BAHÇIVAN AHMET USTA 
                    Yurtdışında bir “iskân  projesi”nde dört yıllık bir çalışmanın ardından, işin geçici kabulü de  yapıldıktan sonra, yurda döndüm. Apar topar denilebilecek bir tempoda aynı  firmanın yabancı bir ortakla yurtiçinde sürdürdüğü bir başka projede  “Şantiyeler Müdürü” olarak işe başladım. 
                    Ne var ki şantiyeler 1-1,5 yıl  önce kurulmuştu ama hiç hakediş yapılmamıştı! Bunun dışında herşey iyiydi,  güzeldi! 
                    Merkez şantiyesi, yerleşim  merkezlerinden biraz uzakta “orman sahası” içinde İdarenin Orman Bölge  Müdürlüğünden  49 yıllığına kullanım  hakkını aldığı genişçe bir alanda kurulmuştu. Prefabrik şantiye binaları  yapılmış, çevre düzenlemesi yapılmış,   hattâ mecburen kesilen ağaçların yerine şantiye yapılarının yerleşimine  uygun yeni ağaçlandırma yapılıp çim alanları ve çiçek tarhları bile  oluşturulmuştu. 
                    Göreve başladığım ilk hafta tabiatıyla çok yoğun geçti. Ama her  sabah yedide işbaşı yaptığımda odamdaki masanın sağ ön köşesine doğru, bir  bardak içinde küçük bir demet çiçek o yoğunluk içinde  bile dikkatimi çekiyordu. Belli bir zevkle  düzenlenmiş, ama satın alınmadığı da belli, her sabah tazelenen küçük bir çiçek  demeti. Gelgelelim bu şirin demetin kaynağını ve odama kimin koyduğunu sormaya,  o yoğun ilk haftanın dağdağasında doğrusu vaktim olmadı. 
                    Geç saatlere kadar şantiyede  kalıyordum. Şantiye toplantılarını gerekmedikçe çalışma saatleri içinde değil,  akşamları yapıyorduk. Ondan sonra da yaklaşık 35 km mesafedeki lojmana  gidiyor ve henüz çoluk çocuğu da getirmediğimden, genelde evde de çalışıyordum. 
                    İkinci haftanın başında olmalı,  şantiyedeki akşam toplantısının sohbet kısmında aklıma geldi, “İdari Müdür”  unvanlı arkadaşa  çiçeklerin kaynağını ve  “aranjörünü” sordum.  “Onlar bizim burdan  , şantiyeden efendim,” dedi arkadaş, “bizim bahçıvan Ahmet Usta kendi  yetiştiriyor. Kimseye de kopartmaz. Bakım yaparken kopardıklarını da  kampta kaldığı için her sabah sizin odaya  işbaşından önce kendisi bırakıyor”. 
                    “Sağolsun” dedim   ben de. Sonra başka konulara kaydı sohbet.  
                    Ertesi sabah, kendisi de kampta  kalan “İdari Müdür” akşam sohbetinde adının geçtiğinden bahsetmiş olacak ki,  daha masamın başına geçer geçmez odanın kapısında elinde yarısına kadar su dolu  bir bardak içinde şirin bir çiçek demetiyle 60-65 yaşlarında temiz ve güleç  yüzlü  bir adamcağız göründü.  Açık kapının kanadını tıklatarak girdi, çiçek  dolu bardağı masamın her zamanki köşesine koydu. Ben de hafifçe gülümseyerek  “Sağol Ahmet Usta,”  dedim, “yarın ben  sana küçük bir vazo vereyim de bu güzel çiçekleri vazoya koyalım artık.” “İyi  olur efendim,” deyip geri geri çıktı Ahmet Usta. 
                    O akşam toplantısının sohbet  kısmında  da İdari Müdür arkadaşa “Bugün  senin Ahmet Ustayı da tanıdım,” dedim, “bahçıvanlığı nereden geliyor onun, daha  önce bahçıvanlık yapmış mı?”  
                    “Valla Ahmet Usta  bize Çalışma Müdürlüğünden gönderildi,” diye  cevapladı  arkadaş” Mevzuat gereği   özürlü ve eski hükümlü çalıştırma mecburiyetimizden  doğan kontenjandan. Biz de  kampta  değerlendiririz diye aldık, bir süre sonra verdiğimiz işin dışında  kendiliğinden benimsediği bahçıvanlık   asıl işi oldu.  Bu işi de severek  yapıyor, çok da iyi yapıyor!” 
                    Ben o sabah şöyle bir gördüğüm  Ahmet Ustayı tekrar gözümün önüne getirdim. “İyi ama,” dedim, “ben Ahmet  Ustanın pek özürlü bir halini görmedim. Eli ayağı düzgün, pekalâ da yürüyor.  Görüp işitmesinde de bir sorun gözükmüyordu. Neresinden ki özürü?” 
                    “Yok  efendim,   özürlü değil,” diye cevapladı arkadaş, “eski hükümlüdür kendisi!” 
                    “Allah, Allah,” diye hafif  şaşkınlığımı gizlemeye gerek duymadan sordum “ pek de halim selim bir hali var,  hangi suçtan hüküm giymiş acaba? Kız falan mı kaçırmış gençliğinde?”  
                    Yine “Yok efendim,” diye sakince  cevapladı arkadaş, “cinayetten. Birkaç kişi öldürmüş te.....” 
                    Benim şaşkınlığım zirveye  ulaşmış, yüz ifadem de değişmiş olmalıydı. Demek bizim gözü gibi baktığı  çiçeklere kimseleri dokundurmayan, sadece bakım yaparken koparılması  gerekenleri de kalanların sağlığı için kendi elleriyle toplayıp  değerlendiren  halim selim,  güleryüzlü  Ahmet amcamız “birkaç leş  atlamış” bir katildi ha! 
                    “Ne oldum dememeli, ne olacağım  demeli” sözü biraz farklı bir bağlamda geçti aklımdan. 
                    Kaçınılmaz şaşkınlığım da o  sohbetin o noktasında kaldı. 
                    Ahmet Ustaya geçmişini bildiğimi  hiç belli etmemeye çalıştım.  Bu konuda  ona hiçbir şey sormadım, zaten kendi de kimseye bahsetmemiş, sadece İdari Müdür  arkadaşın ısrarları üzerine ve şantiyeye yayılmaması ricasıyla, ona kısaca anlatmış.  Ahmet Ustayı o acı günlerine döndürmeye kimin hakkı vardı ki? 
                    Şehre yakın bir köyde uğradığı  açık bir arazi haksızlığında  sadece  önüne konan “somut kanıtlara” bakarak hüküm veren mahkemede alamadığı hakkını  ve bulamadığı “adalet”i bizzat gerçekleştirme hatasına düşerek haksızlığı  yapanları öldüren Ahmet Usta, zincirleme aflarla azalan hapis cezasını  tamamlamıştı. Ama olaydan sonra kendine verdiği “her nefeste nefs muhasebesi”  cezası zaten devam ediyor olmalıydı. 
                    Ahmet Usta emeklilik için gerekli  prim ödeme gün sayısını doldurunca, isteği üzerine onu emekli ettik ve  helallaşarak  kendine verdiği cezasının  geri kalan kısmını çekeceği yeni hayatına uğurladık. 
                  Kasım 2006     |