GEÇTİ BOR’UN PAZARI SÜR EŞEĞİNİ İZMİR’E

           Yaşananın bir kez daha yaşamak olası değil. Yalnız geride damıtılmışı kalıyor. Niğde –Bor serüvenimin üzerinden bir yıl gibi bir süreç geçmiş. Anımsananlar yalnızca arta kalan hoş bir Anadolu gezisi  ve yorgunluğu..gibi geliyor. Bunun yanında bir hayli iyi para teklifinin verdiği, yaşamı kurtarma sevinci, mutluluğu ve sonuçta iç acıtıcı burukluğun yaraları. Bunun aile yaşamına etkileri ve de isyanları.

           Yaşam düzenimi etkileyen bu hoş değişiklik, beş ya da altı Ağustos 2005 günü bir fotoğraf flaşı gibi çaktı beynime. Sevinç, sevinç yine sevinç, Meslek yaşamımın en iyi teklifiydi bu! Başlangıcı ise, meslektaşımın bana ziyaretiyle başladı. O da benim gibi emekli. Yaşamın ve mesleğinin sık sık tokadını yemiş yüklenicilik yapan bir kişi. Arada bir iş düşerse yapıyor. Ben ise mesleğin dolaplarıyla baş edemediğimden, mühendislik yapmama kararı aldım. Emekli maaşıyla yaşam ile savaşıyoruz. Eşim de aynı konumda olmasa, direnmek olası değil. Aslında çalışmaya o denli gereksinimim var ki; bir aylık bir para takviyesi bile nefes almamızı rahatlatacak. Oğlan yüksek öğrenimine başlayacak, hem de ikinci öğretim. Altından nasıl kalkacağız sorusuna yanıt arıyoruz karı-koca.

           İşte tam bu aşamada arkadaşım çıka geldi. Bir yüklenici firma kendisine iş teklifi yapmış. Önce beraber gidelim dedi.. Sonra sen git dedi. Belediyeden bir iş beklentisi varmış. Böylesine bir gelgit de, daha doğrusu karambolde beni “ikna” etti... İş iyiydi... Ücret de!

           Telefonlar çalıştı. İş olgunlaştırıldı. Ben hâlâ ikilemdeyim. Güvenmeli miydim? İnşaat piyasası idi bu, İş bitmiş, geçici kabulüne üç hafta kalmış, şantiyeye sorumlu aranıyor. Pek aklım yatmadı, ama parası çok,çok iyiydi.. Buda beni kuşkulandırıyordu. Bir enayi mi, ya ada salak mı arıyorlardı? Hem de devletin iş verdiği bir A.Ş.’de.. Zorunlu olarak “evet” dedim.

           Altı Ağustos Cumartesi günü öğleden sonra buluşup tanışacağız patronla. Patron İzmir’de oturuyormuş. Durumu ayarlayınca gideceğiz.(...) Hava öylesine bungun ki, dal kıpırdamıyor. Evimin önündeki çam ve erguvan, yan taraftaki ıhlamur, limon, mandalina ağaçları yalnızca gölge veriyorlar. Tüm ağaçların, çiçeklerin yaprakları kıpırdamıyor. Asmanın gölgesinde bir efilti bekliyoruz deniz tarafından.

        Arkadaşım aradı. “Hazırlan gidiyoruz” dedi. Öylesine oldu-bittiye geldi ki, benim eşyalarımı da hazırlattı. İki valizimsi çanta ve iki evrak çantasıyla yola düzüldük. Karşı tarafta Sahilevleri’nde bir lokantada içiyorlarmış. Ortalık kavurucu sıcak.. Arada bir Yamanlar’dan esen yel yüzümü kavuruyor. Sarı sıcak ile kavrulmuş ot kokusu burnumuzu havalandırıyor. Burnumuza kaçan kurumuş ot tozcukları, burun deliklerimizi yakıyor. Hapşırıyoruz. Hapşırıyoruz.

            Bir lokantanın denize bakan bahçesinde, tentenin gölgesinde üç genç oturuyor. Masa donatılmış. Bizi de “buyur” ettiler. Tanıştık..Gerçi meslektaşım daha önceden tanışıyorlardı. Birlikte çalıştıklarını ve serüvenlerini anlatmıştı. Biliyordum. Bu geç patronun adı Savaş’ tı...

           Savaş Gülaçtı. Karşımda meslektaşım A, onun sol yanında biri oturuyor. Ayağı alçılı. Kim olduğunu anlayamadım..Ama bir ilişkileri vardı kesin.Yoksa o masada, o toplumda ne işi vardı. Benim soluma birisi oturdu. Bıyıkları aşağıya sarkık,sağ kaşının üzerindeki bıçak izi dikkat çekiyor.Şişmanca. Daha doğrusu iri kıyım birisi. İçki içmiyor. Meğer patronun özel sürücüsüymüş. Şöyle yan tarafa bir baktım ki ne göreyim, Kadillak marka bir dört çeker cip..
Büyük bir olasılıkla 2005 model. Sağ yanım da ise yeni patronum Savaş..

           Sohbete biz de katıldık. Savaş 30-35 yaşlarında inşaat mühendisi bir arkadaş. Saygılı davranışlarıyla bize değer veriyorlar. Arada bir sürücüsüne ve karşısında oturana sert çıkışları otorite bende demeğe getiriyor. Sanırım bir kimlik gösterisi, ya da kimlik zafiyetinin dışa vurumu. Arada bir proje müdürüm diye sahiplenip, özel ilgi gösteriyor. Her nedense o kuş-kuyu bir türlü yenemedim.    

           Garson çağırıldı. Bize de servis denilen hizmet sunulmaya çalışıldı. Kadehlerimiz dolduruldu. En güzel günlere kaldırdık içeceklerimizi. Ayağı alçılı olan arkadaş bende çek-senet tahsilâtçısını anımsattı. Arada bir göz göze geliyoruz. Sürekli bakamıyor. Bu davranışın bir öz güven yoksunluğunun sonucu olduğunu anladım. Uzun uzun irdelemeden sonra kararımı kesinleştirdim. Arada bir sosyal içerikli dediğimiz lafları abuklaştırıp, bir şeyler söyleme güdüsünü bastırıyor. Savaş arada tersleyip susturmaya çalışıyor. Kişiliksizliğin açık örneğini yaşıyoruz.     
        
            Laf dönüp dolaşıp şantiyeye geliyor. Genç patronun dudaklarından sık sık “müdürüm” sözcüğüne takiben tümceler geliştiriliyor, ama alkollü tümceler sıcak ve de anlamsız.

           Anlayacağınız, tam bir sarhoş ağzı..Biraz da pornografik. Halk arasında daha da bir kaba anlatım ile dile gelir. Aslında bu “müdürüm” sözcüğü ruhumu okşamıyor değildi hani. Ne de olsa canlı varlığız. Bu tür sevgi ve içtenlikli sözcüklere toplum olarak açız.

           Savaş patronumun dediğine göre; ki bunu sık sık yineliyordu; ve anladığıma göre, ben şantiyesine ‘proje müdürü’ olarak gidiyordum, götürülüyordum. Sorunları ya üstlenecektik, ya da çözecektik çok..çok kısa bir süreçte. Bu düzeltilebilir miydi sorusu beni rahatsız etmiyor değildi..

            Geyik sohbetiyle geçirdik günümüzü. Ama içimde garip bir oluşum vardı anlayamadığım. Ve sürekli beni dürtüklüyor, altında bir şeyler arama güdüsü ile kendimi mi huzursuz ediyordum? Geçici kabul aşamasına gelmiş bir inşaatta proje müdürü olarak gitmek beni düşündürüyor. Bu sorumluluğu bana yüklemelerinin amacını bir türlü anlayamıyor, düşünme sistemimin içerisinde olasılıkları yorumlamaya çalışıyorum. Bu durum beni öylesine sıkıyorki, sanki bir sıkı düzenin içinde yuvarlanıp gidiyorum. Alacağım ücret tesellisi ile beynimi hoş tutmaya özen gösteriyorum. Laf  aramızda 3 milyar maaş verecekti Savaş Gülaçtı;2005’in parasıyla...Neler yapılmazdı ki?..Biraz da beni, oğlum Feridun’un üniversiteye başlaması itelemişti Bor’a..

           Her neyse Pazartesi sabahı yola düşeceğiz..Eşi öyle istiyormuş patronun. Sürücü arkadaş yanımda götürdüğüm eşyalarımı,’Cadilac’ cipe yerleştirdi. Pazartesi sabahı saat 6 da Basmane’ de buluşacağız...

           7 Ağustos 2005 Pazar:
           Öylesine bir duygu içerisinde Pazar gününü döndürmeye çalıştım. İzmir’den evimden ayrılmanın hüznüyle savrulan saman parçacıkları gibi, akşam kızıllığında altına dönüşen, altın tozcukları örneği parıldıyordu maviliğin ve de geleceğin üzerinde. Yamanlar’ dan körfeze doğru savrulan benliğimin akşam alacasındaki halleriydi bunlar. Savruluyor muydum, İzmir Körfezi’ nden Niğde-Bor bağlarına doğru?.. Ne olurdu sonuçta?..Bunun yanıtını aramam gerekiyordu rahatlayabilmem için. Olmaz ise geri döner gelirdim onca yoldan..Görmediğim yerleri görme fırsatıyla şartlandırdım özümü ve durumu. Pazartesi sabahına dek bu huzursuz olguyla yattım kalktım..Kusursuz bir pazarı yaşayamadan bir solukta yitirdik günü. Gideceğim şantiyedeki belirsizlik de sıkıntımı artırmıyor değildi hani..Her ne denli arkadaşım bu konuda beni yüreklendiriyorsa da,içimdeki tuhaf oluşumdan kurtulamıyordum.

           8 Ağustos sabahı saat beşte ayaktaydım. Çayımı demledim. Tıraş olup duşumu aldım, bekliyorum. Yaz ayının ekşimtıraklığını üzerimden attım. Demlenmiş çayımı yudumluyorum.Ön balkonda doyasıya çay içtim..Her olasılığa karşın.Yolculuk bu ya ne olur, ne olmaz. Son kez Bostanlı’ nın yosun karışımı imbat havasını soluyorum.

           Sanki bir daha geri dönmemecesine bir gidiş gibi. Böylesine sivri bir düşünce işte..Saat altıya doğru oğlumu kaldırdım. Beni buluşma yerine o bırakacak bizim külüstür ile. Sabah olmasına karşın havada bir ılımanlık söz konusu değil. Yollar bomboş. İstediğimiz gibi yol alıyoruz cadde ve sokaklarda.

        Buluşma saatinde orada olduk. İçimde bir hüzün,bir burukluk var..Dara düşünce de
boş ver, geziye gidiyorsun diyorum özüme. .”Dayanamazsan çeker gelirsin” diye özümü rahatlatıyorum. Sürücü çorba içiyormuş. Buyur etti. Teşekkür edip biz de birer bardak çay içtik. Masanın hemen yanında canavar gibi bir araç duruyor. Cip sabah sabah daha cüsseli göründü bana. Feridun, bizi yolcu edip,geri döndü. Cipin sürücü koltuğunun yanındaki, koltuğa kuruldum. Her şey tam otomatik ve bilgisayar sistemiyle desteklenip, yönlendiriliyor. Sanki ön koltuk bedenime göre şekillenip sardı, sarmaladı. Sürücü marşa bastı..Bir gürültü koptu. Arkasından sekiz silindirli benzinli motorun ardıl çalışmasının sesi. Otomatik vites kolunu ileri konumuna getirip gaz pedalına dokunur dokunmaz araba bir at örneği şaha kalktı. Ritmik ses daha da ardıllaşıp tek düzeliğe ulaştı.

           Güzelyalı’ ya doğru yol alıyoruz. Bir ışıklı kavşakta durduk. Tekrar yol alacağımız sırada, sürücü Mehmet gaz pedalına dayandı..Buna kökleme de denebilir..Araç korkunç bir şekilde fırladı.. Sanki Nasa’ dayız..Füze denemesi yapıyoruz. İçim de bir eziklik oldu ani şahlanıştan ötürü. Bu,bir hava basmaydı bana karşı.. Yan gözle baktığımda, Mehmet koltuğunda daha da irileşmiş bir vaziyette iki koluyla direksiyonu gergin bir konumda kavramış, adrenalinini yükselmesinden müthiş bir keyif almıştı. Dudakları alaycı bir tavırla gülümsüyordu, dişlerini göstermeden. Hatta ve hatta ağzının uzayan bir kısmı, diğer tarafına oranla azıcık daha yukarıda kalıyordu. Sarkık bıyığının altındaki ağzı bir süre sonra aralanıp bembeyaz dişleri göründü. Sanki işlemin tamam olduğunu onaylıyordu..Yüzündeki bıçak yarası bile ona başka bir kimlik edindirmişti o anda..

            Son model cip ile patronun evine ulaşmamız, neredeyse an gibi oldu. Az sonra patron geldi. Durumu pekiyi görünmüyordu... Saç, baş dağınık, gömleğinin üst düğmeleri açık durumda ve ayağındaki Amerikan pantolonunun dışında duruyor, yarısı da içine sokulmuştu. Mavi-kırmızı, ama sulandırılmış kırmızı çizgili gömleğinin düğmeleri birer atlayarak düğmelenmeye çalışılmıştı alttan yukarıya doğru. Pantolonunun fermuarı çekilmeyi bekliyordu içindeki sahibi tarafından.

           Tatara benzeyen gözleri, içkiden patates yumrusuna dönmüş, bir çizgi halindeydi göz kapakları. Günaydınlaştığımızda saat İzmir-Güzelyalı’da 6.30’u gösteriyordu. Arka koltuğa yerleşti. Hareket ettikten hemen sonra Mehmet’e; ”Nerede benim biralarım?” sorusunu yöneltti. Bu tümceyi duyduğumda elimde olmadan kolumdaki ucuz saatime baktım. Daha saat 6.45’i gösteriyordu. Gün daha yeni atıyordu, yeni ağarıyordu gökyüzü. Sabah sabah tekel büfesi aramaya başladı Mehmet.

            Uşak yoluna çıkmadan sanırım bir naylon torba dolusu bira ile geldi. Patron hemen bir tanesini elleri titreyerek; alimünyüm kutudaki; patlatarak açtı ve bana uzattı. Bu saatte içemeyeceğimi teşekkür ile uzayan saatlerde belki içebileceğimi belirttim.

            Ne olduğunu anlayamadığımız bir nedenle o da içmedi. Büyük bir olasılıkla hastalandı. Boncuk boncuk terlemeye başladı. Mehmet’in anlattığına göre tüm yaşantısı bu doğrultudaymış. İçmeye bu saatlerde başlar, yatıncaya dek sürermiş. Böylesine bir tutkuyla birlikte olmak zordu sanırım. Etrafındakiler, çalışma arkadaşları böylesine tutkulu patronla nasıl birlikte olabiliyorlardı. Anladığım kadarıyla içince ağzı da bozuluyordu. Çünkü Mehmet’e uyarılarında azıcık dozunu aşıyordu pornografik yaklaşımla.

            Arkadaşım ön bilgi vermişti, tanışmadan önce. Cinsel sorunlarından kaynaklanan sorunundan içkiye yöneliş ve buna bağlı olarak da ruhsal bunalımlar ve denge bozukluğu. Çocuğu olmuyormuş. Erken boşalma sorunu yaşıyormuş. Bu yüzden, tam bir tanı ile alkolik olmuş çıkmış. Bir doktora başvurma da olmamış sanırım. Belki de doğulu olmanın verdiği olumsuzluklar ve buna bağlı olarak tabuların saplantısı altında sağlığını her iki yönde de bozmuş, çıkar yol bulamamış, içine kapalı bir meslektaş. İçkiden döndürmeye çalış gibilerden önerilerde bulunmuştu. Bunlar birer ön bilgi olarak kaldı bende.. Bu benim işim değildi. Bir doktorun ya da psikoloji uzmanın işiydi. Kaş yaparken,göz çıkarabilirdim.. Benim yapabileceğim iş; ”içme” demek ve de içkinin zararlarını anlatmaktı koskoca adama. Sonra. sana ne arkadaş derse ne yapacaktım?.. Özür dilemekten başka bir eylem kalmıyordu. Ama yine de elimden geleni yapacaktım ana ilke olarak. Sorun, insan sorunuydu.

           Uşak E96 karayolunda ‘Kadillak’ keyfi ile yol alıyoruz. Kilometre göstergesi 140’dan aşağıya düşmüyor. Düştüğünde de arabaya ayıp oluyordu. Üzümler kurutulmaya serilmiş özel dökülen betonların üstüne. Yollar, tarımcı köylülerin traktörleriyle dolu. Kimi gidiyor, kimi geliyor. O araçlar göz açıp kapayıncaya dek geçiyor yanımızdan.. Bizimki,vızıldayarak sollayıp, geride bırakıyor hantal traktörleri..

           Arada bir Savaş Gülaçtı ile sohbet başlıyor, bir türlü son noktayı koyamıyor, durup durup aynı noktaya geliyordu..Sözü bırakıyor,susuyor,az sonra tekrara kaldığı yerden tekrar başlıyordu. Bitmeyen bir sohbetti bu. Beni hiç dinlemiyordu.. Öylesine dağınık bir anlatım sorunu vardı ki, beynim anlamakta zorlanıyordu.  Yoruluyor, bitkin düşüyordum. Tam anlamı ile noktalı virgülü bol keseden kullanıyordu kendini anlatmakta.

            Bu kısa kısa uzun süreli anlatımlarda yaşam öyküsünden kesitler de sunuyordu. Muşlu olduğunu, oraya Çeçenistan’dan geldiklerini öğrendim. Diğer kardeşleri de mühendis. Bir siyasal yapının ipinden tutunup, bugünkü sosyal yaşam içinde bulmuşlar kendilerini. Büyük ihalelere imza atıyorlar partinin desteğiyle. Onlar da gereğini yerine getiriyorlardı.

            Uşak’tan Afyon’a ulaştık.. Arada duruyor, çay içiyoruz acele acele. Patron helâdan çıkmıyor. İzmir’in sıcağında iklimleme cihazını açıp, karşına geçip yatarsan sonuç bu olur. Yani yolculuğun tadı kaçtı. Çay’dan sonra tüm dikkatimi yola verdim. Çünkü bu yöreye ilk kez geliyordum. Gerçi Diyarbakır-İzmir tren yolculuğum sırasında buraları hep gece geçmiştim. Bozkır Anadolu başlamıştı. Akşehir Gölü’ nün yanından geçiyoruz. Göl var mı, yok mu belli değil. Bitirmişiz gölü ve akarsuları. Ortalık sarı sıcak, saman rengi, gözümüz bu açık ve uçuk renkten rahatsız oluyor. Yer ile göğün birleştiği yere bakamıyorsunuz. O denli can alıcı acı veriyor. Yolun üzerinde oluşan o buharlı dalgalanma çok ciddi bir ısının olduğunun kanıtı gibi bir doğa olayı. İçeride rahatız. İklimleme cihazı içeriyi serinletiyor. Neredeyse hasta olacağız. Yol altımızdan kara, kapkara bir yılan gibi kayıyor. Bozkırın orta yerinde petrol rengi bir uzantı, ortasında beyaz bir çizgi, üzerinde gelip gidenler.

           Ilgın-Kadınhanı ve Konya.. Doğrultumuz bu. Konya il sınırının başlangıcı ile çıkış uzaklığı 500 kilometreymiş. Artık çay dinlencesi de vermiyoruz. Patronun durumu iyi değil. Enikonu yazın ortasında hastalandı. En kısa sürede Bor’a varmamız gerekiyor.

           Konya çok kötü bir yapılaşmanın esiri olmuş. İslâm merkezli bir sosyal yapılanmanın, mimariye de etkileri açık açık gözlemleniyor. İslâm artığıyla kentleşmiş bir beton yığını. Kontrolsüz bir yapılaşmanın en çirkin örneği, Konya’yı akşam karanlığında geçmek en iyisi galiba., Hiç olmazsa gözleriniz o çirkinlikten yorulmaz. Böylesine mi estetik yoksunu bir yapılaşma olur? Cılız, karşıdan sönmeye yüz tutan görünümü ile ampullerin ışığında kayıp olan çirkinlikleri belki karanlık güzelleştirebilir büyük olasılıkla. Konya’dan Karapınar yolu ile Ereğli’ye vardık. Altımızdaki araba ile 500 km.lik yolu 4- 4.5 saatte ancak devindirdik. Otobüs ile 6-7 saate varan bir süreçte kat ederdik sanırım. Aynı yol tren ile bir günü buluyor.Bir uçta Akşehir,diğer uçta Ereğli var..Bu yüzden bozdurup bozdurup il yaptılar Konya ilçelerini. Konya’dan Karaman’ı çıkarttılar il olarak!..

           Konya Ovası’nda hızla yol alıyoruz. İklimlemeli arabamızın içinde üçümüz de dört köşeyiz keyiften. Dışarıdaki ısının derecesini kestirmek olası değil. Ancak gereksinimimizi gidermek için durduğumuzda, araçtan inince anlayabiliyoruz dışarıdaki sıcaklığı. Bir de Konya Ovası’nın sarı sıcağını düşünün. Kilometreyi doldurmaya daha epeyce var. Yönümüz Karapınar’dan Ereğli’ye doğru. Arazi olarak, öylesine derin farklılıklar yok. Ancak verimli denilen topraklar şu anda çok kızgın...

            Karşımızda Karacadağ var.. Gri-mavilik içerinde yükseliyor gökyüzündeki bulutlara. En üst noktasında ‘krater gölü’ oluşmuş. Gün öğleden sonraya döndü. Konya Ereğli’ye yaklaşıyoruz. Anadolu toprakları üzerinde. Ereğli yaylası toz, toprak. Esen yel altına üstüne getiriyor kurumuş susuz toprağı. Rengi öylesine sarı ki, içerisindeki griliği dışlamak olası değil. Ben böylesine ölgün ve cılızlaşan toprak rengi görmedim. Asfalt yolun üzeri dalga dalga dalgalanıyor. Alazlanıyor. Hava sıcaklığı ile yol sıcaklığı arasında sıkışmış, bir uçucu durumun son halleri..Az sonra hava serinleyecek, toprakta,asfaltta. Bu haller, doğal oluşumuna dönüşüverecek usul usul. Yerkürenin oynaklaşmış, yalakalanmış akşam üstü senfonisi..Uzun süredir doğa ve Anadolu’nun yapısıyla ilgileniyorum. Şantiyeyi unutturdu gitti bu oluşumlar.Gerçi kaç yazar artık.Az kaldı..

            Geçici kabul yapılmasına sayılı günler var,yeni bir mühendis ile yürütmeye çalışılacak koskoca şantiye..Akıl ve mantık alacak gibi değil uzaktan.

            Sanırım şantiyeye ulaşmamıza saatler kaldı. Ereğli’den arabaya özel benzininden aldık. Bu son derece teknolojik ve konforlu arabanın ön tamponu yalnızca 2 bin dolarmış. Yani 3 milyar liraya yakın bir para. Benim 93 model Lada’nın yarı parasına geliyor.

           Çakmak’ tan sonra sola Kuzey’e döndük. Yol bizim. Tam arabanını istediği gibi bir otoban, iki gidiş, iki geliş. Yirmi, yirmi beş km. gittikten sonra sağa döndük. Karayolları işaret levhasında Bor’u işaret ediyor.. Otuz bir km. yolumuz kaldığını işaret ediyor. Saat on altı civarı. Gökyüzü azıcık kızıllaşmaya başladı. Güneş iyice aşağıya indi. Kızıllığı arabanın ön kaputundan yalazlanarak bağrımıza yansıyor. Sanki altın suyu ile boyanmış, ya da altın ile kaplanmış ön panel. Kızıllığın güzelliği hepimizin yüzüne yansıyor ve övünmek gibi olmasın ama bizleri de güzelleştiriyordu. Uçsuz bucaksız ovadan altın fışkırıyordu.. Bu fışkırık; buğday sarısının yansımasının nedeni büyük olasılıkla eşsiz güzel altın renginden kaynaklanıyor ve esinleniyordu sanki. Bu yörenin elması ünlü, elma da bu kızıllıktan mahrum kalmıyordu. Ünlü olmasına ünlüydü ama öyle bol elma ağaçları görmedim desem yeridir.

           Sonunda  Bor göründü.. Dikkat kesildim. Bir daha gelme olasılığı olur muydu, olmaz mıydı henüz kesinleşmiş değildi. O denli dikkatliyim ki, en küçük ayrıntıyı kaçırmak istemiyorum. Beynim bir görüntüleme cihazı gibi çalışıyor. Ve şu ünlü tümceyi anımsıyorum birden: ”Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye!..”

           Gerçekten gizemli bir yerleşim bölgesi..Bir uçtan girdik,öbür uçtan çıktık. Şantiyeye gidiyoruz sanırım. Patron Savaş’ı Bor’un hamamına bıraktık..Terlesin kendine gelsin.

           İzmir’den aldığımız biralar dokunulmadan Bor’a dek geldi. Patron İzmir birası içecek akşama.
Şantiye toz, duman. Sürücü Mehmet beni silkeleyip gazladı gitti. Arada bir dolanıyor çalışanlar. Sorgulu gözlerle beni izliyorlar. Arada da “kimsin?”diye soru yöneltiyorlar. Ben de “Proje Müdürüyüm” diye yanıt veriyorum.. Hani İzmir’de bu kimlik verilmişti ya..
795 km. önce verilen “san” üzerine yanıtlıyorum soruları

           Az sonra bir bayan geldi Kısa boylu bir hayli kilolu.Görünümü yusyuvarlak.Kalçaları oldukça heybetli.Bunun üzerindeki göğüslerde öyle.Alt tarafı ise kısa ve kalın.İlk bakışta kalça ve göğüsleri ipi göğüslüyordu..Kalın ayak bileklerinin uç noktasında büyükçe ayakları ve sandaletinin ucundan ileri uzanan kalın parmaklarıyla birlikte tahminime, göre 40 numara giyiyordu.Sağ baş parmağının yanındaki parmakta; ne parmağı deniyorsa?yüzük var. Bu durum hemen dikkati çekiyor.Bir aşırı şişmanlığı, bir de ayak parmağındaki o garip yüzük..

            Bor’a on km. uzaklıktaki bir şantiyede böyle bir bayan gerçekten dikkati çekiyor. Tanıştık. O da inşaat mühendisiymiş. Ortak bir paydada birleştik. O da proje müdürüymüş. Benim de aynı sıfatı taşıdığımı duyunca zavallı çok oyalanmadan çekti gitti. Bir şantiyede iki proje müdürü..Aşağı-yukarı saat 19.30’a değin şantiyeye terk edildim.Ne arayan var, ne de soran. Akşam yemeği ikram ettiler. Sunumda nohut ve bulgur pilavı vardı. Karasineklerden fırsat buldukça karnımı doyurdum. Bu arada sürekli sürücü Mehmet’i arıyorum telefon ile:. “Beni buradan alın, beni unuttunuz “..diye.

            Uzun ve sıkıcı bir bekleyişten sonra geldi. Doğru Bor’a. Beni, bir inşaat malzemesi satan iş yerine bıraktı. Yine kayıp oldu. Adam birkaç bardak çay ısmarladı. Bu gerçekten nezaketli bir davranıştı. Giren, çıkan müşteriyi engelliyormuş gibi hissettim kendimi. Utandım. Ana caddede birkaç tur attım. Halen gelen giden yok. Ayaküstü anlaşmaya çalıştık. Ve adam, firmanın ne denli borçlu olduğunu vurguluyor. Yaka silkeliyor..

           Artık telefonla da aramıyorum. Çünkü utanmaya başladım. Bu davranışın adı sorumsuzluk mudur, yoksa boş verme mi, ya da konuk severliliğin başka bir şekliyle yansıması mı? Orta yerde dolanırken, birisi adımdan söz ediyor. Genç bir inşat teknikeri arkadaş, beni almaya gelmiş. Kalacağım yere götürecek. Eşyaları yüklenip düştük yola. Bereket o denli uzak değil. Bir binaya girdik. Köşe başında. Karanlık koridoru gücü çok düşük bir ampul aydınlatmaya zorlanıyor. Karanlık işlerin döndüğü eski binaları anımsatıyor. Gizemli çok katlı bina girişi.. Asansöre bindik,üçüncü kata çıktık.Asansörü ve merdiven boşluğunu aydınlatan ışık aynı..Ürkütücü ortamda,kapının anahtar deliğini bulup, kapıyı açtı arkadaş. İçerisi bir başka alem. Loşluğun yanında, ayakkabı, çorap ve rutubet kokusu insanın başını döndürüyor. Bir oda gösterdi. Burada kalacakmışım. Evde genç teknisyenlerde kalıyormuş. Ortalık çok dağınık. Oraya buraya atılmış iş pantolonlu, ayakkabısı, kirlenmiş çoraplar. Daha niceleri..

            Arkadaş beni bıraktı gitti..
           Oda da yatacak yatak yok. Pencerenin perdesi raydan çıkmış yarısı boşluğa sallanıyor. Bir sandık içinde giysiler ve bira şişeleri..Banyo pislikten geçilmiyor. Kullanılan tuvalet kâğıtları kapının arkasındaki köşeye atılmış. Yarısı beyaz, yarısı boklu kağıtlardan dayanılmaz bir koku geliyor. Hela taşı döşemeden on beş santim kadar yukarıda ve beyazı kahverengiye dönüşmüş pislikten. Musluğa 30-40 santim boyunda bir hortum takılmış, iş bittikten sonra temizlenmek için..Burada normal insanın gereksinimini gidermesi olası değil. Ve insanın dışkısı bu ortamdan daha temiz..Duvarlar tavana dek; ki bu insan boyundan 15-20 cm. daha yüksek; fayans döşenmiş. Özgün rengi bir başka renge bürünmüş. Yer yer pislik sürülmüş duvardaki kaplamaya. Sanırım kağıt bulunmadığı, ya da suların kesik olduğunda yapılmış bir eylem.

            Banyoda elimi yüzümü yıkamak istedim, birde banyo yapmak... Onca uzaklığın kirini atmak gerekiyordu. Bu ortam, diğerinden farksızdı. Yerler temizlenmemiş. Banyo artıkları; temizlenip yere dökülen kıllar, küçük küçük sabun parçaları. Banyonun kendine özgü kokusu bayıltacak kertede.Yani insanın kalmayacağı bir ortam..Burada insanlar nasıl kalıyorlardı, insana yakışıyor muydu?..
            Aşağıya indim. Şantiye çalışanları binanın altındaki kahvehanede oturuyorlarmış. Taşeronu, ustası, teknikeri bir de mühendisi için ayrılmış bir yerleşim yeriymiş meğer.

           Sohbet ederken bunu itiraf ettiler. Benim için düş kırıklığıydı. Burada kalamayacağımı, beni öğretmen evine götürmelerini rica ettim. O akşam kalmak üzere öğretmen evine yerleştim.

            Sabah Basmane’ den 7.00’de başlayan yolculuk, akşamüzeri 16.30’da sona ermişti. Şantiyeden de 19.30 dolayında, zorlayarak ayrılmıştım. Henüz Borlulardan ne bir yanıt, ne de ilgi görebildim. Sılada öylece kala kaldım. Nasıl bir konuk anlayışıydı bu?.. Anadolu.. Anadolu insanı bu muydu?..Gerçekten pişman olmuştum, bu düş kırıklığı karşısında.Böyle olmamalı idi bu topraklarda yaşayanlar. Öğretmen evinin çay ocağında birkaç bardak çay içtim. Sonra her olasılığa karşı, acıktığımda bastıracak birkaç bisküvi aldım.. Açlığımı bastırmaya çalıştım. Kısa olan ana cadde de biraz dolaştım. Hava serin. Kısa süren bu turlar çok zaman almıyor.

           Kalacağım ev tam köşe başındaydı. Altında bir park ve kahve var. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz. Girdim. Birlikte çalışacağım insanlar da oturuyorlar. Beni aralarına davet ettiler. Saygıdan mı, yoksa zorunluluk duyduklarından mı pek anlayamadım. Çay ısmarladılar. Bor’da yaşam bitiyor belli bir saatte..Az sonra tek tek yok oldular.Küçük yerde herkes evine çekildi..Saat 20.30-21.00 arası işletmeci yavaş yavaş masaları,sandalyeleri toplamaya başladı. Sokakta kimse kalmadı. Başıboş köpekler bile yok oldular ortalıktan. Bu yalnızlığın verdiği tuhaf olgu beni ürpertti. Havanın serinliği ile birlikte yorgunluk bedenimi titretti, tüylerim diken diken oldu yazın ortasında.  
                       
            Odama çıktığımda iki kişi daha vardı. Bu geceyi birlikte paylaşacaktık üç somyalı odada. Birisi Halk Bankası Bor Şubesi Müdürü imiş, Diğer arkadaş ise ziraat mühendisi Yakınlarda bir devlet dairesinde çalışıyormuş..Yani ikisi de sürekli kalıcılardan. Müdür ile banka üzerine, ziraat mühendisiyle de tarım ile ilgili söyleştik. Süre geçmek bilmiyor. Tavandan 30-40 cm. boyundaki kablonun ucunda sarkan 40’lık ampulün kızıllığı, birbirimizi görmemizde olumsuzluklar yaratıyor. Sanki 3 ahbap çavuş bir araya gelmişiz de, bir şeyler çeviriyormuşuz gibi durum ortaya çıkıyor. Bence dışarıdan izleyen dördüncü, kişi rahatlıkla bu kanıya varabilir.

            Yorgunluk gözlerimin içinde kavruluyor.Göz kapaklarımın üzerine kurşun dökülüyor sanırsınız.. Öylesine ağırlaştı.. Oda arkadaşlarıma horladığımdan ötürü peşin peşin özür dileyerek uyumaya çalıştım. Özrümden ötürü de tedirginim. Yarı uyur, yarı uyanık geceyi saat 6’da su sesiyle bitirdim. Öğretmen evinin önündeki kaldırımı yıkıyorlar. Sabah sabah, güneş, ışıklarının kızıllığını odaya sektiriyordu. Biraz daha uyumak istedim. Derin bir uyku çekememiştim. Uykumu alamamam beni bir tuhaf yapmıştı. Fakat gün yükseldikçe, güneşin ışınları ısıtıcı olmaya başlayınca, serinliği bir örtü gibi kucaklıyordu. Ana cadde ki bu yol, Bor’u; bir baştan bir başa, bayağı kesir çizgisi gibi bölüyordu. İnsanların karmaşık, uğultuya çalar sesleri, merkeplerin nallı yürüyüşlerine karışıyordu...

            Anadolu’nun efendileri yolları doldurmaya başladılar; kılık kıyafetleriyle, ellerinde ürettikleriyle. Kimi yoğurt, tereyağı, kimi elma, sebze ve meyvelerini Bor’un pazarına getiriyorlardı, daha gün ağarmadan. Sabah pencereden bakarken, bir adam eşeğinin üzerine bağdaş kurup oturmuş, elinde bastonu,ayağında günlük ayakkabısı, elinin diğerinde ise, ağızlığına takılmış sigarasıyla, eşeğin her iki yanından sarkan heybelerde pazarda satacağı malları..Öylesine güzeldi ki, aklıma bir tümce geldi, ötede sözünü ettiğim gibi; ki bu görüntü bire bir uyuyor ve kanıtlıyor:
“Geçti Bor’un pazarı,sür eşeğini Niğde’ye..”

           Bu tümce şunu da kanıtlıyordu..Bor’dan sonra Niğde de pazar kurulmasını..İki yerleşim merkezi arası 15-16 km... Eh,Bor pazarını kaçıran birisi,anca Niğde pazarına yetişebilirdi.

           Çay içmek için akşam oturduğum çay ocağına gittim. Ağaçlıklı bahçeye toplanan inşaatçılar, benden önce kelmişler kahvaltı yapıyorlar. Taze ve sıcak pidenin yanında bir topak peynirle açlığımı ben de giderdim, üstüne 3-4 bardak çay içtim de öyle kendime geldim. Fırsat bulursam bu ilginç öykünün, ilginç tümcenin pazarına gideceğim. Ama arkadaşlar pazarın çok kısa sürdüğünü söylediler. Bu yüzden tüm umutlarım suya düştü..

           Gün iyice ana caddeye ve caddenin batı yakasına düşen yapıların yüzüne vurdu..Yaz sıcağının, tozlu,beyaz-kızıl rengini emiyordu. Buğday sarısının, harmandaki insanların yanık ve çatlak tenlerini aydınlatıyor gibiydi Bor!..Biz şantiyenin yoluna düşerken.

            Saatler akıyor. Görünürde hiçbir yetkili meslektaş yok..Bekliyorum. Bu arada can sıkıntısından şantiyeyi birkaç kez dolaştım..Çok büyük bir alana yayılmış bloklar..Saat on bire doğru Savaş geldi.Uzakta bir yere park etti arabasını.İzliyorum şantiye bürosundan.Yan tarafta düzenlenmiş prefabrik yemekhaneye doğruldu.Bir süre bekledim şantiye şefinin odasında. Haber salarda beni çağırtır diye..Yan tarafta da,patron Savaş ’ın odası var..Acaba ne olacak?.. diye bekliyorum. Ne gelen var, ne giden. Ortalıkta pek çalışan da yok gördüğüm kadarıyla. Yalnız para almak isteyen birkaç emekçi dolanıyor etrafta burunlarından soluyarak. Şantiye şefi, ya da proje müdürü bayan da yok görünürlerde. Nasıl bir işletmeydi burası? Kapitalizmin şartları mıydı bu insan ilişkileri. Öylesine yoz, öylesine cıvık ve öylesine içtensizlik sürüp gidiyor Bu insanların yüzlerinden hemen okunabiliyor. Ne olursa olsun birlikte çalışacaktık ve emeğimin karşılığını ödeyeceklerdi.

           Biraz daha bekledikten sonra Savaş Bey’in yanına gitmeye karar verdim. Bor’a ayak ba-salı nerdeyse yirmi saat oluyor, daha işletmecilerle birlikte olamamıştık işyerinde. Bildiğim, tanıdığım tek adam Mehmet..O’ nun aracılığıyla iletişim kuruyoruz. Neden böyle bir yöntem seçilmişti? Ben de yan taraf geçtim. Patron kahvaltı yapıyor. İncelik göstermek için bile kıçını bile kıpırdatmadı. Bana da çay söyledi.Garip bir esinti vardı davranışlarında.. Tedirgin oldum. Yavaştan, yavaştan iş konuşma konumu arıyor, beni yargılamaya çalışıyordu. Bir an durdu ve bana şu sorusunu yanıtlamamı istedi:
-Sen çalışmak istemiyor musun?..

           Durduk yerde, damdan düşer gibi gelen bu soru, beni afallattı. Çok kısa sürede beynimde sorular oluştu. Demek ki; bayan mühendis; konumunu daha kesin olarak bilmiyorum; bir hışım ile kalkıp gittikten sonra, benim konumumu tartışmıştı Savaş
Gülaçtı ile ?.. Sorusuna yanıt aramaya başladım, böylesine bir olguda.

           -Bu da nereden çıktı?. Nasıl vardınız bu kanıya ?.. Eğer çalışmak istemeseydim,iki çanta ile peşinize takılıp 800 km. kat etmezdim,gelmezdim!.. Bu konuda kesin yargılısınız. İşin özü nedir? Anlatır mısınız?..

           Kalktık arkadaki bürodaki odasına geçtik. Konu ile konuşma sürüyor. Bu sorunu altında bir gariplik vardı. Çalışmak istememek.. Ortalarda görünmemelerinin nedeni, bunu buradan nasıl şutlarız öyküsü mü düzenleniyordu? Sorun proje müdürü kimliğinden mi kaynaklanıyordu?. Evet sorun buydu. Şantiye şefi Savaş, proje müdürü de bayan arkadaştı..Benim payıma düşende saha mühendisliğiydi. İzmir’de söylenenler göz boyamaydı. Çünkü dünkü tanışmada ortaya konan sıfattan ortalık karışmıştı. Zaten böylesine ilginç bir sorudan sonra orada durmamak gerektiğine inanıyordum. Sonuçta patron Savaş, mühendise gereksinim olmadığını net bir biçimde anlatma cesaretini gösterdi.Neler oluyordu? İzmir’deki söylemdeki, müdürlüğe gereksinim yoktu. Belki de arazi de dolaşacak mühendise gereksinim vardı. Laf oyununa mı getirilmiştim? Savaş ve şantiye şefi, bu görevi bana biçememişlerdi. Önemli olan hak edişlerdeki görünümdü. Kısa süreçte buna gereksinim var deniyordu..Benim de tüm kuşkularım bundan kaynaklanıyordu. Ve açıkça bunu bana haklı gerekçelerle açıklama çabasına girdi. “Boşuna kendinizi yormayın” dedimse de anlatamadım. İş çözümlenmiş bana İzmir yolu görünmüştü.. Gerçekten bu işe,ücreti ne olursa olsun,kimliği ne olursa olsun gereksinimim vardı..

            Bir daha bayan arkadaşı görmedim. Artık işin geri kalan yönü Niğde-Bor yöresinin gezilmesi ve ziyafet yemeğiydi..Bir özür dilemeydi bu davranış belki de. Garaja gidip 19.30 arabasına dönüş biletini aldık.Faturayı,tüm üstelememe karşın şoför Mehmet ödedi.İçimde tuhaf gelgitler başladı..Zaman,zaman hüzün,zaman,zaman ümit,zaman ,zaman sevinç kabartısı.. Ağzımda olmamış,olmaya yüz tutan ham elmanın kekremsi tadı var..  Tüm beklentilerimizin üzerine Bor’un tozu,dumanı kaplamıştı.

            Arta kalan çözümsüzlüklerin çözümüydü artık..Ve on iki saatin bir an bitmesiydi,beden-deki ağırlığın atılması sürecinin bitivermesi..Yeni olasılıkları beklemekti Bostanlı ’nın  rutubetli mavi-sarı, ya da turuncu renkli sıcağının altında. Bu arada,altımızda son model cip ile alt üst ediyoruz Niğde’yi.Nasıl geçirecektik 19.30’a dek zamanı?.Gerçekten konuk severlik gösterildi Mehmet dolaysıyla. Ama neden?..diye sormadan kendimi alamıyorum. Utançtan mı, yoksa özür dilemekten mi kaynaklanıyordu bu davranışlar?..

            Ağustos ayında yöre kıraç bir görünümde. Sanki doğanın rengi yok. Tek renge koşullanmış gibi duruyor Ünlü elmalar ortalıkta yok. Arada esen rüzgar,yerden kaldırdığı tozu dumanı bir baştan bir başa götürüp vuruyor..vuruyor.Zaman zaman,göz gözü görmüyor dediğimiz tanımların orta yerinde kalıveriyoruz...

           Akşama değin, otobüs saatine dek harmanda savrulan ürünün samanı gibi savrulduk durduk yörede. Otobüsün hareketine az kaldı. Niğde’den kalkacak arabayı bekliyoruz. Milliyetçi bir arkadaş sürücü.. Öyle sıradan da değil. Bayağı militan.. Bıyıkları ağzının her iki yanından aşağıya dek sarkıyordu.. Partilerinin durumunu konuştuk. Eleştirdi.. Sonunda o da bana; ”Sen hangi görüştensin ağabey” dedi. Çekinmeden, açık ve net olarak sosyalist olduğumu söyledim. O arada telefonu çaldı. Benden uzaklaşarak konuştu. Sonra yanıma geldi, cüzdanını çıkardı 150 TL.’yi bana uzattı. Şaşırmıştım.Bu ne demekti?..Almadım. Patron aramış..  O’nun talimatıymış. Hemen Savaş’ı aradım... Onu da arkadaşım A....y aramış. Parası yoktur belki diye.. Paramın olduğunu ve bunu alamayacağımı yineledim.. Bu kez arkadaşımı arayıp neden böyle bir şey yaptın ve beni küçük düşürdün sorusunu yöneltince, bu kez de alacağım var demez mi.. Gerçekten küçük düşmüştüm. Ben o paraya satılacak kişiliğe sahip değildim.. Alacağının inancıyla;” O zaman başka, alacağını alır getiririm” deyip telefonu Mehmet’e verdim. Ne konuştular bilmiyorum.. Parayı alırken Mehmet’e; ”Bu parayı A....y adına alı- yorum. Savaş’ın borcuna karşılık..biline.. ”

           Otobüs geldi. Mehmet ile vedalaştık. Akşamın Bor kızıllığında hareket ettik. Güneşin son ışıltıları,benim son umutlarımla kaynaşarak gecenin karanlığına gömülmeye başladı. Güneşin son ışıltıları insanların yüzüne bir altın lira gibi vuruyordu.Yansıması ise muhteşemdi.İnsan yüzünün bu denli güzelliği hiçbir ortamda gerçekleşmez sanırım.Gün batımının tüm saflığı su kadar berraktı doğanın çehresinde.Gün yavaş yavaş alaca karanlığa,oradan koyu bir morluğa, kızıllık vermişçesine doğanın bağrına bağdaş kurup oturuyordu.Morluk karanlığa,karanlık aracın farlarıyla aydınlanmaya çalışıyordu.Bir çift beyaz mızraktı sanki zifiri karanlıkta bağrına saplanan..

           Sekiz yüz kilometrelik yolculuk başlamıştı..İlk ulaşacağımız kent Konya olacaktı.
           Kadınhanı,Akşehir,Sultandağı,Çay,Afyon,Banaz,Uşak,Kula,Salihli,Turgutlu..ve İzmir!..
           On iki saatlik yolu,Ağustos sıcağında,otobüsün iklimlemesi ile serin serin kat ediyoruz...
           Saatler ilerledikçe iki koltuk arası çekilmez oluyor. Karanlıkta,yol kenarındaki yerleşkeleri izledikçe,ışıl ışıl kümelenmiş ateş böceklerini anımsatıyor.Her gereksinim arasında demli sürücü çayı uykusunu açıyor yolcuların. Kapanan gözleri açık tutmak ,saat yirmi dörtten sonra zorlaşıyor. Bir de horlama özürlü olursanız,işiniz daha da korkunç. Uyumamak için direnmeniz  gerekiyor. Bir otobüsün içinde kırk beş kişi varsa...Düşünmek bile saygısızlık. Bu insanların soluk ve ayak kokuları aynı kapalı alanda devinir durursa..Yazın ortasında bedenin doğal atığı teri de eklerseniz,ara sıra verilen dinlencelerle en aza indiriyor baygınlığı.

         Göz kapaklarım çizgi halini aldı. Günün ilk ışıkları o çizginin arasından içeri süzülmeye çalışırken  bir hayli direnç ile karşılaşıyor. Ve göz arkasındaki nokta bedeni aydınlığa karşı ilk sinyallerini gönderiyor. Orta Anadolu’nun akşam serinliğinin yerine İzmir’in nemli sıcaklığı duyulmağa başlandı.

           Belkahve’ ye tırmandık. Körfez ayağımızın altında,kirlenmiş bir halı gibi duruyor. Üzerine kirli bir beyazlık çökmüş.Denizi ve İzmir’in betonlaşmış kent yapısını görmek olası değil..

           Tüm körfez renklerine grilik bulaşmış.
           8 Ağustos sabah başlayan iş yolculuğu, emek ve alın teri umudunun beklentileri bir sonraya bırakılarak ya da ertelenerek;10 Ağustos 2005 sabahı yine sabah 7.30’da İzmir Garajı’ nda eriyip gitti.

            Tüm olasılık ve varsayımlar dört kişilik aile ocağına dönük çalışmaya başladı.
            Beklenti ve düş kırıklığı...
            Gerçeğe dönüşemeyen düşler...Düş kırıklığının kapitalizm ile çelişkileri ve çatışmaları...
            Telefonum çaldı. Karşımdaki Mehmet’ti..”Vardın mı ağabey” diye soruyordu...
            Sevgilerimi ve teşekkürlerimi ilettim.
            Bir dahaki sefere Mehmet !..

Mühendisçe Sanat Kitabı Samim Güner sayfası