İKİNCİ KEZ BOR’ DAYIM ?
(Sür Eşeğini  Karşıyaka’ya)
                         Yorgun argın bir dönüşün sonu gerçekten düş kırıklığının  yanında, aile bireyleri  beni sorgulu  gözlerle izliyor. Çok.. çok iyi bir ücretle kalk Anadolu’nun bir ucuna git ve  hemen dön. Onların düşlerini ve umutlarını da   al aşağı ettim..gözü ile bir geçerli yanıt bekliyorlar.
                
             Ya  da ben öyle algılıyorum. Haklılar da. Derin bir soluk alacaktık. Para sorunu  olmayacaktı bir süre. Yaşantımız nitelikli olabilecekti. İstediğimiz yerer  ulaşabilecektik, hiç olmasa ayda bir kez. Ayda bir kez! Ailecek  bir gitmemiştik günü birliklerin dışında.  Ayda bir kez kitap, günde en azımdan bir- iki gazete girebilecekti evimize..  Yemede içmede gözümüz yoktu.. Tüm derdimiz sanat ve kültür açlığı ve  tokluğuydu.
  
             Bu  iki ana öğeyi yaşayabilmekti sürekli, doya doya yaşayabilmekti amacımız  ailecek. En azından ayda bir kez sinemaya, tiyatroya gidebilmekti. Bireysel  olarak alacağımızı nitelikli bir biçimde algılayıp, özümseyebilmekti derdimiz.  Umut işte! 
  
            Otogar’  dan eve gelinceye dek düşünce sistemimi alt üst eden düşüncelerin, düşlerin,  istemlerin ve de dileklerin gerçeğe dönüşememesi bunalımı.. Servisin ağır ağır  kat ettiği İzmir’in sıcaktan erimiş yollarında katran kokusuna bulaşıyordu..  Sanki daha İzmir’e gelmemiştim..Böyle bir gerçek henüz kanıtlanmamıştı. 
           Akşama İMO da toplantım var, saat 17.30’da..
           Tüm isteğimiz onurlu ve hakça bir  üretim ve tüketimdi. Ve bu olguya bireysel olarak katkıda bulunma mutluluğuna  erişebilmek. Bu tür düşünceleri enine boyuna irdeleyerek günü bitirdim. Gözüm  de yolda.. A. Gelse de alacağını versem. Üzerimde çok. çok büyük bir yük olarak  ağırlığını duyumsatıyor. En kısa süreçte kurtulmalıyım bu paradan. Herkes  borcunu, harcını, alacağını, vereceğini bilmeliydi.
          Birkaç kez sürücü Mehmet aradı. Ağız  arıyordu kanımca. Ben de denediğimizi anlatıyorum, beklentilerimin olumsuzluğa  nasıl dönüştüğünü vurguluyorum. Anlamadığım konu, hâlâ bir inşaat mühendisine  gereksinim duyulduğunun somut bir varlığıydı. Anlayamadığım ikinci nokta ise;  bu işlerin neden şoför Mehmet tarafından dile getirilmesiydi?.. Bir başka  konumu mu vardı bu kişinin?..  
            Her  seferinde bir olumsuzluklarını ortaya koyuyor ve vurguluyordum. En azından  konut sorununu n çözülmesini istiyordum. Gösterilen yerde bir insanın kalmasını  bırakın, bir evcil hayvanın bile barınmasına uygun değildi, ‘layık’ görülmezdi.  Bu konut  sorununu şantiyede patrona bile  iletmiştim.Öğretmen evinde neden konakladığımı sorguladığında.: “ Siz o evi  gördünüz mü?” sorusuna yanıtı tek sözcükle olmuştu:”Hayır!” Öyleyse…
         Bir de şunu yinelemeye çalışıyordum :  “Ben, kariyere, etikete, kartvizite önem veren birisi değilim” anlayışını  işliyordum. Ne olacaktı, göstermelik mi bir durum yaratılacaktı? Evet öyle  olacaktı. Çünkü iş bitmiş, geçici kabulü yapılıyordu neredeyse. Benim  sorumluluğum da işe başlayacağım tarihten başlayacaktı. Bunu anlatmaya  çalışıyordum Mehmet’e. Nasıl olsa noterden bir işlem yapacaktık. Sonradan  öğrendiğime göre, benim yerime işe başlayan iş arkadaşlarımdan biri görevi  üstlenmiş, hâlâ alacağını alamamıştı Aradan üç yıl geçmesine karşın.
         Bir gün Mehmet yine aradı..” Ne zaman  geliyorsun ağabey, Savaş ağabeyim soruyor?..” Verdiğim yanıt ise: “ Nerede  kalacağım?.. Ben emekliyim..Ha deyince yola çıkamam. durumumu ayarlayayım, ben  sana haber veririm.” 
Yani  ikinci kez gitmeyi göze alıyordum. Düşüncelerimin bir baskısı mıydı, yoksa  bilinçaltı 
isteklerin  öne çıkması mıydı? Bende anlayamadım. Sorun gidiş geliş parasıydı şimdilik.  Geldiğimden beri A. İle bu konuyu irdeliyoruz. Yahu bu denli neden zorluyorsun…  Git. Maaşını tıkır tıkır al! İşin aslına bakarsanız ücrette konuşulmamıştı  patronla.. A.’ın söylediği bir rakamdı. Ben de   ciddiye alarak soyunmuştum bu şantiye işine.
           A.benden  aldığı 150 YTL ’yi  tekrar bana verdi.  Gidip biletimi aldım Niğde 
turizmden.  29 Ağustos 2005 yazıyordu biletimde. Ayrıca  koltuk numaram 13 idi. 19.30 arabasında. Bu paradan eve de bırakmama  gerekiyordu. Çünkü Feridun yüksek öğrenime başlayacaktı. Kuruşların bile  hesabını yapıyorduk. Arta kalan parayı pay ettik eşimle. O da neydi?..Yetmiş  beş yetmiş beş. Benim cüzdanımda kalan ise 50 YTL idi yol parası çıktıktan  sonra. Benim şantiyede avans alma olasılığımın bir varsayım olduğunu  düşünürsek, parasız kalmayacaktım. Belirsizlikler içindeydim. Bu beni çok  rahatsız ediyordu. 
 
           30 Ağustos sabahı. Uykusuzluktan ölüyorum. Horlayan  birinin otobüsteki konumunu siz düşünün gece yolculuğunda. Anlatılanı  anlamıyorum. Öylesine  bir  durum. 
Hemen,  bir otobüs işletmesine uğrayıp İzmir biletinin ne kadar olduğunu sordum  garajda. Bilet parasını en sağlam, en garantili yerine sakladım. Az para  harcamama gerekiyor. Bana kalan para ise 25 liraydı. Bir süreliğine  gereksinimlerimi idare edebileceğim rakamdı.  
  
           Saat 7.30 da şantiyedeydim. Yine çantalar.. çantalar. Bu  kez iş sağlammış gibi..Sürücü çantalarımı bir kenara koydu bekliyorum. Mehmet  geldi. Patron ortalarda yok. Uzunca bir sür sonunda proje müdürü hanım geldi.  Çok sıkıntılı. Ayrılıyormuş. Bütün işi ve şantiyeyi bana anlatmaya başladı. 2-3  yıllık işin arta kalanını saatlere sığdırmak için, bir de kafamı karıştırmak  için durmadan anlatıyor. Yıldırma taktiği miydı? diye düşünmeden edemiyorum.  Anlatılıyor neler yapılacağını, anlatıyor patronu, anlatıyor şirketin parasal  durumunu ve konumunu. Ben uykusuzluktan ve kadının anlattıklarından gerçekten  yorulmuştum. Aptallaşmıştım kelimenin tam anlamıyla. Patrona demediğini  bırakmıyor ve kıyasıya eleştiriyordu. Sanırım kaçarak benden düşüncelerimi mi  öğrenmek istiyordu? Bir taktik miydi acaba işinin sürekliliği için? Sözde bana  dikkat et gibilerden öğüt veriyordu..
 
            Bir  ara patronu görür gibi oldum. O yöne gittim. “Hoş geldin” deyip bir emekçi ile  tartışmaya başladı. Konu  bir adet  yumurta.  Patron bas bas bağırıyor  işçiye. İşçide taşeron. “Sen benim tavuğumun yumurtasını nasıl yersin?” İşçide;  “Ağabey akşam çalışmağa kaldık, karnımız acıktı yedik..”  Tüm    konu  bu. Adama demediğini  bırakmadı. Patron bu ya  emekçi  üzerindeki tüm tasarrufu ona ait. Bir adet yumurta için ne aşağılamadığı kaldı,  ne de hırsızlığını bıraktı. Nasıl oluyordu bu, emekçi ona emeğini veriyordu,  patronda karşılığına bir yumurta için demediğini bırakmıyordu. Alt tarafı bir  yumurtaydı. Maliyeti kaç kuruştu ki? Ben nasıl bir yere düşmüştüm.. Olamaz  böyle bir anlayış! Koskoca inşaat şirketi neleri gündeme getiriyordu. “Sana bir  değil, bir koli yumurta feda olsun” diyemiyordu. İş onundu. Emekçi ona emeğini  satıyordu, gecenin bir vaktine dek. 
           Bu iş ürerken bir inşaat mühendisi arkadaşla tanıştık.  Saha mühendisiymiş. Adı Hasan. O’ da İzmir’den, hem de Girne Bulvarı’ndan. Bana  çok yakın evi. Patron gelene gidene, gerekli gereksiz fırça atıyor. Alacaklı  olduklarını savlayanlarla kavga ediyor. Tehdidin arkası, önü yok.  Muhasebecisiyle, çalışanıyla. Bir ara bizim mühendis arkadaşa bağırmaya  başladı.  Ne olursa olsun o bir insandı  ve de meslektaşıydı.
           Hasan’da ilk gelişimden sonra gelmiş, daha önceleri  birlikte çalışmışları varmış… Huyunu, suyunu bildiğinden, onu çok iyi  tanıdığından çaktırmadan ortadan kayboldu. Şaşırıp kalmıştım. Bir meslektaşım  işvereni tarafından azarlanıyor ve hiçbir etki göstermeden kuyruğunu kıstırıp  şantiye içinde yol oluyordu.. Ya orada bulunanlar; düşünceleri, izlenimleri,  yorumları nasıl bir düzeydeydi? Bunun hesabı, kitabı nasıl verilecekti. Alkolik  ve de ruhsal dengesi bozuk bir işverenin,   klinik bir sonucu muydu? Evet öyleydi büyük bir olasılıkla..Bu gün kendi  büyüğü meslektaşına bunu yapan, yarın bana çıkar çatışması yaşandığında bana  neler yapmazdı. Çünkü ben yabancıydım ve yüksek ücret ödeyecekti. Buna hakkının  olduğunu düşünmeden edemeyecekti. Böylesine sorular beynimi kemirmeye başladı.  Dengesi bozuk biriyle çalışmak, her an çatışmanın çıkabileceğinin işaretiydi.
            Bu  arada Hasan’la söyleşilerimiz başladı. Bayan mühendis görevini bana devir  etmenin mutluluğuyla çekti gitti. Yapılacak bir şey yok artık. Çalışmanın saati  bitti. Kalma yerini çözümlenemeyeceğini öğrendim. Mal sahibi her iki konutu;  bayanın kaldığı ve ilk seferde kaldığım yeri; kiraya veriyormuş. Ben durmadan  bastırıyorum. Bu konu çözümlenmezse bu olmaz diyorum. Pek olumlu olacağına da  aklım ermiyor. Anladığım kadarıyla kira takılmış mal sahibine.
            Hep  beraber ilk kaldığım konuta gittik. Patron da Ankara’ya yola çıkacaktı. Daha  ciddi konular vardı demek ki, merkeze gidiyordu..Yoksa bir kaçış mıydı, anlamak  olası değil.Üç  kağıda gelmiş, kalmam dediğim yerde kalacaktım. Tükürdüğümü yalayacaktım. Bu  saatten sonra öğretmen evinde de, yer bulma olanağı yoktu. Hem de işime  gelmiyordu.. 
Param  sayılıydı. Böyle bir ödeme beni çok zorda bırakırdı. Akşam yemeğine şantiyede  yemiştik. Ama daha yatma zamanı gelmeden tekrar acıktık. Meslektaşım dürüm  ısmarladı o yokluğun içinde. Sonra ortadan kayboldu.O2da kiralanan konutun  salonuna yerleşmiş. Pencereleri perdesiz. Yere bir yatak gibi bir şey serilmiş.  Açılmış bavul ve çanta.. İçleri dışına çıkmış. Sağda, solda çıkartılmış  çoraplar.  Etrafa koku yayıyor. Bir  kenarda 37 ekran televizyon. Tekrar ortaya çıktı bizim arkadaş. Meğer sigara  almaya gitmiş. Oturduk odasında laflıyoruz. Şirketin parasal durumunu  anlatıyor. Birinci gelişimden hemen sonra işe başlamış.
           Ama  para hak getire diyor. Cebindeki birikimini de yitirmiş. Anlattığına göre  kontrolleri yemeğe götürmüş işlerin düzgün gitmesi için. Yemek yedirdiğiyle  kalmış. Geri ödeme yapmıyormuş şirket.. “ Bana mı sordun yemeğe götürürken”  diye bahaneler yapıyorlarmış. Bir paket sigara parasına muhtaç kalmış.  Muhasebecinin peşinde dört döner olmuş. Bereket akşamları, öğlenden kalan  yemekleri tekrar sunuyorlarmış çalışana. O da hep aynı yemeklermiş aylardır.  Değişik bir sunum nerede diyor Hasan. Aklıma yumurta kavgası geliyor. Demek ki  bir yumurtaya gereksinim duyuyor patron olacak kişi. 
           Neyse tükürdüğümüzü yalayıp, kalmam diye direndiğim yerde  ilk gecemi geçireceğim. Yorgunluktan ve uykusuzluktan perişanım. Uyumak olası  değil. Zafer Bayramı kutlamaları yapılıyor. Hemen yan binada Ülkü Ocakları var.  Sesi sonuna dek açarak, Borlulara mehter marşı ve serhat türküleri  dinletiyorlar. Kaç kez dinlediğimin farkında değilim. Ama atılan silahların  seslerini neredeyse ezbere   sayacağım..Emaneten  yattığım yerde uyuya kalmışım. 
Sabahleyin 5.30 da su sesiyle uyandım Her tarafım  ağrıyor. Binanın en altındaki çeşmeden geliyor sesler.. Su sesi teneke  takırtısı birbirine karışıyor. Sabahın köründe ne yaparlar bilmiyorum. Odamın  penceresinden bakıldığında; bu eski ve köklü yerleşim yerinin evleri yamaçlarda  üst üste bindirilmiş kerpiç evlerinin kırmızı kiremitleri bana merhaba diyor..  Sabah güneşlinin vurduğu bu kiremit kaplı çatılar, killi toprağın rengini var  gücü ile ortaya çıkıyor.
            Düşünüyorum.  Ne yapmalıyım? Sanırım konut sorunu çözümlenmeyecek. İkinci kez bırakmalıyım  Bor’u. Her neyse bu günkü gelişmeleri izlemekte yarar var. Giyinip aşağıya  indim. Bu gün, ikinci günüm bu eski ve tarihi kentte. Aşağıdaki kahvehanede;  çay ocağında çay içip ayrıldım. Bekliyorum. Arkadan meslektaşım indi aşağıya.  Kiralanmış bir reno steyşın ile şantiyeye gideceğiz. Tozu dumana katarak düştük  yola.  Tam   şantiye   aracı..
           Saat,  8. 30’ da vardık iş yerine. Hava fırtınalı. Sert kara ikliminin verdiği sıcak  esintili rüzgâr, göz gözü gördürmüyor.   Kırmızı, boz arası toprak esiyor havada. Baştan aşağıya bu renge  büründük.  Az sonra şantiye şefi geldi.  Talimatlar.. Talimatlar. Sağda, solda işçiler öbek öbek birikmiş, birilerini  bekliyorlar. Patronu mu, muhasebeci’ yi   mi ?  Belirsiz. 
           Ama  mutlaka, içinde birikeni   kusacak  birini bekliyorlar. Çünkü emeklerinin, alın  terlerinin karşılığını almak istiyorlar.Emekçilerin alacakları var hesaplarına  göre..  Anlaşılması  zor bir durum. 
Bu denli karmaşaya sokulmuş bir işyeri. Arada gerilen  sinirler boşalıyor, cam, çerçeve aşağıya indiriliyor. On km. uzaktan kolluluk  güçlerinin anında işe el koyması düş.. 
Karşılarında  bir yumurtayı taşeronundan kıskanan patron var.Şantiye şefinin bugün son iş günü.. Yine aynı işlemler.  Artık beynim kabul etmiyor.
           O  denli yoğun bir iş birikimi görünüyor. Aslında iş bitmiş. Sözcüklerle büyütülen  bunalım yaratılması. Yapılacaklar ve yapılanlar.. Geç bir zamanda patronu görür  gibi oldum. O tarafa yöneldim. . Göz göze geldik. “Hoş geldin, işi devir al”  dedi ve “ Ben Ankara’ya gidiyorum” demesiyle gözden kaybolması bir oldu.
           Tüm şantiye parasızlıktan kıvranıyor.. İşi bitirip,  çıkışı yapılanlar memleketlerine gidecekler, ama gidemiyorlar. Patron olmayınca  muhasebeciye yalakalanıyorlar. Gurbette aş bekleyenleri var. Emek ve ekmeğin  veresiyesi olmaz bana göre.Artık öyle bir konuma getirilmiş ki, bir paket  sigara parasına dört dönüyor işçi muhasebecinin etrafında.. O da kendini kasa  kasa ortalıkta gezinip, kayboluveriyor ortalardan.. Şantiye şefi kusacağını  kusup o da “Hoşça kal” deyip gitti. 
           Şantiye, o ayak parmakları yüzüklü ayaklara ve kalınca  bedeninin özlemini çekecekti. 
Anlayamadığım  insan ve sosyal  ilişkiler sürüp  gidiyordu. Onun, bunun inşaat alanını terk etmesi önemsenmiyordu bile. Herkes  bu inşaata emek vermişti aylar boyu, ama yinede düşündüğünü söylemekten geri  kalmıyordu.. Hem de en acı bir biçimde. Patron hem iyiydi, hem kötüydü  eleştirileri yapanlar için. Çıkar ilişkileri devreye girince işler sarpa  sarıyor, sigortalar atıyordu. Patron da ağabeylerinin kullanımında faturası  pahalıya   mal olan bir piyon  görünümündeydi, şantiye içindeki muhasebeye bakan sürücü Mehmet’e göre. Maşa  olarak kullanılıyordu emekçilere karşı. Sorunlu bir insandı. Altına son model  bir lüks cip vermişler, cebinde  bol  miktarda parayı da koymuşlar, lastik ya da ping - pong top örneği İzmir- Bor-  Ankara arasında sekip duruyordu. İstekler, ödemeler Ankara’dan olur alınmadan  yapılması olası değildi. Gel, gel.. Git, git konumundaydı. O koskoca arabaya ve  Patronun cebine para bulunuyordu da, şantiyenin mühendisine para bulunamıyordu.
           Mühendis Hasan’ın sosyal güvenlik kurumlarıyla çözülmesi  gereken sorunları vardı. Kesin İzmir’de olması gerekiyordu. Adama bir yol  parası vermediler. Beklide istemediler. Gidip dönmemesinden mi korkuyorlardı.  İkili söyleşimizde anlatmıştı arkadaş.Öğle ve akşam yemeklerinde aynı yemeği yedik: Bulgur  pilavı ve kuru fasulye..Ardık midemiz ekşimeğe başladı. Bir ara ücret konuştuk  Hasan’la.. Adam güldü. Niye güldüğünü sordum. Aynı şartlarla ona da konuşulmuş.  Ama uygulama yok. Cebinde paran varsa toksun. Yoksa; günlük bulgur  fasulyeye   talim.  Eğer paran yoksa Bor’dan  çıkmak olası değil.. Yaşadıklarım ve duyduklarım beni düş kırıklığına uğrattı.  Kesin bir çözüm gerekiyordu.
            Akşam  güneşi batmadan konutumuza döndük. Banyo yapmam gerekiyor. Kaç gündür tozun,  toprağın içindeyim..Bu günkü fırtınada cabası. Kapısından dahi girilemeyecek  kadar pis ve izbe banyoda bir duş yapma olanağı yarattım kendime. 
Banyodan  sonra kendimi dışarıya attım. Ana caddeyi kat ettim. Karşıma tren istasyonu  çıktı. Tren saatlerini öğrendim. Niğde’den kalkan tren Bor’dan geçerek  Ulukışla’ya erişiyor. Fakat o saatlerde İzmir’e kalkan tren yok. Ancak  Diyarbakır- İzmir treni var O da belirsiz.. İstasyondan Ulukışla’yı aradım. İzmir  treninin   saatini öğrendim. En iyisi  Ulukışla’dan trene binmek Artık kalmak istemiyorum bu arada . İzmir’e akşam  vardı otobüs Benim için sre kaybıydı.
           Akşam oldu. Burada yaşam erken saatlerde sona eriyor. Ana  caddede birkaç tur sonunda tüm insanlar dört duvar arasına çekilip özüyle baş  başa kalıyor..Hiçbir sosyal yaşam belirtisi yok.Aslında ufak yerleşim  yerlerinde yaşam daha hareketli olması gerekir. Bu eski yerleşim merkezinde  sinema bile yok. Öğretmen evi salonları erkenden kararıyor. Çay ocakları  20.00- 20.30 civarı kapatılmak üzere uyarılar  yapılıyor. Yaz günü parksız olur mu? Gözüme ilişmedi. Zorunlu kalmaya  yönlendirildiğim odama çıktım. Düşünüyorum; kitap okuyamıyorsunuz,  oturamıyorsunuz, rayda bile dinleyemiyorsunuz. Sırt üstü yatıp tavan sıvalarını  incelemekten sıkılıp, yan dönüyorsunuz. Bu kez de artık eşyaların çirkin  görüntüsünde gerçekleri irdelemeye devam ediyorsunuz. 40 mumluk ampulün  aydınlattığı oda da kendini uyumağa zorlamak insanın anlağını yoruyor. İsteyip,  itemediğiniz şeyleri bir kısır döngü içerisinde tekrar gündeme getirip,  istemeden özeleştiriye dönüştürüyorsunuz.
           Karar verdim. Sabah eşyalarımla aşağıya inip, oradan ver  elini Ulukışla!.. Bu mutlu kararın sunucunda uyup kalmışım. Gece bir mide  ağrısıyla uyanıyorum. Sanırım şantiyenin az pişmiş nohut, pilavının salçası va  yağı dokundu.. Su içecek bir araç bile yok. Midem tırmalanıyor. Sanki kedi  yavrusu var da kaçmak istiyor.  Kalkıp  helâya gidiyorum. Kokudan burnum kırılıyor. Meslektaşım salonda derin bir  horultuyla uyuyor. Başka kalan var mı, yok mu belli değil. Sıkıntı yüklü  gece..   Artık uyu hak getire..Yarını düşünüyor ve planlıyorum. 
           Emekli  maaşımı burada yiyecek kadar hovarda değilim. Çünkü iki gündür yaşadıklarım ve  duyduklarım beni ürkütüyor.  Hele  Mehmet’in; “ Sen neden bir daha düştün buralara ağabey?” tümcesi her şeyi  özetliyordu.Ama bilemezdim ki nedenlerini.  Düşmüştük işte bir umutla. En önemlisi de annemin evinin belediyeye olan vergi  borcuydu.. Oğlumun yüksek öğreniminin çözümüydü bu Bor! İlk gelişimde ne demiştim  müdüre; “ Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” 
Ben  de eşeğimi İzmir’e sürecektim. Çözümsüzlük bize bir sorun olarak mı biçilmişti  yaşam boyu..Gecenin arta kalan bölümünü sağdan sola, soldan sağa dönerek  yitirdim.
           Yine su sesi.. Ardından   teneke  sesi  ve ortalığın   süpürülme  eylemi. Uykusuzluğun  üzerine sinir bozucu olarak giriyor bedene. Tan ağarması ile başlayan bu  devinime sanki zorunlu, bunu yapan   Borlu. Toplandım. Bekliyorum.   Zaman gelse de aşağıya insem.   Uzunca bir süreyi yatağımın üzerinde   ufak pilli radyomu karıştırarak geçirdim. Burada radyo bile yanıt  vermiyor. Sabah, sabah yarı uyur, yarı uyanık zaman öldürüyorum. Bu nasıl  iştir?.. Kısa sürede 800 km.yi  bu kez de  trenle kat etmek..  
           Eşyalarımı yüklenip aşağıya çay ocağına indim. Benden  önce gelenler şaşkın gözlerle bakıyorlar. Meslektaşım Hasan; “hayrola” sorusunu  yöneltti.  Gelişen şartlar altında burada  çalışmamın olası olmadığını anlatmaya çalıştım. Sorunlu bir şantiyenin, kısa  sürede düze çıkarmanın; hele hele parasal sorunun çözülmediği sürece uyumlu  çalışmanın rahatsızlığı söz konusuydu. İnsanca bir yaşantının yüzde biri bile  sağlanamıyordu. Tükürdüğümü yalatmıştı firma. Önümüzdeki süreç belli değil ve  böyle sürüp gideceğe benzerdi verilere göre..
           Çalışanına  sigara ve yol parasını bile avans olarak vermeyen firma için özveride bulunmak  biraz da enayilik kapsamına girerdi. Karşılıklı güven söz konusuydu  öncelikle..Amaç; çalışanına borçlanmak, çalışanda alacağını alabilmek için  sürekli öteleyerek umutla şirkete bağlanmak. Bu gün alacağım, yarın umuduyla  alacağın ve borcun katlanarak kullanılmasıydı 
bu  sistem. Şirket borcunu, çalışan alacağını ne zaman alacağı belli değildi… Bir  ay.. İki ay ya da üç ay.. Beklide altı ay sonrası. Elbette ki kimsenin alacağı  kalmazdı. Gerektiği yerde kullanılmayan ederin hiçbir anlamı yoktu emekçiler  için.
           Patronun konuşan ağzı Mehmet geldi. “Ben gidiyorum  Mehmet.. Beni şantiyeye götür, oradan ajandamı alıp Ulukışla’ya gideyim.!”  “Haklısın ağabey.” deyip arabaya bindik. Önce  şantiye, sonrada Ulukışla dolmuş yazıhanesi… Bu arada Mehmet yol parası vermeye  kalktı Paramın olduğunu, gereksinimi olanlara verilmesini rica ettim.  Vedalaştık!
           Sabah 9.00’da Ulukışla dolmuşuyla yola koyuldum. Bor’dan  geçerken son kez bir daha sindire, sindire baktım.. Öğretmen evi, inşaat  malzemesi satan dükkan, çay ocağı, birkaç eski tarihi yapı ve hamam. Pek uzun  sayılmayacak bir yolculuktan sonra Ulukışla’ya ulaştık..
           Burası,  küçük  bir yerleşim bölgesi.  Avuç içi kadar çarşısı, Öküz Mehmet Paşa  Kervansarayı’nın etrafında şekillenmiş. Diyarbakır’ dan   gelen tren 13.00’de burada olacakmış.  Verilen süreye uygun gelebilirse. Çünkü demir yolları bu tarifeye uyarak kat  etmiyor yolları. Belediye otobüsü gibi çok duraklı yolculuğa çıktığı için,  duruş, kalkışlar zaman kaybına neden oluyor.
           1 Eylül günü öğleyin Ulukışla’dan 13’de hareket eden  tren, yorgun, argın Konya Ovası’ na dalıyor. Bir yer buldum. Bu kez, trende  yolcular yoğun.  Bir kompartımanda altı  kişiyiz. Öğlenin sıcağında kara tren kızgın mı kızgın.. Pencerelerden içeriye  dolan kuru ot kokusuyla mazot kokusuna birde insan kokusuyla katık ederseniz,  Anadolu kokuyor duman duman., ılgıt ılgıt içerisi. Merhabalaştıktan sonra  konuşma ortamı doğmadı. Benim dışımdakiler hani süreçten beri birlikteler  bilmiyorum.  Arada bir içeriği olmayan  ikili konuşmalar oluyor. İlgilenmiyorum. Kafam hâlâ şantiye ile ilgili  çalışıyor. Anladığım kadarıyla, yanımda oturanlar İzmir’e inşaata gidiyorlar  çalışmaya. Kompartımana en son giren ben olduğumdan Hemen kapının sağ yanında  oturuyorum. Karşımda oturan genç, kafası öne düşmüş, o durumda uyuyor. Onun  yanında oturan devlet memuru, ama biraz tuhaf.   Durmadan, çorapsız kocaman ayaklarını, benim oturduğum koltuğa uzatarak  dayıyor. Birkaç kez gözünün içine bakarak uyarmaya çalıştım, olmadı.. Dışarı,  koridora çıkıp, karşıdan uyarırcasına izledim, fayda etmedi. Anlama kıtlığı  var  O denli anlayışsız, o denli vurdum - 
duymaz   yapıya sahip. Bu davranışı yineledikçe  canım  sıkılmaya başladı. Neredeyse  ağzımın içine sokacak ayaklarını. Sessiz uyarılarımı, hiç algılayıp da rahatsız  olan olmadı. Demek ki çorapsız, uzamış ve içleri kir dolmuş tırnaklarından  gocunmuyorlardı..
           Dayanamadım, yaptığının bir saygısızlık olduğunu yüzüne  biraz sertçe vurguladım. Toparlanır gibi oldu. O da benim kitap okumamdan  rahatsız olmuştu ki, okuma ve kitap üzerine dangalakça bir yorum yapmaya  kalktı. Yanıtını alınca da kompartımanda soğuk bir rüzgar  esmeye   başladı. Hem suçlu, hem güçlü diye böyle tiplere deniyordu sanırım…   Sanki o uyarılmamıştı. Yarım saat içerisinde  aynı eylemi bir kez daha yineleyince, kendimi koridora zor attım. Yan tarafta,  bir erkek, bir bayan oturuyor. Kapıdan kafamı uzatarak: “ Merhaba… Rahatsız  etmezsem eşlik edebilir miyim?...” Buyur ettiler. Yanlarına yerleştim. İki  kardeşlermiş. Kız öğretmen., Konya’nın bir köyünde ilköğretimde. Erkek  üniversite öğrencisi, o yörede 2 yıllık yüksek okulda. Güzel insanlar, düzeyli  ve kültürlü insan her ikisi de. Umut bağlanacak gençler. Gerçekten mutlu oldum.
            İnsanlara  ayırdığım zamandan ötürü doğayı boşlamıştım. Güneş, trenin vagonunu iyice  ısıttı. Dışarıdan sıcak, sıcak rüzgâr doluyor içeriye. Dizel lokomotif, ovada  hızını almış Konya’ya ulaşmaya çaba gösteriyor. Ama ben ulaşmasın istiyorum, bu  güzel insanlardan ayrılmak istemiyorum. Sonunda er geç ulaşacaktık. Yol  arkadaşlarım imdiler Konya’da. Yandakiler ne durumdalar bilmiyorum. İnenlerin  yerine binenler oldu. Kimi görev yerine gidiyor, kimi öğrenim yerine, kimi de  kayıt olmağa gidiyor. Bu doğrultu da en ucuz ulaşım aracı tren! 
Tren hızıyla yol alıyoruz. Konya’dan akşamüstü çıktık  yola. Önümüzde Afyon var. Ova bitmek bilmiyor. Bir baştan, bir başa 500  kilometreymiş. Bu uzun, upuzun ovada, gün batımının kızıllığında yol alıyoruz.  Uçsuz, bucaksız Konya Ovası’nın kuzey kesimindeyiz. Kıraç toprak güneşin altın  kızıllığına bürünüyor. Gün iyice uzattı kuru ağaçların gölgelerini. 
Kompartımanını  penceresinden giren kızıllık, insanların yüzlerini ışıldatıyor. Sakal, bıyık olsa  da. Sıcaktan insanlar uyuşuk durumda. Kafalar düşüp, düşüp kalkıyor. Göz  kapakları yarı uyur, yarı uyanık. Dağların arkasında yok olan güneş artık  etkili değil; önce mor dağların tatlı zirvelerini altın rengine sonrada koyu  bir karanlığa dönüştürdü. Bir başka söylem ile; yükseltilerin ve ufuk ötesinde  , aşağıya inen kaynak iyice etkisizleşip, ortalık  yavaştan, yavaştan kararıyor..Kompartıman ve  koridor lambaları yandı Cılız ışığı ortamı aydınlatmaya çabalıyor. Daha sonra,  yalnız tren pencerelerinden süzülen sarı ampulün aydınlığında fark edilmez  oldu. İnsanlar umut dolu aydınlık yüzleri de kararmaya başladı. Tavandan gelen  cılız ışık yüzlerde gölge oyunları yapıp kişileri daha da gizemli, daha da  ürkütücü yapıyor. O gölgeler yüzlerde derin ve köklü izler bırakır gibi oluyor.  İki karakaşın altındaki bir çift göz 
Beyaz-  beyaz dönüyor. Pencereden giren egzoz gazı ter ve ayak kokusuyla karışıp  kapıdan çıkıyor. Bir devinimdir gidiyor. Acıkan çıkınındakilerden karnını  doyurup, ısınmış suyundan içip, boğazına takılan sertleşmiş ekmek kırıntılarını  yardımıyla kaydırmaya çalışıyor; bir de üstüne sigara yakıyor. Deyme artık  keyfine. Çaya ya da bir bardak   soğuk  suya gereksinimimiz var. Olsa ne iyi olurdu.  Bir süre sonra, belki elimizdeki ılımış suya bile 
dürbünün  tersiyle bakacağız. Trenin durduğu ufak duraklardan alış- veriş etmek olası  değil.
           Eskiden  elde, suyu soğuk tutan testi ya da şişeler koşuşturulur, çeşmeden doldurma  savaşına girilirdi.Şimdi o da yok. Hazır plastik şişelerde soğutulmuş olarak  satılıyor bakkal dediğimiz marketlerde. Varsa yoksa litrelik ya da yarım  litrelik plastik şişelerdeki su. Kapitalizmin el atmadığı yer yok artık.  Termosa sahip olanlar çok şanslı! Hele iki tane olursa, birine çay, öbürküne  çay demleyenler en zengin insanı kara trenin.
            Ovada,  kıvrıla kıvrıla, arkasında taktığı vagonlarla yol alıyor lokomotif. İçinde her  yöreden, her kimlikte insan. Önümüzde Afyon var. Ne olursa olsun dayanmamız  gerekiyor 
açlığa  ve susuzluğa. Yudum, yudum içerek idare ediyorum suyumu. Artık iyice ılıdı. Ama  kuruyan ağzımın kuruluğunu gideriyor.
            Perşembe  günü 13.00’de bindiğim Diyarbakır-İzmir treni, Cuma günü 01.19’da Afyon’a  girdi. Tren garında in cin top atıyor. Üç- beş satıcı yiyecek- su satma  peşinde. Sanırım yirmi ya da otuz dakika buradayız. Katarın bakımı yapılacak,  tuvaletler temizlenip, depolarına su basılacak. Tren çalışanları yenileri ile  değiştirilip, öyle devam edeceğiz yolumuza. Buraya dek, yarı uyur, yarı uyanık  geldim. Kana kana uyumak pek olası değil. Oturduğun yerde ne kadar  uyuyabilirsen o kadar.. İri gövdeli hayvanlar bu işi nasıl çözüyorlar? Örneğin  fil. Örneğin zürafa ve diğerleri. Bir de çantalarıma sahiplenme güdüsü. Aşağıya  inmeden, pencereden gereksinimlerimi aldım. Ah! Bir bardak çay olsa?  Derken, karşıda birsi bunu yapıyor.  Seslendim. Bir bardak sallama çay aldım. Tadı, tuzu yoktu ama çay kokusu  burnumu yalayıp geçti. Hiç olmazsa güdümü bastırıyordum. Benimle birlikte,  birkaç kişi daha çay gereksinimimizi giderdik. Gardaki gece demiryolcu  emekçileri katarı gözden geçirdiler, ellerinde pilli fenerleriyle. Düdükler  çalındı. Işıklı lambalar havaya kalktı.. Bir sarsıntıyla, bir gacırtı- gucurtu  ve gürültüyle yerinden kalktı onca vagon düzeni. Ardından metalik ses  ardıllaşmaya  başladı.O tek düze  ve ardıl   ray ve tekerlek  tıkırtısı.. Yine  gözlerimiz kapandı. Ardıl düzelik ninni gibi gelmeye başlayınca.. Dışarıdaki  karanlığın içindeki yerleşkeler artık ateş böceğine dönüşmüşler, yanıp sönüyor  ve göz kırpıyorlardı uzaklardan.
            Artık  kompartımanımızda güvercinler bile var. Banaz’ dan  binen iki gence ait. Seslerinin yanı sıra,  gübrelerinin kokusu da etkileyici olmaya başladı, iki metre karelik alanda.  Zorlu ve uykusuz, uykusuzluğun yanı sıra hınca hınç dolu, havasız kompartımanda 
yolculuk  etmek, ne  denli  zor olduğunu tahmin etmek bile olanaksız.  Yine  Uşak’ da inenler, binenler..  Gecenin bir yarısında, birkaç seyyar satıcının bağırtısı, çığırtısı. 
           İnsanların treni kaçırmamak için telaşı.. Ellerinde  litrelik plastik şişelerle iki musluğun başında bekleşiyorlar. İtişmeler,  kakılmalar..Sıra alma bağırtıları,karanlığı delercesine. Gecenin bir yarısında  uygarlık tartışması.İçeriden, karanlığı delercesine fışkıran cılız bir ışığın  çıktığı küçük alış-veriş penceresinden paraların verilip, karşılığında alınanlar.  Yine, uzun uzun çalışan düdüğü, arkasından dizel motorun homurtusu.. Çelik  sesi, egzoz kokusu, koca katarın devinimi.. Ve Uşak’ın cılız sokak lambalarının  gözden yok oluşu. Gece iki  renk. Siyah  ve ölü ampul ışığı. Tüm renkler siyaha dönük  Ray ile çelik tekerleğin sürtünmesinden üretilen kıvılcım geleceğe umut  veriyor. Koridorda yakılan bir kibritin sigarayı ateşlemesi ve her nefeste  korun canlılığı, içenin yüzünü anlamlı bir aydınlatma yapıyor.
           Şantiye, şantiye şefi, konut, proje müdürlüğü. İnşaata  ait ne varsa gecenin dipsiz karanlığında bir ölü sanki anlağımda. Tüm üzüldüğüm  şey; kültür adına, sanat adına birikimimi katlayacak ortamı elde edememek.  Kitapçıya girdiğimde, ederine bakmadan üç-beş yapıtı cep rahatlığıyla,  kitaplığıma katabilmek kararlığıydı. Günde en az iki gazetenin evimize girme  kazanımıydı belki de…
              
           Gidiş- dönüş 1600 km.lik yol bitmek üzereydi. Günün ilk  ışıkları Eşme’de kilim desenlerinin üzerine vuruyordu. Karanlık kompartıman,  ağır ağır, hiç acele etmeden ağarıyor, ışıldıyordu. Beş kişinin yüzü daha da  ayrıntılarıyla ortaya çıkıyordu. Kolay değildi aydınlanmak. Sabahın ilk  alacası, kızıllığa dönüşmeden şavkı veriyordu apansız.. Bir doğa çelişkisi  miydi? Hem apansız, hem acele etmeden.. Belki de biz insanların güdüsüydü karanlıktan  aydınlığa çıkmanın. Manisa, Menemen derken güneş Ege’de etkisini iyice  göstermeye başladı. Sabah güneşi bile vagonları kızdırıyor. Vagonda  içindekileri. Sanki bir fırının içinde tandır güvecinin içindeki keçi etiyiz..  Her birimizden türlü türlü koku, ortalığı alt, üst ediyor. Az bir süreç değil,  neredeyse 24 saati dolduracağız. 
        Tren, Karşıyaka istasyonuna 9.30’ da  girdi. Bir umudu da geride bıraktık ailecek.  Yeni, yepyeni umutlara yola çıkabilecek miyiz?.. Şimdi  bu sorunun yanıtını arayacağız hep birlikte. Aile olmanın, aile olma bilincinin  zorluklarından birisi de bu olsa gerek. Önümüzde uzun bir yaşam sürecinin  olduğuna inanıyoruz hepimiz. Ne olursa olsun, böyle olması gerektiğine  güdülendik. Belki de, insanın en büyük isteklerinin başında gelenlerden.  Böylesine bir şartlanmayla bakıyorduk yaşama…   Önümüzde güzel günlerin olacağı hep düşüncemizdeydi. Vazgeçmiyorduk bu  yaşam felsefesinden. Hele hele kadercilik hiç yoktu yaşantımızda. Yeni, yeni şeyler  katmak vardı dağarcığımıza. Bizim artık değerimiz buydu!
Geçmişti Niğde- Bor’un pazarı…
Sürmüştük eşeğimizi İzmir’e .. 
Yeni öykülere merhaba diyebilme sevinciyle!..     
              Samim  GÜNER Karşıyaka/İZMİR
              Mühendisçe Sanat  Kitabı Samim Güner sayfası