çıkmasın!” 
                    İbrahim şef bunları makineli tüfek gibi duraksız sıralarken Muharrem  Ustanın kafasından da aynı hızda bazı düşünceler geçiyordu: “vızır-vüzür, her  neyse, biri gelecekmiş finnandiyadan montacı başlatmaya, bilen biri zaar, bu  eyi!” “Bak, işte iki yardımcıynan ekibi çattık bile!” “Yahu tanımadığı kişiye  gıyabında ‘herif’ diyo şef, yakışmadı be!” 
                    Bunların yanı sıra, Libya’da hafta tatilinin cuma günü olduğunu,  pazarları çalışıldığını zaten önceden öğrendiğinden, kafasını bunlara  takmamıştı bile.  
                    İbrahim şef devam ediyordu. (Bayağı tez canlı bir çocuktu bu!):  “Muharrem, ben sana şimdi projeleri de vereyim! Proje okursun değil mi?” 
                    Aklından geçmesini engelleyemediği “Packing list”, “İmpıregnated Vood”  gibi sözcüklere rağmen Muharrem Usta hiç tereddüt etmedi; “Resimden iyi anlarım  şefim,” dedi, “ver hele bakalım!” 
                    İbrahim şef uzandığı bir kutudan dosya kâğıdı boyunda katlanmış bir  deste ozalit çıkarıp uzattı. “Acele etme Muharrem!” dedi. Ama bunu da o telaşlı  ifadesi ile söylemişti! “Bugün öğleden sonra var, cumartesi de bütün gün var!  Süpervizörle montaja pazar günü başlayacaksın! Paydosta da koğuşuna götür  bunları. Yarın canın sıkılmasın!”. Sonra kalktı, bir köşede termosa benzer  musluklu bir kaptan bir bardak su doldurdu, bir dikişte içti. Muharrem Usta  bekliyordu. “Bak bu ülkede ayakta bir şey yenilip içilmez ha, Muharrem!” dedi.  Muharrem Usta konuyu dağıtmamak için kurcalamadı, nasıl olsa sebebini  öğrenirdi…  
                    Zaten şef te o hızlı hızlı konuşmasıyla yeniden konuya dönmüştü: “Sen  öğleden sonra verdiğim listeden gelen paketlerin bir kontrolünü yap. Paketleri  say. İlk parti 25 evlik malzeme. Bir ekiple iki günde üç ev yapmamız lazım.  1250 eve pergola yapacağız. Malzeme peş peşe ellişer yüzer gelecek! Tabii ekip  sayısını da arttıracağız, duruma göre. Diğer ekipleri sen yetiştireceksin. İç  kapılar gelmeden pergolaları bitirmemiz lazım!”.  
                    O sırada ofisine giren birine, o daha ağzını açmadan “Hüsam kalfa!”  dedi, “Recep’le Veli’yi pazar sabahından itibaren Muharrem Ustaya veriyorsun!  Pergola montajı ekibinde çalışacaklar!”. Hüsam kalfa Muharrem ustaya sanki yeni  fark etmiş gibi şöyle bir baktı, hafif kırık bir sesle, “Olur şefim!” dedi.  Sonra yeniden Muharrem Ustaya döndü; “Hoş geldin usta!”. 
                    Muharrem Usta “daha bişmemiş” şefin ağzından kendisi için  “Muharrem” değil de “Muharrem Usta”yı duyunca  biraz şaşırdı. “Ya, ben bişmemiş dedim emme yoğusam bu İbrahim şef eyi  siyasetçi de mi bana yalnızkene ‘Muharrem,’ başkasının yanında ‘Muharrem Usta’  dir acep,” diye düşündü. Ama aynı konuşmada Hüsam’dan da iki kere “Hüsam kalfa”  diye söz etmişti şefi. “Herkeş haddini, rütbesini bilecek ellaham,” diye  bağladı düşüncesini.  
                    Hüsam kalfa çıkmıştı. İbrahim şef, “ben  ambara gidiyorum” dedi, “birazdan öğle karavanası gelir. Karşıdaki betoncularla  yersin, bugünlük. Ben geçerken söyleyeceğim onlara. Dediğim gibi, otur şu  dipteki masaya projeleri oku! Bu arada kullanacağın alet edevatın listesini  çıkar. Ambardan bugünden alalım. Bağlantı elemanları zaten set olarak malzeme  ile birlikte geldi, onları yazma listene!” Aynı hızlı temposunda zıpladı gitti.  
                    Muharrem Ustanın alet edevat listesini falan taktığı yoktu. “Hiç takım  götürmeyeceksin, hepsi şantiyeden” demişlerdi. Şef çıkar çıkmaz aldı  ozalitleri, gitti dipteki kendisine gösterilen masaya, katlarını açıp  karmakarışık yaydı. Ayaktaydı, iki eli masaya dayalıydı. Paftalardaki yabancı  dilden yazıları görmüyordu. Bağlantı detaylarına bakmıyordu bile. Aradığı,  “pergulenin montac sonrası, bitmiş halini gösteren resim”di, perspektifti. Onu  da buldu altlarda kalmış bir paftada! Ve görmesiyle de koskocaman, adeta ay  dede gibi bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Yahu, bildiğimiz çardak bu be,” dedi  kendi kendine... Keyifle ve sesli olarak… “Pergule, pergule diye bişey sandıydım  ben de!”  
                    Üstünden tonlarca yük kalkmış gibiydi. 
                    * 
                    Daha yüzünden gülümsemesi  silinmeden, kapıdan bir baş uzandı. “Yemek geldi Muharrem Usta!” dedi,  “buyur!”. 
                    Yirmi dakika sonra, betoncularla bir evin gölgedeki cephesinde ekmek  bandığı bol salçalı kuru fasulyenin, kaşık salladığı -pirinci accık değişik-  pilavın ve gurbetin herkesi hemşeri yaptığı sıcak bir sohbetin ardından, sırtı  gölgede de olsa sıcacık duvara dayalı, Türkiye’den getirdiği henüz bitmemiş  paketinden herkese birer Samsun ikram edip en yakınındakinin çakmağıyla yaktığı  cigarasından çektiği ilk nefesi, bırakamadığı şu meretin ilk dumanını inadına  burnundan salıverirken, artık “pergule montacını” falan düşünmüyordu. Muharrem  Ustanın zihninde şimdi gözü yaşlı bıraktığı “ayali”, onun yurt içi  gurbetçiliğine alışkın, ama bu seferkinin farkını pek anlayamamış olmanın  şaşkınlığı içindeki çocukları ve evinin iki karışlık arka bahçesine katıp,  marul, soğan, salatalık, domates, biber, maydanoz ekeceği komşu arsayı, bahçe  yapacağı arsayı düşünüyordu.  
                    Muharrem Usta artık “Gesi bağlarında” dolanıyordu.  
                           
                  Ekim 2006 İZMİR  |