Nevzat Süer Sezgin - Osman Akbaşak’la Söyleşi

Nevzat Süer Sezgin- Sevgili Osman Akbaşak merhaba. Bir kaç yıldır sizi hem şaşırarak, hem de hayran kalarak izliyorum. Şaşırıyorum çünkü;  bu kadar çok çalışmayı bir arada yürütürken nasıl zaman ve enerji bulabildiğinizi pek anlayamıyorum. Hayran oluyorum çünkü; ürettiklerinizin hepsi birbirinden güzel. Önce okurlarımızın sizi daha yakından tanıyabilmeleri için bizimle kısa yaşam öykünüzü paylaşabilir misiniz?
Osman Akbaşak- Elbette, 1953 İstanbul doğumluyum, eğitimimi İnşaat Mühendisi olarak tamamladıktan sonra kısa süreli bir Anadolu maceram oldu. Konya, Afyon, Balıkesir, Giresun, Ankara ve son olarak Çankırı’dan sonra askerlik nedeniyle İzmir’e geldim. Sonrasında üç beş yıl kalır İstanbul’a dönerim diyordum ama otuz altı yıldır İzmir’deyim, çok sevdim, çok alıştım. Tanıdığım insanların büyük çoğunluğu burada. Artık İstanbul benim için en çok yılda birkaç kez gidip dolaşacağım memleketim oldu. İzmir’de yaşamaktan son derece mutluyum ve olağandışı bir şey olmazsa ölene kadar buradayım diye düşünüyorum.

Nevzat Süer Sezgin-İzmir’de hangi sanat etkinliğine gidersek size rastlamak, sizi o etkinliği kalıcı kılmak için fotoğraf çekerken görmek mümkün. Nereden kaynaklanıyor bu sanat sevgisi? Hangi sanat dalı sizin için daha değerli?
Osman Akbaşak- Aslında ben sanat sevgisinden önce insan sevgisi olarak bakıyorum, etkinliklere gidiyorum, arkadaşlarımı dostlarımı görüyorum. Yeni arkadaşlar edinmek benim için en büyük mutluluk ve zenginlik. Etkinliklerde sanat dalı olarak ayırım yapıyor muyum? Çok düşünmedim bunu, belki ilgilendiğim ya da bilgimin olduğu bir dal o gün için benim daha değerlim.

Nevzat Süer Sezgin-Bu yaz ‘Ağababa’ ve ‘Şafak Baskını ‘ isimli anı romanlarınızı okudum. Romanlarınızla Ulusal Kurtuluş Savaşımızın adsız kahramanlarını daha yakından tanımak şansına sahip oldum. İçten bir dille, biz okurlara sunduğunuz bu yapıtları anı roman şeklinde yazma tutkusu nasıl başladı? Yazma sürecinde ne gibi araştırmalar yaptınız?  Neler hissettiniz? Şimdi okurlardan gelen tepkiler size neler hissettiriyor?
Osman Akbaşak- Çocukluğumdan bu yana kitap okurum, bu sevgi bana ve kardeşlerime rahmetli babamın bir armağanı. Çocukluğumuzda bize alınan en büyük hediye hep kitap oldu, gün gelir karton kutular dolusu kitabı sırtlar önümüze koyardı. Ayrım da yapmazdı, hani bir zamanlar büyüklerimizin ve öğretmenlerimizin yasakladığı çizgi romanlar var ya, onlar bize hep serbest oldu. Hediyemiz de kitaptı, cezamız da. Ara sıra gürültü yapacak olursak, babamın sesi yükselirdi, “Alın bir kitap, oturun bir kenara okuyun.” Ceza dedim ya, biz buna ceza diye bakmazdık, “yararsız şeyler yapacağınıza okuyun” diye anlardık.

Kitap yazma öyküm ise daha farklı, Ağababa’mı yani dedemi yedi yaşında kaybettim. O yıllarda anlamazdım, büyük bahçelerin içinde, büyük bir ev, meyve ağaçları ve oyunlar ama en önemlisi Cumhuriyet bayramında kapının önüne kurulan bayraklarla ve ışıklarla donatılmış büyük bir tak. Daha sonra öğrendim Ağababa’m Kurtuluş Savaşı’mızda İstiklal Madalyası almış bir kahramandı. Büyüdükçe ayrıntıları öğrendim ve hep çok gururlandım. Ağababa’m 1960 yılında vefat etmişti, ölümünün ellinci yılına doğru baktım, unutuluyor, köyünde dahi bilenler azalıyor. “Tamamen ölmemeli” diye düşündüm, yazabilir miyim dedim. Okuduklarımdan bir nebze ilham aldıysam olurdu neden olmasın. Annemden ve dayımdan aldığım yardımlarla bir yılda tamamladım ve ellinci ölüm yılında çok sevdiği Cumhuriyet Bayramında 29 Ekim 2010’da yaşadığı köyünü kahvesinde köylüleriyle imza günü yaptım. Hayatımın en gururlu gününü yaşadım, unutmam mümkün değil.

İkinci kitabım olan Şafak Baskını ise benzer düşüncelerle ortaya çıktı, doğduğum büyüdüğüm yer olan Beykoz’da Kurtuluş Savaşı’mızda geçen bazı olaylar çok az biliniyordu ama kesinlikle bilinmesi gerekiyordu. Bu düşünceyle yola çıktım, gerçek kişilerin arasına hayali insanlar yerleştirdim, gerçeği zedelemeden bir kurgu yapmaya çalıştım.

Kesinlikle iddialı değilim, hele çevremdeki yazar dostları gördükten sonra kendime asla yazar demiyorum. Kitaplarımı okuyan dostlar beğendiklerini söylüyorlar, mutlu oluyorum. Benim için en değerli olan konu, daha önce Ağababa’mı hiç tanımayan birkaç bin kişinin tanımasına katkıda bulundum. Bana verilecek en büyük ödül buydu, başka bir beklentim de yok.

Nevzat Süer Sezgin-Tezgâhta yeni bir roman çalışması var mı? Varsa biraz ipucu verebilir misiniz?
Osman Akbaşak- Şafak Baskını romanım 1920 Mart - Temmuz arasında geçiyor. Bu kitapta anlatmak istediklerimi anlattım, ancak bazı konuların ucu açık kaldı, devamı niteliğindeki romanım Kurtuluş Savaşı’mızın sonuna kadar gelecek ve bu konu bitecek. 2015 İzmir Kitap Fuarına yetiştirmek istiyorum.

2015 yılında konusu İzmir’de geçen ütopik bir konu var aklımda, bir süre daha araştırmam yapmam gerekli. Başarabilirsem 2016 İzmir Kitap Fuarında tamamlamış olurum.

Nevzat Süer Sezgin- Gelelim Televizyon programcılığınıza. Sizin SKY TV’de ‘Geçmişten Geleceğe Kent ve Yaşam’ isimli programınızı çok seviyorum. Bu program sayesinde gittikçe azalan ‘Kent Kardeşliği’ duygusunu yeniden yaşıyorum. Bana ve sanırım pek çok izleyiciye yaşattığınız bu duygu için çok teşekkürler. Böyle bir program yapmak nereden aklınıza geldi? Programı hazırlarken ve sunarken karşılaştığınız güçlükler var mı? Sizce iyi bir TV programında olmazsa, olmazlar nelerdir?
Osman Akbaşak- İzmir’de bulunuş nedenim, mesleğim. Askerliğimi inşaat mühendisi olarak yapmıştım. Sonrasında şantiye mühendisliği ve projecilik yaptım. 2000 Yılından sonra da 2012 yılsonuna kadar eşimle birlikte yürüttüğümüz Yapı Denetimi Kuruluşumuz vardı. Son altı yıldır Yapı Denetim Kuruluşları Derneği İzmir Şube YK Başkanlığını yürütüyorum. Depremler ve yapılar üzerine birçok kez televizyona çıktım. Tanımış olmalılar, 2009 yılında “Şehir ve İmar” konulu bir program yapmam önerildi. Kabul ettim ancak sadece mühendislik konusunda kalmayacağımı, kent kültürü, tarihi, özellikle bölge arkeolojisi, özel günleri, sergiler, edebiyat konularını işlemek istediğimiz söyledim uygun görüldü. Programın adını “Geçmişten Geleceğe Kent ve Yaşam” olarak değiştirdim. 220 programı geride bıraktım, her programımın sonunda birkaç şiir okumayı ya da konuklarıma okutmayı gelenek haline getirdim.

Kent ve bölge özelinde konular seçiyorum, araştırılması gerekli veya az bilinen konulara öncelik veriyorum. Bu sayede birçok yeni dost edindim. Programlarım sorgulama şeklinde geçmez, herhangi bir ortamda yapılabilecek sohbeti kameraların karşısında yapıyor gibi davranırım. Genellikle soru sormam, konu açarım, konuğumun söyleyecek çok şeyi varsa az konuşur, konuğuma fırsat tanırım. Gerginliğe yol açmam ve fırsat vermem. Eğer programımı sohbet ortamında tamamlamışsam, konuğum huzurlu ve rahat bir şekilde ayrıldıysa benim için başarılı bir programdır.

Nevzat Süer Sezgin-‘Ekin Yazın Dostları’ grubunu sayenizde tanıdım. Birbirinden değerli, titiz okurla bir arada olmaktan çok mutluyum. Böyle örnek bir grup oluşturmak nereden aklınıza geldi? Grup nasıl oluştu? Bu yıl neler okumayı planlıyorsunuz? Sizce okuma kültürünü yaygınlaştırmak için neler yapılmalı?
Osman Akbaşak- Aslında “Ekin Yazın Dostları” İstanbul merkezli bir grup, kurucusu benim üniversiteden sınıf arkadaşım. Bir sohbet sırasında İzmir gruplarının bir süredir çalışamadığını ve üye sayısının çok azaldığını söyleyip benim yardımcı olmamı istedi. Yakın birkaç arkadaşıma danıştıktan sonra çalışmalara başladım. İlk olarak bir başka grubumuz olan SİMGE (Sanatçı İnşaat Mühendisleri Grubu Etkinlikleri) üyelerine konuyu açtım. Sayımız kısa zamanda on beşi buldu.

Grubun çalışma şekli her ay bir roman veya öykü kitabını okuyup, mümkün olursa yazarıyla birlikte tartışmak idi. İlk kitabımız Bergamalı Yazar Sefa Taşkın’ın “Pembe Sardunya” romanı oldu. Roman Midilli ve Bergama’da geçiyordu, Bergama’da projeler nedeniyle bulunduğum için mekânları tanıyordum. Dostum olan Sefa Taşkın’a konuyu açınca onun da çok hoşuna gitti. Bir cumartesi günü Bergama’da bir butik otelde toplandık, bir süre sokakları gezdik, sonra akşama kadar şarkılar ve sohbetlerle günümüzü geçirdik. Gece şehir kulübünde Sefa Taşkın’la buluşup romanı tartıştık, ertesi gün Akrapol’u ve diğer mekânları gezdik. İlk toplantımız çok keyifli geçmişti. İkinci olarak Ankaralı bir yazarın kitabını seçmiştik, yazarını davet ettik, gelemeyeceğini söyledi. İlk toplantının ardından yazarsız bir toplantıdan keyif alamamıştık.

Sonraki kitaplar için yazarını davet edebileceğimiz İzmirli veya Egeli yazarların kitaplarını okuma kararı aldık. Bu kararımızın ardından yaptığımız toplantıların tamamı çok güzel geçti. Benim içim bu konu iki açıdan çok önemliydi, birincisi toplantılarımızda yazarımızın bulunması tartışmaların daha verimli geçmesini sağlıyordu. İkincisi İstanbul gibi bir metropolün yanında İzmirli yazarların seslerini duyurmalarının güçlüğünü hep biliriz. Grubumuz bir nebze bile olsa İzmirli yazar dostlarımıza mutluluk yaşatırsa bizim için kent kültürüne katkıda bulunmak büyük bir onur olur.  

İki yıl boyunca bu tarzımızı sürdürdük. Bu yıl üçüncü yılımızdayız, üye sayımız da kırkı aştı, bu sayıyla bir kitabı tartışmak neredeyse olanaksız. Büyük olasılıkla ilk toplantımızda ikiye bölüneceğiz, ilk düşünce olarak en az bir grupta İzmirli yazarların eserlerini okumaya devam edeceğiz. Talep olursa ikinci grubumuz bu sınırlamanın dışında kalan kitapları okuyabilir.

Okuma kültürü dediğimiz şey, aslında insanın doğasında olan ya da olması gereken özelliklerden biridir. Genellikle çeşitli gerekçelerle okuma engelli oluşumuzu mazur göstermek isteriz. Zamanım yok deriz, televizyonun, bilgisayarın başından kalkmayız, cep telefonlarında sosyal medya dediğimiz platformlarda gezinmeye saatler harcarız. Kitap okumak için öncelikle bilgiye ihtiyacımız olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Benim kabulüme göre bilgi ihtiyacının sonu yoktur, yıllardır çeşitli yollarla bilgimi arttırmaya çalışırım, gün geçtikçe eksikliğimin daha çok farkına varıyorum.  Bir insan şu ya da bu nedenle okumamasını gerekçelere bağlayabiliyorsa eksiği olduğunu düşünmüyordur ve bu en zor durumdur, aksini kabul ettirmekte çok zorlanırsınız. Böyle bir şey mümkün olamaz, hele hele günümüzün bilgiye ulaşma yöntemlerindeki gelişmenin bilincindeysek hiç durmadan okumamız araştırmamız gereklidir.

Elbette okuma kültürünü sadece bilgiye ulaşma, yeni bilgiler edinmeyle sınırlandıramayız. Çoğu zaman da yaşanmışlıkları paylaşmak dünyayı tanımamızda, olayları başka görüş açılarıyla değerlendirmemizde, kendi yaşamımız için dersler çıkarmamızda çok önemlidir. Duygusal coşkularımızı şiirlerle paylaşırız, gün olur sayfalara sığdıramadığımız duyguları iki mısra ile dillendirebiliriz.

Okuma sevgisini arttırmak için yapılacak çok şey olabilir, söz ettiğimiz “Ekin Yazın Dostları” gibi gruplarla birlikte olmak okuma zevkinin sohbetlerle pekiştirilmesi bir yöntemdir. Evlerde aile içinde buna benzer ortamlar oluşturabiliriz, unutulmamalıdır ki bir çocuk anne babasını kitap okurken görmezse kendisi de okuma isteği duymaz. Okullarda benzer çalışmaların olduğunu biliyorum, uzman eğitimcilerin daha da geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Nevzat Süer Sezgin- Sizin mesleğiniz olan mühendislikle ilgili de pek çok sivil toplum çalışmanız olduğunu biliyorum. Bu konuda kimlerle, neler yapıyorsunuz? Kentimizdeki düzensiz yapılaşma, trafik, bozuk yollar v.b. sorunlar hakkındaki düşüncelerinizi ve çalışmalarınızı paylaşabilir misiniz?
Osman Akbaşak- Bütün meslek hayatım boyunca mühendisçe bakışımı hiç terk etmedim. Ama söylediğiniz sorunların tek başına mühendislik mantığıyla çözüme kavuşturulması mümkün değil. Konuları toplumbilimci gözüyle de irdelemezsek sağlıklı çözüme ulaşamayız, belki kısmi çözümler bulunabilir ama hiçbir sorunu kökten çözemeyiz.

Öncelikle sorun kent sorunu değil ülke sorunudur, ülkemizde 90 yıl önce nüfusumuzun %75’i kırsal alanlarda, %25’i de kentsel alanlarda yaşıyordu. Şimdi ise tamamen tersine dönmüş durumda, kentlerimiz ülke nüfusumuzun %75’ini taşıyor. Bunun tek nedeni özellikle 1960’lı yıllardan sonra kontrolsüz iç göçtür. Hiç kimse durup dururken yaşadığı toprakları terk etmek istemez. Eğer insanlar yaşadıkları ortamlarda geçinebilselerdi herhalde bilmedikleri yaşam koşullarının içinde macera aramazlardı. Yatırımlar sadece ülkenin batısına, hadi biraz daha sınırlandıralım, Marmara bölgesine yapılmayıp tüm vatan topraklarına eşit, hiç olmazsa adil biçimde yapılsaydı en azından göçün boyutları çılgınca olmazdı. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında şeker, çimento, Sümerbank fabrikalarının, köy enstitülerinin dağılımına bakarsak çok net anlaşılabilir.

Üstelik ilk otuz yıl boyunca göçle gelen vatandaşlarımız kentlere hiçbir imar düzenlemesine tabi olmadan gelişigüzel yerleştiler. Bu onların suçu değil, onlar zaten bezgin ve yorgun bir şekilde atalarının topraklarını terk edip hiç alışkın olmadıkları ortamda, elbette neresini buldularsa oraya yerleşeceklerdi. Ancak bu düzensiz yerleşim beraberinde sellerde, özellikle depremlerde gördüğümüz hiç de sağlıklı olmayan ortamı yarattı. Şimdi elli yıl öncesine dönebilmek için “Kentsel Dönüşüm” adı altında düşünce olarak mantıklı olsa da uygulama olarak kesinlikle yetersiz bir kargaşanın içine itiliyoruz.

Ben önceki birkaç toplantıda bir konuya özellikle vurgu yaptım. Eğer bir dönüşüm yapılacaksa bu “Kentsel” değil “Ülkesel” olmak durumundadır. Üstüne basa basa vurguluyorum, sadece ve sadece isteyenlerin yararlanabilmesi için dönüşüm yapılanması ülke boyutunda yapılmalıdır. Yani isteyen vatandaşlarımızın ata topraklarında insanca yaşayabilmeleri için yatırımlar kırsal kesimden başlamalıdır. Şu anda bile göçle gelmiş vatandaşlarımız geldiği yerde aynı konforla yaşayacağını bilse acaba geri dönmezler mi? Neden olmasın? Neden Avrupa ülkelerinde köylerde yaşayan insanlar, kentlerden daha insanca yaşamaktadır? Neden Avrupa köyleri cennet gibidir de, bizim köylerimiz (istisnalar hariç) çorak, ıssız, gençlerin terk ettiği, diğerlerinin kahvelerde vakit geçirdiği yerler olmuştur?

Kentler kalabalıklaştıkça birçok konu süratle çözümsüzlüğe sürüklenmektedir.  Büyük kentler içme suyu ihtiyacı için yüzlerce kilometre uzaklıktaki alanların nehirlerini kendilerine döndürmektedir.  Tarım alanlarındaki sularımız yüzlerce metre derine kaçtı, toprağımız kuruyor, göllerimiz kuruyor. Bu ve bunun gibi nedenlerle tarımımız çökme noktasında. Elli yıl önce bize okullarda “Dünyada kendi kendine yeten ender ülkelerden biriyiz” denirdi, ya şimdi?

Çarpık kentleşmenin getirdiği kanalizasyon, yol, alt üst geçitler, otopark, toplu taşıma gibi sorunlara girmedim bile, sayfalar yetmez.

Sözün kısası kapasitesinin üç dört katı nüfus ile yüklenmiş kentlerde olayları sosyal boyutlarıyla incelemeden mühendislik ya da belediyecilik becerileri ile çözmek olanaksızdır. Bir gün sadece bu konuda söyleşme fırsatı olursa daha da ayrıntıları ile inceleyebiliriz.

Nevzat Süer Sezgin-Eşiniz sevgili Necla Akbaşak da sizin gibi bir sanat aşığı. Onunla olan birlikteliğiniz size neler katıyor? Aşk ve evlilik hakkında bize neler söylemek istersiniz?
Osman Akbaşak- Öncelikle sağlıklı bir evlilik için sevgi çok önemli ancak yaşamı tümüyle paylaşabilmek, aynı ortamlarda yaşamaktan hoşnut olmak, birlikte üzülmek, birlikte sevinmek birlikteliğin temelidir. Biz eşimle birçok konuda birlikte hareket edebildiğimiz için günün tamamını da birlikte geçirsek hiçbir şeyden sıkılmayız. Bazen farklı konularla uğraşmamız gerekirse de birbirimize gerekli saygıyı gösteririz. Kısacası yan yanayken de, farklı ortamlarda da yaşadığımız anın tadını çıkarırız. Eğer bir evlilikte paylaşım ve saygı yoksa çok değer verdiğim sevgi gün gelir yetmez olur, yaşamımıza alışkanlıklar hâkim olur, yaşamak sadece tamamlanması gereken bir görev haline gelir. 

Bu anlamda sevgili eşim Necla Akbaşak olmasaydı daha önce anlatmaya çalıştığım etkinlikleri belki yine yapardım ama hiçbir zaman bu verimli olamaz, keyif alamazdım. Yapılan her işte eve döndüğüm zaman duyacağıma emin olduğum huzur çok önemli ve gereklidir. Ben bu huzuru hep duyduğum için yaşama mutluluğumu ona borçluyum.

Nevzat Süer Sezgin- Sizce toplumda sivil toplum bilincini yükseltmek için neler yapılmalı?
Osman Akbaşak- Sivil toplumun bir güç olduğunu, birlikten güç kazanılacağını kabul etmekle başlar her şey. “Bir benim çabamla ne olur” demeden, “Onun için fark etti” düşüncesini anlatan denizyıldızı öyküsünde olduğu gibi en ufak çabanın bile birlikte yaşamaya katkı olduğunu herkesin kabul etmesi gerekir. Nitelikli eğitim ortalaması yüksek olmayan toplumlarda bu görev bir avuç aydına düşer, işleri zordur, yorucudur, yıpratıcıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir” ölçeğine göre insanlar yetiştiren eğitim kurumlarının ve eğitim görenlerin sayısının artması en önemli etkendir. Zaten bu gerçekleştiğinde bilinç kendiliğinden yükselmiş olacaktır.

Nevzat Süer Sezgin- Sizinle sayfalar dolusu söyleşmek isterim. Ancak bize ayrılan sayfalar sınırlı. Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.
Yeni çalışmalarınızı heyecanla bekliyoruz.
Osman Akbaşak- Ben teşekkür ederim.