SU BİR YAŞAM HAKKIDIR
· Su endüstrisinin yıllık kârı, dünya üzerinde (yaklaşık 1 trilyon
USD) petrol sanayinin kârının yüzde 40'ına ulaşmıştır ve şimdiden
ilaç sektörünün kârını aşmıştır. Dünya sularının henüz yüzde 5'inin
özelleştirildiğini düşünürsek, ne kadar büyük bir kâr potansiyeli
olduğu anlaşılabilir.
·
Türkiye suyu özelleştirme 'programına' alınmıştır. Dünya Su Forumu'nun
İstanbul'da toplanması tesadüfî değildir. Dünya Su Forumu'nun toplandığı
ülkeler özelleştirme kıskacına alındığı bilinmektedir.
·
Ulusal, uluslararası büyük sermaye grupları şimdi de yaşamın vazgeçilmezi
olan suyumuza göz dikmiş durumdadır. Türkiye'nin suyu peşkeş çekilmek
istenmektedir.
·
Suyun ticarileştirilmesi, tatlı su kaynaklarının azalması, küresel
ısınma vb. gerekçe gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
·
Türkiye'de kişi başına düşen yıllık teknik ve ekonomik olarak kullanılabilir
su miktarı 1430 m³'tür. Bu rakamın anlamı şudur: Türkiye "su
stresi" çeken ülke durumundadır. Ayrıca 112 milyar m³'lük su
potansiyelinin 40 milyarlık (% 36) bölümü değerlendirilebilmektedir.
Geri kalan kısmı boşa akmaktadır. 2030 yılında nüfusumuzun 100 milyona
ulaşacağı, su kaynaklarının % 100 verimle kullanılacağı düşünülse
bile, bu miktarın 1000 m³'e düşeceği ve Türkiye'nin de su fakiri
ülkeler arasına gireceği bilinmelidir.
·
Türkiye'de şu anda yapımı tamamlanmış yaklaşık 230 baraj bulunmaktadır.
Türkiye suyunun yüzde 15'i içme ve kullanmada, yüzde 75'i tarımsal
sulamada, yüzde 10'u ise sanayide tüketilmektedir.
·
Türkiye'de toplam nüfusun yüzde 68'ine kanalizasyon şebekesi hizmeti
verilmektedir. Toplam nüfusun sadece yüzde 34'üne atıksu arıtma
tesisinden yararlanmaktadır. Yüzde 34 oranı, OECD ülkeleri ortalamasının
(% 64'ün) ve AB ülkelerinin (Malta hariç) en düşük değeridir (10).
Türkiye'de su kaçağı ve kayıplarının oranı ortalama yüzde 30-40
oranındadır(11). Bu oran ile Türkiye, Avrupa ülkelerinin çok gerisindedir.
·
Hidroelektriğin Türkiye'deki gelişimi incelendiğinde 1989'larda
toplam ihtiyacın yüzde 60'ı hidroelektrikten sağlanırken, bugün
yüzde 27'e düşmüştür. Ayrıca şu an da Türkiye'nin enerji ihtiyacının
yaklaşık yüzde 43'i doğal gazdan, yüzde 28'si kömürden, geri kalan
yüzde 4'lük bölüm ise fueloil'den karşılanmaktadır. 1995 yılından
bu yana doğalgazdan enerji üretimi yüzde 15 artmıştır. Türkiye'nin
enerji üretimi doğalgaza bağımlı hale getirilmiştir.
·
Antalya ilinin suyu, Fransız su devi Suez firmasının yönetimine
geçmiş, su fiyatları özelleştirmeden sonra yüzde 130 artmıştır.
Edirne suyunun özelleştirilmesinde yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan
konsorsiyumun, aynı yöntemlerle dokuz kentte daha suyu özelleştirmeye
çalıştığı bilinmektedir.
· İstanbul'da gerçekleştirilen 5. Dünya Su Forumu, önceki Dünya
Su Forumları'nın protesto edilmesi ve Latin Amerika'da çok uluslu
firmaların kıtayı birer birer terk etmesi gibi etkilerle; sermayenin,
suyun özelleştirilmesi konusunda kullandığı dili değiştirmeye çalıştığı
bir forum olarak değerlendirilebilir. Uluslararası firmalar, suları
özelleştirerek kendince insanlara nasıl "su hakkı" sunduklarını
anlatmaya başlamış ve suyun özelleştirilmesinde "kamu-özel
sektör işbirliği Public-Private Partnership (PPP) formülü"
ile bir geçiş dönemi tanımlamışlardır. Gerçekte bu durum, tam olarak
kamunun özel sektör adına rol alması anlamına gelmektedir. Sorumluluğu
kamu özel sektör ile paylaşacak, karı ise sadece özel sektör alacaktır.
·
Dünya Su Konseyi, forum konularının belirlenmesinde ve forumun politik
sürecinde asli unsurdur. 5. Dünya Su Forumu'nun komitelerindeki
Türkiye ayağını oluşturan temsilcilerin, bulunma nedeni ise yerel
destek sağlamaktır. Forumun politikalarının oluşturulmasında Dünya
Su Konseyi üyeleri belirleyici unsurdur. Forumun Türkiye ayağında,
ilgili devlet kurumları seferber edilmiş, foruma katılanların büyük
çoğunluğunu bu devlet kurumları oluşturulmuştur. Çevre ve Orman
Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanları ile özellikle
DSı ve EıE çalışanları forumun Türkiye ayağının ana katılımcıları
olmuştur. Foruma katılım için kamu kurumlarının ne denli seferber
edildiğine bakıldığında bu durum açıkça görülecektir.
ınşaat
Mühendisleri Odası: "Su ihtiyaç değil hayatın devamı için vazgeçilmez
ve temel bir insan hakkıdır, metalaştırılamaz."
Dünya üzerinde 6 milyar insanın 1,2 milyarı, güvenilir içme suyundan
yoksun iken, 2,4 milyar insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir(1).
Her gün suyun erişilemez olması nedeniyle 14 - 30 bin kişi yaşamını
yitirmektedir (2). Suyun yaşamımız için önemi tartışılmazdır.
Suyun
önemi gün be gün tüm ülkeler için artmaktadır. Su, küresel ısınma
tartışmaları nedeniyle de en popüler tartışma konularından birine
dönüşmüştür. Türkiye'de son dönemde su kesintileri, belediyelerde
su yönetimi ile ilgili yaşanan yolsuzluklar, 5. Dünya Su Forumu'nun
ilgi alanına giren tartışmalarla yerel bazda ve ülke genelinde su
politikaları gündemi işgal etmeye başlamıştır.
5.
Dünya Su Forumu'nun Türkiye'de yapılacağının duyurulmasıyla birlikte
kamu kurumları, bu büyük uluslararası organizasyon için seferber
edilmiştir. TUSıAD gibi ulusal sermayeye yön veren "sivil toplum
kuruluşlarının" bile içinde yer aldığı pek çok toplumsal, siyasal
kesim, su sorunları ve çözüm önerileri ile ilgili görüş oluşturma,
görüşleri rapor haline getirerek kamuoyuyla paylaşma ihtiyacı hissetmiştir.
Önümüzdeki
sürecin, su ile ilgili sıcak gelişmelere tanıklık edeceği açıktır.
ınşaat
Mühendisleri Odası Su Çalışma Grubu, suya kendi bakışını yansıtan,
suyun insanlar için önemini hatırlatan, Türkiye'deki su politikalarını
ve suyun özelleştirilme sürecini de içine alan bir rapor hazırlamıştır.
Su,
insan hayatının devamı için vazgeçilmezdir ve temel bir insan hakkıdır.
Bugün suyumuzun karşı karşıya bulunduğu tehlikenin boyutu, aynı
zamanda su hakkının mücadele edilmeden kazanılmayacağını da göstermektedir.
Bu
nedenle bu rapor, su hakkı mücadelesi verenlere ve tüm halkımıza
atfedilmiştir.
Su Hakkı Gelişme Süreci
Tüm canlılar için gerekli olan su, renksiz-kokusuz ve tatsız bir
madde olarak tanımlanır. Su hakkı ise insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri
için gerekli suya erişim hakkıdır. Su hakkı, en temel insan hakkı
olarak tanımlanmaktadır.
Su
hakkı, ınsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde özellikle belirtilmemiş
olmasına karşın yaşam hakkının (3. Madde), suya erişimi kapsadığı
iddia edilebilir (3). 1994 Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı
Eylem Programı'nda herkesin yeterli standartlarda yaşama hakkı içinde
su ve sağlığın korunması da yer almıştır. 1999'da Genel Toplantı
Kararı (53/175) temiz suyu temel insan haklarından bir olarak tanımıştır(3).
Su
hakkının en geniş tanımının yapıldığı uluslararası belge, 26 Kasım
2002 tarihinde yayımlanan, Birleşmiş Milletlerin Ekonomik, Sosyal
ve Kültürel Haklar Komitesi Genel Açıklama 15'dir(4). Birleşmiş
Milletlerin Açıklamasına göre herkesin yeterli, güvenli, fizikî
olarak ulaşılabilir ve bedeli ödenebilir suya erişim hakkı vardır.
Bir ailenin gelirinin yüzde 2'sinden fazlasını su faturası oluşturamaz.
Su
hakkı ile ilgili devletin yükümlülüğü tam olarak tanımlanmamış olsa
da devlet, su hakkı açısından güvenli, ulaşılabilir su temin etmekle
sorumludur. Devlet, toplumun tüm kesimlerine güvenli ve sağlıklı
su sağlamakla yükümlüdür.
Su
hakkı kavramının, uluslararası alanda yaygınlaştırılması bazı devletlerin
bu kavramı kabul etmemelerinden dolayı zorlaşmaktadır(3). Örneğin
ABD su hakkının uluslararası kabulüne karşı çıkmış, Kanada ise Birleşmiş
Milletlerin 2002 ınsan Hakları Komisyonu oturumunda, su hakkının
varlığını kabul etmeyen tek ülke olmuştur. Ancak Kanada, uluslararası
ve Kanadalı sivil toplum kuruluşlarının baskıları sonucu bu konudaki
tutumunu yumuşatmıştır(6).
Bir
Doğal Kaynak Olarak Su
Su, "yerine bir başka şeyin ikame edilemeyeceği bir doğal kaynak"
olarak da tanımlanmaktadır.
Doğal kaynaklar ise TMMOB'nin 1998 yılında düzenlediği Demokrasi
Kurultayı'nda, "Toplumların ortak varlıkları" olarak tanımlanmıştır.
Doğal kaynaklar, hiçbir topluluk sınıf veya katmanın emeği karşılığı
üretilemeyen, bu nedenle de herhangi bir gerekçeyle kimsenin sahiplenme
hakkı iddia edemeyeceği kaynaklardır. Dolayısıyla da tanımı gereği
bu kaynakların tasarruf hakkı, toplumundur. Toplum bu kaynakların
insanlık hizmetine nasıl sunulacağına karar verme hakkına sahip
olmalıdır. Bu hakların nasıl kullanılacağı her kişinin yaşam hakkı
olarak Anayasa ve yasalarda belirtilmeli; suyun yönetiminde kamu
yararı ilkesi esas alınmalıdır.
Bir
Doğal Kaynak Olarak Suyun Önemi
Hayatın ve ekosistemin önemli bir parçası olan su, insanın en temel
ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte tarım ve sanayinin ana unsurunu
oluşturmaktadır. Bu nedenle, su kaynaklarını kimin yöneteceği meselesi
çok önemli bir konudur. Birçok sektörü birincil ölçekte etkileyen
bir kaynağın yönetimi oldukça stratejik öneme sahiptir. Bu nedenle
su kaynaklarının yönetimi, pazar ekonomisi çözümlerine göre değil,
ekolojik çözümlerin de güvence altına alındığı bir biçimle yönetilmelidir.
Her şeyden önce, su kamu malıdır (ortak mülktür) dolayısıyla özel
mülk olarak kullanılamaz.
Yerine
bir başka şeyin ikame edilememesi nedeniyle su meta olarak düşünülemez
ve kullanılamaz. Hiç kimsenin, hiçbir kuruluşun, topluluğun, sınıfın
ya da devletin; suyu kirletme ve sudan kar elde etme hakkı yoktur.
Ne var ki günümüz sermaye birikiminin temel unsuru metalaşma olduğundan,
sermaye gruplarının suya egemen olma ve suyu metalaştırma çabaları
vardır. Bu çabanın önünde durabilecek tek güç ise suyu bir hak olarak
tanımlayan geniş kitleler ve onların su hakkı mücadelesidir.
Doğal
kaynak olarak tanımlanan su kaynaklarının, yönetim politikasının
temel esasını, yaşamın vazgeçilmez unsuru olan suya erişim hakkı
oluşturmaktadır. Suya erişim hakkı, küresel su şirketlerinin kar
hesaplarının insafına, gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki egemenlik
çekişmesine terk edilmemelidir. Her canlı, yeterli ve uygun kalitede
suya ulaşabilmelidir.
Su ve Dünya
Birleşmiş Milletler Çevre Programı'na göre Dünya'da 1400 milyon
km3 su bulunmaktadır. Ancak bu suyun yüzde 97,5'i tuzlu su (deniz
ve okyanuslarda ) olup yüzde 2,5'i tatlı sudur. Tatlı suların yüzde
69,5'i kutuplarda buzul olarak veya donmuş toprak tabakasında bulunmaktadır.
Tatlı suların, yüzde 30,1'i yeraltı suyu, kalan yüzde 0,4'lük bölümü
ise yüzey ve atmosfer sularını oluşturmaktadır. Yani kolayca ulaşılabilecek
ve kullanılabilecek su oranı toplam suyun yüzde 0,4'dür. Dünyada
kullanılan suyun ise yüzde 85'ini nüfusun yüzde 12'si tüketmektedir.
Bu yüzde 12'nin de Üçüncü Dünya Ülkeleri'nde yaşamadığı aşikârdır
(5).
Suyun
dağılımı, yıllara, mevsimlere ve bölgelere göre eşit bir dağılım
sergilememektedir. Su varlığının değerlendirilmesi, genelde kişi
başına düşen su miktarı ile belirlenmektedir. Bu nedenle, nüfusun
dağılımı da su potansiyelinin değerlendirmesinde önemli bir ölçüttür.
Değerlendirme de, kişi başına düşen su miktarı 1000 m3'ün altında
olan ülkeler "su fakiri"; 1000 ile 3000 arasında olanlar
"su kısıtı -su stresi çeken ülke"; 10000 m3'ün üzerinde
olan ülkeler ise "su zengini " olarak tanımlanmaktadır.
Türkiye'nin
Su Kaynakları
Türkiye'nin yıllık brüt yüzeysel su potansiyeli 193 milyar m3'tür
(8). Bu brüt potansiyelin yüzde 58'i, 112 milyar m3'ü ekonomik ve
teknolojik şartlar göz önüne alındığında, kullanılabilir su potansiyelidir.
Bu potansiyel değerlendirildiğinde, Türkiye'de kişi başına düşen
yıllık teknik ve ekonomik olarak kullanılabilir su miktarı, 1430
m³'tür. Bu rakam da ifade etmektedir ki Türkiye su stresi çeken
ülke durumundadır. Ayrıca 112 milyar m3'lük su potansiyelinin, 40
milyar m3'lük (%36) bölümü değerlendirilebilmektedir. Geri kalan
kısmı verimli kullanılamamaktadır.
2030 yılında nüfusumuzun 100 milyona ulaşacağı, su kaynaklarının
yüzde 100 verimle kullanılacağı düşünülse bile, kişi başına düşen
su miktarı 1000 m³'e düşeceği ve Türkiye'nin de su fakiri ülkeler
arasına gireceği bilinmelidir.
Türkiye,
Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer alır. Üç tarafı denizlerle
çevrili olan Türkiye'nin 8300 km uzunluğunda kıyı şeridi bulunmaktadır.
Türkiye'nin toplam yüzey alanı 779452 km2 olup, yüzde 98.17 si toprak,
geriye kalan yüzde 1.83'ü suyla kaplı alandır.
Türkiye'de
şu anda yapımı tamamlanmış yaklaşık 230 baraj bulunmaktadır. Türkiye
suyunun yüzde 15'i içme ve kullanmada, yüzde 75'i tarımsal sulamada,
yüzde 10'u ise sanayide tüketilmektedir. Su tüketiminin yüzde 75'ini
kaplayan tarımsal sulamada, vahşi sulama tekniklerinden vazgeçilip,
serpme veya damla sulama tekniklerine geçilmesi durumunda su tüketiminde
yaklaşık yüzde 30-40 oranında tasarruf sağlanacağı düşünüldüğünde
teknolojinin doğru kullanımının önemi daha iyi anlaşılabilir.
Genel kanının aksine gelişmiş ülkelerde tarımsal sulama, suyun en
çok aktarıldığı ve tüketildiği alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca Türkiye, endüstriye aktardığı su miktarı bakımından az gelişmiş
ülke konumuna daha yakındır.
Türkiye 26 havzaya bölünmüş olup; Fırat-Dicle Havzası, su potansiyeli
yönünden Türkiye su potansiyelinin yüzde 28,5'ini oluşturmaktadır.
Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP), Fırat- Dicle Havzası üzerinde
kurulan sulama, elektrik üretimi, enerji, tarım, kırsal ve kentsel
altyapı ormancılık, eğitim ve sağlık gibi sektörlerini kapsayan
Türkiye'nin en büyük, örnek havza yönetimi projesidir. Projenin
bitiş tarihi 2010 olarak planlanmaktadır. Proje tamamlandığında
22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar sulama
sistemleri yapımı tamamlanmış olacaktır. 2007 yılı itibariyle, enerji
projelerinin yüzde 75'i, sulama projelerinin yüzde 13'ü tamamlanmıştır.
9 ilin etki alanında, 2000 yılı nüfus sayımına göre 6.47 milyon
kişinin hayatını birebir etkileyecek bu devasa altyapı projesinin
tamamlanması için, 2010'a kadar yılda ortalama 2 milyar dolara ihtiyaç
duyulmaktadır. Ancak bu ödeneğin nerden ve nasıl bulunacağı önemli
bir sorundur.
İçmesuyu
ve Atıksu Hizmetleri
Türkiye'de içmesuyu olarak kullanılacak su, kaynak, göl, akarsu,
baraj ve kuyulardan çekilmektedir. TUıK verilerine göre, Türkiye'de
2001 yılı için toplam çekilen su miktarı yaklaşık olarak 4 milyar
m3'tür(9).
şebeke
suyundan faydalanan kişi sayısı gün be gün artmaktadır. 2004 yılı
rakamlarına göre toplam nüfusun yüzde 78'ine şebeke suyu hizmeti
verilmektedir(10).
Türkiye'de
su kirlenmesini önleme ve atıksu arıtımı konusunda dünya ortalamasının
oldukça altındadır. Türkiye'de toplam nüfusun yüzde 68'ine kanalizasyon
şebekesi hizmeti verilmektedir. Toplam nüfusun sadece yüzde 34'üne
atıksu arıtma tesisi hizmeti verilmektedir. Yüzde 34 oranı, OECD
ülkeleri ortalamasının (%64'ün) ve AB ülkelerinin (Malta hariç)
en düşük değeridir (10).
ıçmesuyu
ve atıksu hizmetindeki en büyük sıkıntılardan bir tanesi, ilgili
kurum ve kurumların sorumluluklarının belirsizliğidir. Plansız şehirleşme
de hizmetlerin ulaştırılmamasında önemli bir faktördür. Türkiye'de
su verimliliği ile ilgili herhangi bir çalışma yapılmamaktadır.
Türkiye'de su kaçağı ve kayıplarının oranı ortalama yüzde 30-40
oranındadır(11).
Hukuksal
Açıdan Türkiye'de Suyun Yönetimi
Su Hukuku Tarihi
Tarih boyunca, toplumlar, daha çok su kenarlarında yerleşmeyi seçmişlerdir.
Dolayısıyla, suyun gerek içme ve kullanma, gerek tarımda, gerekse
başka amaçlarla kullanılmasında bir takım kurallar geliştirilmiştir.
Bugünkü hukuksal yapının temelini oluşturan ve diğer alanlarda olduğu
gibi "su hukuku" alanında da ilk kuralları "Roma
Hukuku" tarafından oluşturulmuştur. Roma Hukuku'nun bireyci
anlayışına uygun olarak, toprağın üstünde ve altındaki su, toprak
mülkiyetinden ayrı olarak düşünülmemiştir. Bu düşüncenin sonucu
olarak sular toprağın ayrılmaz bir parçası sayılarak, suya sahip
olmak için toprağa sahip olmak yeterli görülmüştür.
Roma Hukuku'nda sadece devamlı olarak akan sular özel mülkiyetin
dışında bırakılmışlardır." Roma Hukuku sonraki dönemlerde Avrupa
toplumlarının ve ülkemizin Medeni Yasaları'nın teorik temelini oluşturmuştur
(12). Bunun yanında sadece adlarını sayabileceğimiz ve su hukukunda
farklılıklar gösteren; Cermen Hukuku, Fransız Hukuku, Anglo-Amerikan
Hukuku, Avusturya Hukuku ve ıslam Hukuku'ndan da söz edilebilir.
ıslam Hukuku, ülkemiz topraklarında Osmanlı dönemi su hukukunun
düzenlenmesinde önemli rol oynamıştır. Suların kullanma esasları
devlet yönetimince yürütülmekteydi. Ancak ıslam Hukuku'nda örf-adet
ve teamül hakim hukuk kaynağı olduğundan; ortaya çıkan hukuki sorunlar
fetvalarla çözümlenmeye çalışılmıştır. Kullanma biçimleri ise fermanlarla
düzenlenmiştir.
Osmanlı
devletinin son dönemlerinde ise özellikle Tanzimat döneminde, türlü
içtihadı bir araya getiren ve yasa yerine kullanılan "Mecelle"
kuralları uzun süre hüküm sürmüş ve su hukukunun oluşumunda etkin
rol oynamıştır. Mecelle kural olarak sulardan herkesin yararlanabileceğini
kabul etmektedir. Örneğin yeraltında cereyan eden sular kimsenin
mülkü değildir (Mecelle 1235. Md.).
Ülkemizde, bir yandan bu uygulamalar devam ederken, diğer taraftan
da hukuksal ve yasal gelişmelere paralel olarak değişimler yaşanmaktadır.
Ancak ilk detaylı Anayasa olan 1924 Anayasası'nda, su ve su kaynaklarıyla
ilgili ve suların kullanma biçimine ilişkin herhangi bir kural getirilmemiştir.
1961
Anayasası'nın 130'cu maddesi "Tabii servetler ve kaynaklar
devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi
hakkı devlete aittir. Arama ve işletilmesi devletin özel teşebbüsle
birleşmesi suretiyle veya doğrudan özel teşebbüs eliyle yapılması
kanunun açık iznine bağlıdır." hükmünü getirmiştir.
Su
hukuku ile ilgili 1982 Anayasası'nın 168. maddesi de 1961 Anayasası'na
paralel bir hüküm getirmiştir. Anayasanın 168. maddesi "Tabii
servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların
aranması ve işletilmesi hakkı devlete aittir. Devlet bu hakkını
belli bir süre için, gerçek ve tüzel kişilere devredebilir. Hangi
tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin Devletin gerçek ve
tüzel kişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzel kişiler
eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır." hükmüne yer
vermektedir. 1961 Anayasası'na karşın, 1982 Anayasası'nda özel şirketler
eliyle doğal kaynakların aranması ve işletilmesi kolaylığı sağlanmıştır.
Geçmiş dönemin hukuk uygulamaları, çağımız toplumlarının medeni
yasalarına temel oluşturmaktadır. Bu nedenle, ülkemizin Medeni Kanunu,
sular hakkındaki klasik sınıflandırmaya uyarak suları iki bölüme
ayırmıştır.
a) Özel mülkiyet ve özel hukuk konusu olan sular: Bunlar çıktığı
arazinin ayrılmaz parçası kabul edilmiş ve arazi sahibinin mülkiyetinde
olduğu, yasada hükme bağlanmıştır (M.K. Md. 679). Kaynaklar, gözeler
ve bunlara benzeyen sular bu bölümde sayılmıştır. Bu sulara sahip
olmak için toprak mülkiyetinin kazanılması yeterlidir. Bu suların,
özel mülkiyetin konusu kabul edilmesi, bunun sonucu olarak mülkiyet,
irtifak ve kullanma hakları da Medeni Kanunla düzenlenmiş ve tapu
sicili esasına tabi tutulmuştur.
b) Genel sular: Üzerlerinde özel mülkiyet tesisine yer verilmeyen
denizler, akarsular (nehirler, akarsular, çaylar, büyüklük ve küçüklüklerine
göre genel veya özel su sayılırlar.) toprak yüzeyinde akmayan durgun
sular (bunlar büyük ve küçük göllerdir) mülkiyeti akarsulara benzer
şekilde ele alınabilir. Yeraltı suları genel su olarak kabul edilmektedir.
Medeni Kanun'un 641/2. maddesine göre genel sularda, özel mülkiyet
söz konusu olamaz. Ancak Medeni Kanunumuz, genel su ile özel su
ayırımındaki çizgiyi belirtmemiştir.
Medeni Kanunu'nun 641 ve 679/2. maddeleri umuma ait sulardan söz
etmiştir. Aynı şekilde 831 Sayılı Sular Kanunu'nun 1. maddesi, 2656
Sayılı Sular Kanunu'na ek Kanunun 1. ve 2. maddeleri belde veya
köy halkının müşterek gereksinimine mahsus sulardan, 3039 sayılı
Çeltik Ekimi Kanunu'nun 7. maddesi umumi ve hususi sulardan, 4373
sayılı Taşkın Sular Kanunu'nun 14. maddesi umumi ve hususi sulardan,
7478 sayılı Köy ıçme Suları Kanunu'nun 11. maddesi umumi sulardan,
12. maddesi sahipli sulardan söz etmiş, 167 sayılı Yeraltı Suları
Kanunu'nun 1. maddesinde umumi sular deyimi kullanılmış ve adı geçen
tüm bu yasalar genel ve özel su ayırımını açıkça kabul etmişlerdir.
Uygulamada da, Yargıtay kararlarında da aynı deyimler kullanılmış
ve hüküm verilmiştir. Medeni Kanun'un 679. maddesi mülkiyete konu
olabilecek suları kaynaklar olarak tanımlamıştır. Madde şöyledir:
"Kaynaklar toprağın bütünleyici parçası olup, mülkiyetin kaynağı
toprağın mülkiyetiyle birlikte edinilir."
Medeni Kanunumuzda kaynak sularına ilişkin tanımlamalar yapılmış
ve birçok konuya açıklıklar getirmiştir.
·
Kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakkı (M.K. 644/II, 679/II)
· Kaynakların kullanılması
· Kaynakların sınırları: Komşuluk hukukundan kaynaklanan bir faktör(M.K.680,681).
Kaynakların kirlenmesi ve kesilmesi (M.K. 682), kaynak ortaklığı
(M.K.683), zorunlu su hakkı (M.K. 666, 667, 661, 663), komşuluk
hukukunu düzenleyen kaynak hakkındaki kurallara aykırı olmaması
koşuluyla uygulanır.
· Kaynakların korunması:
a) Kesilme ve kirlenmeye karşı korunması,
b) Kamu hukuku yönünden korunması.
Hem kaynak sularının korunmasında ve kullanılmasında olsun, hem
de yeraltı sularının korunmasında ve kullanılmasında olsun, Medeni
Kanun ile suya yönelik uygulamalar için birçok yaptırımlar getirilmiştir.
Bu uygulamalara yönelik daha sonraları, değişiklikler yapılarak
yeni yasalar çıkarılmış ve bu yasalar doğrultusunda da yeni kurumlar
oluşturulmuş veya var olan kurumlara yeni görevler üstlendirilmiştir.
Bunlar yapılırken de kullanıma yönelik "ıhtiyaç ılkesi"
ve "Öncelik ılkesi" nitelemeleri getirilerek hükümler
verilmiştir.
Su Kaynaklarının Yönetimi ile ilgili Kanunlar
831 sayılı Sular Hakkında Kanun: (28. 04. 1926)
Kanunun 1. maddesinde: "şehir ve kasabalarla köylerde ihtiyacı
ammeyi temine mahsus suların (Kamu gereksiniminin karşılanması gereken
suların) tedarik ve idaresi belediye teşkilatı olan mahallelerde
belediyelere; belediye teşkilatı olmayan yerlerde Köy Kanunu mucibince
ihtiyar meclislerine aittir" denilmektedir. Bu kanunda köy,
kasaba ve kentlerde suyun iletim ve işletimine yönelik başka hükümler
içeren maddeler de bulunmaktadır. Yine bu yasada; belediye ve köy
ihtiyar meclislerine çeşitli yaptırımlarda ve uygulamalarda bulunması
için yetkiler verilmiştir. Ayrıca Su Birlikleri'nden söz edilerek
aynı çerçevede değerlendirilmiştir.
927 sayılı Sıcak ve Soğuk Maden Sularının ıstismarı ile
Kaplıcalar Tesisatı Hakkında Kanun: (10.06.1926)
Kanundan da anlaşılacağı gibi maden ve kaplıca sularının kullanımı,
işletimi, tesis ve satma işlerinin yürütülmesine ilişkin maddeler
içermektedir. ıhale koşularına uygun olarak ve belirli sürelerle
özel ve tüzel kişilere verilebilmektedir. Yasada anılan bu sular
üzerinde işlem yapma yetkisi, yine bu yasayla ıl Özel ıdareleri'ne
verilmiştir. Ancak içme ve yıkanma amaçlı suların işletilmesi ve
kullanılması hususunda 1593 sayılı Hıfzıssıha Kanunu hükümleri geçerlidir.
4373
sayılı Taşkın Sulara ve Su Baskınlarına Karşı Koruma Kanunu :(14.01.1943)
Su havzalarının korunması, su alma tesislerinin hasar görmesinin
önlenmesi, yerleşim yerlerinin ve tarım arazilerinin su baskınlarına
uğramaması ve buna benzer hususların önlenmesi açısından bu yasa
önemli yaptırımlar içermektedir.
4759
sayılı ıller Bankası Kanunu: (13.06.1945)
Ülkemizin çok önemli kurumlarından biri olan ıller Bankası'nın kuruluş
kanunudur. ıller Bankası, uzun bir süreden beri belediyeler, ıl
Özel ıdareleri ve Köy ıdareleri'nin kurdukları birliklerin imar
planlarından tutunda, irili ufaklı tesislerine kadar tüm projeleri
yapmış ve desteklemiştir. Bunların en başında gelen tesisler ise
şüphesiz su, kanalizasyon ve arıtma tesisleridir.
6200
sayılı Devlet Su ışleri (DSı) Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun: (18.12.1953)
DSı, ülkemizin yeraltı ve yerüstü suların değerlendirilmesi, düzenlenmesi
ve yönetilmesi amacıyla çok yönlü görev ve yetkilerle donatılmış
önemli bir kurumudur. Tüm barajlar, HES'ler, tarım sulama tesisleri,
büyük kentlerin su tesisleri ve taşkın suların önlenmesi için havza
düzenlemeleri projelerinin ve yatırımlarının yapımı DSı tarafından
yaşama geçirilmiş, geçirilmektedir.
1980'li
yıllardan başlayarak DSı'nin bir kısım uygulamalarının ve projelerinin
yapım ve yönetiminde yavaşta olsa değişimler başlamış, aynı zamanda
Büyükşehir Belediyeleri'nin, su yatırımlarında yetkilendirilmesi
maksadıyla yasal düzenlemeler getirilmiştir. Ancak DSı'nin Teşkilat
ve Görevleri Hakkındaki Yasa'da da değişiklikler yapılmadan bu düzenlemeler
gerçekleştirilmiştir.
7478
sayılı Köy ıçme Suları Hakkında Kanun: (09.05.1960)
Bu kanuna göre, "Köylerin içme ve kullanma suyu ihtiyacı, DSı
Umum Müdürlüğü tarafından temin ve tedarik olunur" denilmekte
ve 1. maddenin 2. fıkrasında "... Yıllık icraat programlarına
giren bazı köylere ait işlerin, denetimi DSı'de olmak üzere yapılmasını
ilgili vilayete bırakabilir" hükmü yer almaktadır. Söz konusu
yasada, yapım işleri bitirilen tesislerin, devir ve teslimi; bakımı
ve işletilmesi Köy ıhtiyar Meclisine verilir. Yapılan tesisleri,
Köyler ve Belediyeler birlikte ortak kullanıyorsa hepsinin müşterek
malı olarak kabul edilir.
Köylerin
içme ve kullanma suyunun temin edilmesi, iletilmesi ve dağıtımı
hizmetleri; 1960'lı yıllarda kurulan Köy ışleri ve Kooperatifler
Bakanlığı Yol Su Elektrik Genel Müdürlüğü'ne devredilmiştir. (16.07.1964
tarih ve 3-6/3349 Sayılı Kararname)
167
sayılı Yeraltı Suları Hakkında Kanun: (16.12 1960)
Yeraltı suları mülkiyet açısından umumi sular kapsamında olup devletin
hüküm ve tasarrufu altındadır. Bu suların her türlü araştırılması,
kullanılması, korunması ve tescili bu kanun hükümlerine tabidir.
Su
ile ilgili birçok uygulama, Medeni Kanunu'nun bazı maddelerinde
yer almıştır. 167 sayılı yeraltı suları hakkında kanunun yürürlüğe
girmesiyle birlikte Medeni Kanunu'nun suya ilişkin bazı maddeleri
hükümsüz kılınmıştır (M.K. Md. 682, 683, 684, 685). Çünkü 167 sayılı
yasada korunmaya ilişkin bir hüküm yoktur. Korunmaya yönelik sorunların
çözümünde, hukuki görüş farklılıklar olmakla birlikte, sorunlar
ortaya çıktığında, adli organlara götürülerek çözümler üreten kararlar
verilmektedir.
2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon ıdaresi Genel Müdürlüğü
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun: (20.11.1981)
ıSKı'nın görev ve yetkileri, sorumluluk alanına ilişkin içme, kullanma
ve endüstri suyu ihtiyaçlarının her türlü yeraltı ve yerüstü kaynaklarından
sağlanması ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılması için; kaynaklardan
abonelere ulaşıncaya kadar her türlü tesisin etüt ve projesini yapmak
veya yaptırmak; bu projelere göre tesisleri kurmak veya kurdurmak
olarak tanımlanmıştır.
Atıksuların
ve yağış sularının toplanması, yerleşim yerlerinden uzaklaştırılması
ve zararsız bir biçimde boşaltma yerine ulaştırılması gibi ıSKı
yasasının birçok hükümleri, DSı'nin görev ve yetkilerini bünyesinde
barındırır niteliktedir.
Bu yasanın yürürlüğe girmesinden sonraki takip eden yıllarda oluşturulan
tüm Büyükşehir Belediyeleri'nin sorumluluk alanlarında, ıSKı benzeri
Su ve Kanalizasyon ıdareleri kurulmuştur. Bütün bu kentlerin suyunun
temininden dağıtımına kadar olan hizmetler bu ıdare tarafından yürütülmektedir.
Günümüzde bu idareler; her alandaki mal ve hizmet üretimini, giderek
taşeronlar eliyle yaptırmaktadır. Buna koşut olarak da suyun işletilmesi
ve dağıtımı hizmetlerinin özelleştirilmesinin temellerini oluşturmaktadırlar.
Suyun yönetiminin merkezi bir yapılanmadan alınıp yerelleştirilip
kontrolü ve denetimi azaltılmış, kolaylıkla özelleştirilmesinin
yolu açılmıştır.
5216
sayılı Büyükşehir Belediyesi ve 5393 sayılı Belediye Yasaları da
su ve atıksu konusunda yetkili kılınmaktadır
5216 sayılı yasanın 7/5 maddesinde "Su ve kanalizasyon hizmetlerini
yürütmek, bunun için gerekli baraj ve diğer tesisleri kurmak, kurdurmak
ve işletmek; derelerin ıslahını yapmak; kaynak suyu ve arıtma sonunda
üretilen suları pazarlamak" hükümlerine yer verilmektedir.
Yine
5393 Sayılı Belediye Yasası'nın 15/d maddesinde: "... Su, atıksu
ve hizmet karşılığı alacakların tahsilini yapmak veya yaptırmak"
yine aynı yasanın 15/e maddesinde: "Müktesep haklar saklı kalmak
üzere; içme, kullanma ve endüstri suyu sağlamak; atıksu ve yağmur
suyunun uzaklaştırılmasını sağlamak; bunlar için gerekli tesisleri
kurmak, kurdurmak, işletmek ve işlettirmek; kaynak sularını işletmek
veya işlettirmek" gibi hükümler yer almaktadır.
Su
Hukuku Açısından Özetle,
1) Türkiye'de su kaynaklarının mülkiyeti, kaynaklardan sağlanan
suyun iletilmesi ve dağıtılması hususunda oluşan hukuk, Osmanlı
döneminde ferman ve fetvalarla düzenlenen kuralları içerdiğini görmekteyiz.
Özellikle Tanzimat dönemindeki 'Mecelle' düzenlemeleri çok etkili
olmuştur.
2)Kaynak suları (Gözeler) dahil (bir kısım özel mülkiyetin içinde
olanlar hariç) tüm sular kamu mülkiyetinde ve yönetiminde kalmıştır.
3) AB uyum yasaları, Türkiye'de son yıllarda yasal ve kurumsal değişikliklerin
yapılmasında etken olan unsurlardır. Bu bağlamda su yönetiminin
tek elde toplanması amacıyla su yasası çalışması yapılmış, ancak
taslak çalışma da incelendiğinde de görülmektedir ki su yasası,
mevcut yasaların toplamı olarak oluşturulmuştur.
4)Türkiye'de suyun yönetimine ilişkin çok parçalı bir düzenleme
mevcuttur. Müdahale eden kurum sayısı 10'un üzerinde olmakla beraber
yetki kargaşası da yaşanmaktadır. Bu durum, su kaynaklarını kamu
tarafından yönetilemez hale getirmiş, böylelikle suyun özelleştirilmesinin
meşrulaştığı bir durum yaratılmıştır.
5)Ülkenin bütün su kaynaklarının planlaması yapılmadığından, kullanılmasından
dağıtılmasına kadar, geçen tüm aşamalar da belirsizlikler yaşanmaktadır.
Bu durum da suyun verimli kullanılmasını önlemekte ve kirlenmesine
neden olmaktadır.
6)Su hakkı tanımı su ile ilgili tanımlanan tüm yasalara ayrıntılı
bir biçimde konulmalı, suyun yönetimi ile ilgili yasa ve düzenlemelerde
kamu yararı esas alınmalıdır.
TÜSİAD Raporları ve Suyun Özelleştirilmesi
Bilindiği üzere 2008 Eylül ayında TÜSıAD iki tane önemli rapor hazırladı.
"Türkiye'de Su Yönetimi: Sorunlar ve Öneriler ile Küresel Su
krizine Çözüm Arayışları: şebeke Suyu Hizmetlerine Özel Sektör Katılımı,
Dünya Örnekleri Işığında Türkiye ıçin Öneriler." ıki raporda
da Türkiye'nin 2030'lu yıllarda su fakiri ülke durumuna gelmesi
ve önümüzdeki yıllarda çıkacak su krizine çözüm olarak, suyun ekonomik
mal olarak değerlendirilmesi sunulmaktadır. Petrol gibi ekonomik
bir değere dönüştürülmeye çalışılan su, oysaki insan hayatını devam
ettirmesi için en temel insani maddedir.
"Küresel
su krizi" bahane edilerek, tüm halkın en temel insani ihtiyacı
olan su, ekonomik bir mala dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Küresel
su krizinin asıl nedeni, suyumuzun az olması değil, nüfus artışı,
hızlı endüstrileşme, çarpık kentleşme ve suyun plansız kullanılmasıdır.
Örneğin Türkiye'de kentlerin su şebekelerindeki su kaçağı ve kayıplarının
oranı ortalama yüzde 30-40 oranındadır(15). Türkiye'de küresel su
krizine çözüm arayışında olanlar, önce su kayıplarını Avrupa ve
Amerika ortalamasına yüzde 10' a çekmeye çalışmalıdırlar.
Kirleten
öder ilkesinin belirlendiği bu raporlarda, suyun ekonomik mal olarak
kabul edilmesinde, küresel su krizinin rol aldığı ifade edilmektedir.
Ancak şebeke suyunun özel sektöre devredilmesi su krizinin çözümlenmesine
alternatif olması iddiasında olsa da altyapı hizmetlerini daha karmaşık
hale getirecektir. ıkinci raporda aynı ülkelerin farklı bölgelerinde,
farklı uygulamaların olabileceği ifade edilmiş, bunun da nedeni
projelerin uygulanma biçimiyle açıklanmıştır. Yani karmaşıklık raporda
ifade edilmiş ve bu karmaşıklığın yetki sorununun giderilmesinde,
kamu sorumlularının teknik yeterlilikte olması, önemle vurgulanmıştır.
Ancak unutulan şey, bu teknik yeterliliği sağlayacak kurumların
yıllardır içinin boşaltıldığıdır.
Raporda,
suyun ekonomik mal olarak kabul edilmesi, israfın önlenmesine yol
açacağı öne sürülmektedir. Ancak elektriğin ve doğalgazın israfı,
piyasalaştırılması ile nasıl çözülmüyor ise, suyun israfı da piyasalaştırılma
ile çözülemez.
Yine
ikinci raporda, Avrupa'daki enerji, telekom, havayolu-demiryolu
taşımacılığı ve posta hizmetlerinde özelleştirmenin iyi durumda
olmasına; ancak su hizmetlerinde geride kalınmasının nedenleri ile
Latin Amerika'da yaşanan "kötü özelleştirmelere" alternatif
çözümler tartışılmaktadır. 2005 yılında özel sektörün, şebeke suyu
projelerinde, proje sayısı 57 iken, bu sayı 2006 yılında 48'e düşmüştür.
Bu düşüşün ana nedeni, Latin Amerika deneyimidir. Bu deneyimlerden
TÜSıAD, ders çıkarmış, örneğin bölge halkının düzenli olarak bilgilendirilmemesi,
eksiklikler arasında belirtilmiştir. Bu alternatif çözümler arasında
yoksul kesimlere daha kalitesiz bir hizmetin sunulması ile az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkeler için özel sektörün kamu tarafından sübvansiyon
edilmesi de bulunmaktadır.
Yani
musluklarımızdan akan suyun kalitesi oturduğumuz semte göre değişecek
bu da yetmezmiş gibi bunu sağlayan özel sektör zarar ettiği takdirde
zararını kamu sağlayacak. ıkinci raporda, bölgelerine göre karlılık
oranı maliyetlerinin yıllık 2 ile 40 katı arasında değişen su özelleştirilmeleri
için devlet garantisi verilmesi önerilmektedir.
Raporda
özel sektörün su hizmetlerine katılımından sonra, su fiyatlarının
arttığı, kabul edilmektedir. Latin Amerika özelinde az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelerde fiyatların artışı, su tüketiminin azalmasına
neden olmuştur. Yani halk, suyu asgari oranda kullanmaya çalışmış,
kirli su kaynaklarına yönelmiştir. Politik baskılar sonucu su tekellerinin,
Latin Amerika'dan çekildiği yine aynı raporda ifade edilmektedir.
ıkinci
raporda, kullanılacak dış kredilerin kontrol mekanizmasının kolaylaştırılması
ve dış kredilere devlet garantisi verilmesi önerilmektedir. Türkiye'de
devlet garantisinin verildiği ilk proje olan ızmit şebeke Suyu Projesi
oldukça ilginç bir deneyimdir.
Akarsuların
Özelleştirilmesi
Bilindiği üzere, 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanun kapsamında
"Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su
Kullanım Hakkı Anlaşması imzalanmasına ilişkin Usul ve Esaslar Hakkında
Yönetmelik" in 26 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe girmesiyle
enerji üretim tesislerinin yapımı tamamen özel sektöre verilmiştir.
Söz konusu Kanun kapsamında Hidroelektrik Santral projeleri DSı
WEB sitesinde yayınlanarak özel sektör başvurusuna açılmıştır.
5346
sayılı 10.05.2005 tarihli yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik
Enerji Üretimi Amaçlı Kullanıma ılişkin Kanun kapsamında, akarsu
santralleri ve gölalanı 15 km2'den az olan barajlar için özel sektör
katılımı başlamıştır.
Hidroelektrik,
fosil yakıtlardan üretilen enerjiye nazaran çevreye zarar vermemesi
nedeniyle daha tercih edilebilir yenilenebilir enerji kaynağıdır.
Türkiye'nin hidroelektrik ekonomik potansiyelinin yaklaşık olarak
yüzde 35'ni değerlendirdiği düşünüldüğünde, hidroelektrik enerjiye
yatırım yapılması gerekmektedir. Ayrıca fosil yakıtlar ulusal kaynak
olmamakla birlikte, siyasi, politik ve ekonomik gelişmelere oldukça
fazlaca tabidir. Hidroelektrik enerji ise ulusal, doğal kaynak olması
sebebiyle de yatırım için tercih edilmelidir.
Hidroelektriğin
Türkiye'deki gelişimi incelendiğinde 1989'larda toplam ihtiyacın
yüzde 60'ı hidroelektrikten sağlanırken, 2005 yılına gelindiğinde
yüzde 27'si hidroelektrikten sağlanmaktadır. şu an da Türkiye'nin
enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 43'i doğal gazdan, yüzde 28'si
kömürden, yüzde 25'i hidroelektrikten, geri kalan yüzde 4'lük bölüm
ise fueloil'den karşılanmaktadır. 1995 yılından bu yana doğalgazdan
enerji üretimi yüzde 15 artmıştır. şu anda Türkiye'nin enerjisi
doğalgaza bağımlı hale getirilmiştir.
Doğalgaz
Türkiye'nin öz kaynağı olmadığı için politik ve ekonomik gelişmelerin
etkisiyle fiyatı değişim göstermektedir. Ancak hidroelektrik enerji
bu fiyat dalgalanmalarından bağımsız doğal, ulusal kaynaktır.
Hidroelektrik
santrallerin yapımı açısından değerlendirildiğinde Türkiye'de iki
ana tipten elektrik enerjisi üretilmektedir: Baraj tipi ile Nehir
tipi.
Baraj
tipi hidroelektrik santraller ihtiyacın olduğu her zaman kolaylıkla
devreye girebilir ve elektrik üretebilirler. Oysa nehir tipi santrallerde
genellikle depolama olmadığı için sadece gelen suya göre üretim
yapılır.
Barajların
sulama, içmesuyu, sel önleme gibi farklı amaçlarda kullanılabilirken
nehir tipi santraller sadece gelen suya göre elektrik üretmektedirler.
Ayrıca Uluslararası Hidroelektrik Organizasyonu (ıHA) verilerine
göre hidroelektrik projenin büyüklüğü artıkça birim kurulu güç başına
düşen maliyette azalmaktadır. Bu da şu anlama gelmektedir genel
olarak barajlar daha ekonomik yapılardır. Ancak nehir tipi santrallerinin
yatırım bedellerinin barajlarla karşılaştırıldığında çok küçük olması
nedeniyle özel sektör nehir tipi santralleri tercih etmektedir.
Hidroelektrik
potansiyelin değerlendirilmesinde ister baraj tipi ister nehir tipi
santral olsun, havza planlaması esas alınmalıdır. Bir nehir üzerinde
yapılacak herhangi bir yapı, yapının aşağısındaki diğer tüm yapıları
etkilemektedir. Bu nedenle son dönemlerde Türkiye'nin gündemini
oldukça meşgul eden nehir tipi santraller havza planlaması içerisinde
değerlendirilmelidir. Ancak bu yapılmamaktadır.
Son
verilere göre, Türkiye'de 2000'nin üzerinde nehir tipi hidroelektrik
santralinin değerlendirilmesi gündemdedir. Lisans alan bu projelerin
birçoğunda da herhangi bir gelişme kaydedilmemiş, satışa çıkartılarak
lisans ticareti yapılmış, bu da ifade yerindeyse bir "proje
borsası" oluşmasına yol açmıştır.
Bu
projelerin büyük kısmını nehir santralleri oluşturmaktadır. Yatırım
bedellerinin baraj projeleri ile karşılaştırıldığında az olması
nedeniyle bu projeler, son dönemde yatırımcıların ilgisini çeken
projeler olmuştur. Ancak bu projeler, uygulanış biçimleriyle suyun
özelleştirilmesinin bir uygulamasıdır. Çünkü Türkiye'deki akarsuların
tamamının kullanım hakkı özel sektöre devredilmiştir.
Böylelikle
son dönemde kamu, tüm alanlardan tasfiye edildiği gibi, su kaynaklarının
yönetiminden de tasfiye edilmektedir. Siyasi iktidar genel ekonomik
ve politik yaklaşımına uygun olarak, akarsularımızın özelleştirilmesinin
de önünü HES'ler ile açmıştır. "Sularımızı boşa akıtmıyoruz"
diyerek başlatılan HES projelerinin tamamı suyumuzun özelleştirilmesidir.
Bundan
önce ki uygulamalar incelendiğinde ise yapılacak herhangi bir tesisin
yapımı ne kadar uzarsa, işi yapan yüklenicinin o işten o kadar çok
para kazanması söz konusuydu. Bu nedenle, projeler, planlanan zamanlarda
bitirilememekte ya da çok uzadığı için amaçlarının dışına çıkan
yatırımlara dönüşmekteydi. Bu olumsuz tablo sonucunda akarsularımızın
özel sektör yatırımına açılmasının meşruluğu sağlanmış oluyordu.
Ancak
var olan yeni durum ise farklı sorunları beraberinde getirmektedir:
Genel olarak projeler özel sektör için çok karlı olup, yatırımın
karşılığını 7 -8 yılda veren, geri kalan 42-43 yılda kar elde den
projelerdir.
Bölge
açısından oldukça önemli Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporları
proje yerinde inceleme yapılmadan masa başında oluşturulabilmektedir.
Nehirlerin ekolojik hayatlarının devamını sağlamakda oldukça önemli
olan can suları pazarlıklarla belirlenmektedir.
Projelerin
inşaatında standartlara uyulmamakta, inşaat sahasından çıkarılan
hafriyat dere yataklarına boşaltılmaktadır.
Mevcut
mevzuata göre planlama aşamasından sonra HES projelerinin denetimi
hiçbir aşamada yapılmamaktadır. Kamu denetimin hiçbir yerinde yoktur.
Akarsularımız özel sektörün insafına ve kaderine terk edilmiştir.
Türkiye'de neredeyse nehir tipi HES için başvuru yapılmamış akarsuyumuz
kalmamıştır.
HES'ler kamu eliyle yapılmalıdır. Ancak kamudan kastımız önceki
biçimiyle işlemeyen hantal bir kamu değildir. Kamudan kastımız,
halkının yararını göz önünde tutan projelerin zamanında bitmesini
ve verimli kullanılmasını sağlayan bir kamudur. Bu nedenle "Sularımızı
boşa akıtmıyoruz" bahanesiyle, sularımızın talan edilmesine,
ulusal ve uluslararası sermaye gruplarına peşkeş çekilmesine izin
verilmemelidir.
Özelleştirmede
Türkiye Deneyimleri: İzmit, Antalya, Edirne ve Çeşme şebeke Suyu
ızmit Su Projesi 3996 sayılı kanun kapsamında gerçekleştirilen ilk
YıD (Yap ışlet Devret) projesi olma özelliği taşımaktadır. Proje
1995 yılında ızmit Büyükşehir Belediyesi ile Thames Water, Gama
ve Guriş tarafından imzalanan antlaşma ile yürürlüğe girmiştir (10).
Projenin
başlangıcında üretilen suyun üçte ikisinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne
satılması öngörülmüş ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi, "fiyatı
yüksek" gerekçeyle, suyu satın almamıştır. Bu konu iki belediye
arasında hala tartışma konusudur. Ancak söz konusu su, "al
veya öde" kapsamında hazine garantili olduğu için, dereye akıtılan
suyun parası firmaya ödenmiştir.
Tahsil edilen suyun birim fiyatı diğer belediyelere uygulanan rakamların
yaklaşık üç katına denk gelmektedir(Konu ile ilgili Sayıştay Raporu).
Bahsedilen
Sayıştay raporunda, proje çeşitli örnek projelere kıyasla 3-9 kat
daha yüksek miktara mal edilmiştir. Bu maliyet de sözleşmeden dolayı,
doğrudan su fiyatlarına yansıtılmıştır. Sonuç olarak suyun özelleştirilmesinin
ilk deneyimi olan bu projede, dereye akıtılan su için firmaya ödeme
yapılmış ve halktan tahsil edilen su birim fiyatları artmıştır.
Antalya
ilinin suyu, Fransız su devi Suez firmasının yönetimine geçmiş,
su fiyatları özelleştirmeden sonra yüzde 130 artmıştır (13).
Edirne
suyunun özelleştirilmesinde yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan konsorsiyumun,
aynı yöntemlerle 9 kentte daha suyu özelleştirmeye çalıştığı ortaya
çıkmıştır (13).
Çeşme'de,
suyun özelleştirilmesi, Çeşme ve çevresinin su dağıtımı için kurulan
Çeşme Alaçatı Belediyeleri Çevre Koruma, Altyapı Tesisleri Kurma
ve ışletme Birliği (ÇALBıR) üzerinden yapılmıştır. Çeşme Belediyesi,
su dağıtım şebekesi için Dünya Bankası'ndan kredi almıştır. Dünya
Bankası ile yapılan anlaşmada, su şebekesi işletmesinin özelleştirileceği
ve suyun ton fiyatının dolar üzerinden belirleneceği gibi maddeler
bulunur. 2001 yılında Çeşme'de atıksu bedeli hariç 1 m3 su, o günün
para birimine göre 1 milyon 100 bin Lira iken, bu fiyat atık su
bedeli dahil olmak üzere İstanbul'da 400 bin, Ankara'da 330 bin,
ızmir'de 440 bin, Ege'deki turistik beldelerden Kuşadası'nda 112
bin 500, Marmaris'te ise 250 bin Lira idi. 2001 yılının ilk çeyreğinde
1 m3 suyun 1 dolara satıldığı Çeşme su fiyatlandırılmasında, Türkiye
birincisi olurken, borç veren kuruluş; Dünya Bankası ise su fiyatının
2.4 dolara çıkarılması için belediyeyi zorlamaktadır (14).
Suyun
Ekonomik Bir Mal Olarak Tanımlama Çabaları ve Dünya Su Forumu
Suyun ekonomik bir mal olarak tanımının yapıldığı ilk platform 1992
yılında, Dublin'de düzenlenen Uluslararası Su ve Çevre Konferansı
olmuştur. Bu konferansta su, ticari bir mal olarak ele alınmış,
su fiyatlandırılmasına ekonomik bir araç olarak önem verilmesi ve
su yönetimine "paydaşların" katılımlarının sağlanması
gibi görüşler kabul görmüştür.
Suyu
ya da su hakkını ekonomik pazarda, meta haline getiren her türlü
işlem, suyun ekonomik bir mal olarak tanımlanmasıdır. Suyun metalaştırılmasının
temelinde, suyun kavramsal olarak tanımı yapılmaktadır. Suyu, bir
hak olarak değil de ihtiyaç olarak tanımlamak, "kirleten öder"
ilkesini benimsemek suyu ekonomik bir mal olarak tanımlamanın meşruiyetidir.
Suyun
ekonomik bir mal olarak tanımlanması için suyun özelleştirilmesinin
zeminini hazırlayanlar, uluslararası bir organizasyona ihtiyaç duymuşlardır.
Dünya ölçeğinde bu zemini sağlayacak platform, 1996 yılında, oluşturulan
Dünya Su Konseyi ve Küresel Su Ortaklığı'dır. Çok uluslu şirketler
ve özel sektör temsilcilerinin oluşturduğu Dünya Su Konseyi, ilk
olarak 1997 yılında Fas'ın Marakeş şehrinde, 2000'de Hollanda'nın
Lahey kentinde, 2003'te Japonya'nın Kyoto kentinde, 2006'da da Meksika'da
Meksiko City 'de, sonuncusu da 2009 Mart ayında İstanbul'da olmak
üzere 5 adet Dünya Su Forumu gerçekleştirmiştir.
Dünya
Su Konseyi, kendisini, Dünya Su Forumu tanıtım broşürlerinde, "1996
yılında su alanındaki ünlü uzmanların ve uluslararası firmaların
girişimleriyle kurulan 300'den fazla üyesi bulunan uluslararası
bir kuruluş" olarak tanımlamaktadır.
Dünya
Su Konseyi, temel olarak Dünya Bankası'nın finansman ve politik
desteği ile faaliyet gösteren, sermayedarlarca kurulmuş bir organizasyondur.
Dünya Su Konseyi'nin, herhangi bir kamu veya resmi kurumla bağlantısı
yoktur. Konseyin oluşumunda da demokratik mekanizma bulunmamaktadır.
5.
Dünya Su Forumu'nun Türkiye ayağının yürütücülüğünü, Çevre ve Orman
Bakanlığı, DSı, Dışişleri Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi
yapmıştır. Dünya Su Forumu'nun Genel Koordinatörlüğü'nü ise Dünya
Su Konseyi yapmıştır.
Dünya
Su Konseyi, forum konularının belirlenmesinde ve forumun politik
sürecinde asli unsurdur. 5.Dünya Su Forumu'nun komitelerindeki Türkiye
ayağını oluşturan temsilcilerin, bulunma nedeni ise yerel destek
sağlamaktır. Forumun politikalarının oluşturulmasında Dünya Su Konseyi
üyeleri belirleyici unsurdur.
Dünya
Su Forumu içinde de aykırı seslerin çıkması beklenmekteydi. Fakat
en son Meksika'da yapılan Dünya Su Forumu deneyimleri de göstermektedir
ki aykırı sese fırsat tanınmamıştır. Meksika toplantısının sonuç
bildirgesi hazırlık sürecine Bolivya, Venezüella, Uruguay ve Küba
yer almasına izin verilmediği, bürokratik engeller çıkartıldığı
bilinmektedir.
Forumun
yapıldığı bölge ve ülkeler incelendiğinde, o bölge ve ülkelerin
sularının özelleştirilmesinin hızlandığı gözlenmiştir. Forum vasıtasıyla,
ulusal su kaynaklarının uluslarüstü su firmalarının ilgi ve tasarruf
altına girmesi sağlanmaktadır. Latin Amerika ülkelerinde gerçekleştirilen
su özelleştirilmelerinin ve sonrasında suya gelen zamların, 4. Dünya
Su Forumu (Meksika-2006) ertesine denk gelmesi tesadüf olarak değerlendiril-memelidir.
Genel
olarak suyun özelleştirilmesi değerlendirildiğinde, Türkiye'de ve
dünyada suyun özelleştirilmesi, su yönetiminin kamu kuruluşlarından,
örneğin DSı'den alınarak belediyelere; yerellere verilerek başlanmıştır.
Yerelleşme sürecinde su politikalarının belirlenmesi ve planlanması
uzun yılları gerektirdiği için yereller seçime endeksli yapıları
gereği belirli bir süre sonra suyun yönetimini gerçekleştiremez
hale gelirler. Çünkü yerel yönetim popülist yaklaşımları nedeniyle
günlük sorunların çözümünü uzun vadeli sorunların önüne geçirebilmektedir.
Örneğin
yerel yönetimler belirli 5 yıl gibi sürelerde yerellerin yönetiminde
bulunurlar bu nedenle kısa vadeli ve oy getirisi olan yatırımlar
yapmak isterler. Böylelikle, suyun özelleştirilmesinin toplumsal
meşruiyeti sağlanmış olur. Küresel politikalar ancak yerelleştirilerek
uygulanabilmektedir. Suyun özelleştirilmesi ile ilgili yaşanan süreç
böyle bir süreçtir.
Son dönemde Türkiye'de yaşanan su krizinin ana nedeni bu durumdur.
Türkiye'de
son yıllarda belediyeler üzerinden alınan dış kredilerin, özelikle
kanalizasyon sistemleri olmak üzere yapılan altyapı yatırımlara
aktarılması tesadüf değildir. Suyun yönetiminden sorumlu kamu kurumları
parçalanmış veya küçültülmüştür. Dolayısıyla bu kurumların bütçesi
düşürülmüş, yatırımları yapamaz hale gelmişlerdir. Böylelikle bu
yatırımlar, dış krediler vasıtasıyla gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Dolayısıyla Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların, özellikle, altyapı
yatırımlarına kredi vermesi, akıllara, ileride zaten yönetimini
alacakları altyapı hizmetlerinin hazırlığı yapıldığı fikrini getirmektedir.
Ayrıca bu kredi anlaşmalarından dolayı yabancı firmaların, Türkiye
pazarına girişi de kolaylaştırılmakta, deyim yerindeyse bir taş
ile iki kuş vurulmaktadır.
Su
endüstrisinin yıllık kârı dünya üzerinde (yaklaşık 1 trilyon USD)
petrol sanayinin kârının yüzde 40'ına ulaşmıştır ve şimdiden ilaç
sektörünün kârını aşmıştır (7). Dünya sularının henüz yüzde 5'inin
özelleştirildiğini düşünürsek, ne kadar büyük bir kâr potansiyeli
olduğu anlaşılabilir(7). Pazarın büyüklüğü rakamlardan anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, ulusal ve uluslararası sermayenin gözünü suya dikmesi
tesadüf değildir.
5.
Dünya Su Forumu için Türkiye'nin Seçilme Nedeni
TÜSıAD, azalan temiz su kaynaklarının ve 2030 yılında Türkiye'nin
su fakiri olma riskine karşılık suyumuzun özelleştirilmesin bu konulara
çözüm getireceğini ifade etmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki kullanılabilir
tatlı su kaynakları, artan bu nüfus hızına bağlı olarak öyle ya
da böyle yetersiz kalacaktır. Çünkü uzun yılların ortalamasında
dünya'daki tatlı su kaynakları çok fazla bir değişim göstermemektedir.
Ancak var olan tatlı su kaynakları hızlı şehirleşme, sanayileşme
ve nüfus artışının etkisiyle kirletilmektedir.
Hızlı
şehirleşmeye, sanayileşmeye ve nüfus artışına planlı çözümler bulunamadığı
sürece içme, kullanma, sanayi suyu, tarımsal sulama da var olan
tatlı su kaynaklarından başka bir kaynağa ihtiyaç vardır. Bu alternatif
kaynaklar, atıksuların tekrardan kullanımı, deniz suyu gibi kaynaklar
olabilir. Bu alternatif kaynağa suyumuz özelleştirilse de özelleştirilmese
de ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. Son dönemlerde sürekli tatlı
sularımızın azlığı gündeme getirilerek suyun özelleştirilmesi tartıştırılmaya
çalışılsa da dünyamızın dörtte üçü sularla kaplıdır. Aslına bakılırsa
dünyamızda su sorunu yoktur, temiz su sorunu vardır.
TUSıAD
raporunda tariflenen mevcut durum ki Dünya Su Forumu'nda da aynı
doğrultuda başka çevrelerce de tanımlanmıştır; Dünyada ve Türkiye'de
herkese yetecek kadar yeterli miktarda suya ulaşılamamaktadır. Türkiye
su stresi yaşayan ülkeler arasındadır. Bu tespitler ile ilgili kimsenin
itirazı yoktur. Ancak tartışmayı çekmek istedikleri nokta farklı
bir noktadır. Farklı olan bu nokta da suyun az olması suyun özelleştirilmesinin
meşruluğu sağlanmaya çalışılmasıdır. Su sıkıntısına tek çözüm suyun
özelleştirilmesi olarak sunulmaktadır. Ancak sularınız özelleştirse
de özelleştirmese de, Dünya nüfusu ile sanayileşmesi ve kentleşme
hızı sürekli artığı için kişi başına düşen su miktarı her gün azalmaktadır.
Dolayısıyla, suyun özelleştirilmesi su sorununa asla çözüm olamaz.
Su sorununa çözüm bulmak isteyenler, öncelikle tatlı su kaynaklarını
kirleten etkilerin azaltılması için çaba harcamalıdırlar.
Çok
uluslu şirketlerin talepleri doğrultusunda su ile ilgili programları
çoktan uygulanmaya başlanmıştır. Öncelikli olarak bir kamu kurumu
tarafından merkezi olarak yürütülen suyun yönetimi, bu kurumdan
alınmış ve daha parçalı bir yönetim haline getirilmek suretiyle
yerel yönetimlere bırakılmıştır. Böylelikle suyun yönetimi ile ilgili
yatırımlar fiili olarak yerel yönetimler üzerinden yapılması ile
kayıt dışına çıkarılarak kamusal denetim dışında kalması sağlanmıştır.
Yerel yönetimlerin bu türden uygulamaları gerçekleştirebilmeleri
için yeterli teknik donanıma sahip olmadıkları bilinmektedir. Dolayısıyla
ihtiyaç olan yatırımların gerçekleştirilmesi için özel sektör yatırımlarına
kapı aralanmış olacaktır. Suyun özelleştirilmesi kapıdadır ve bunun
meşrulaştırılmaya çalışıldığı zemin, İstanbul'da gerçekleştirilen
5. Dünya Su Forumu'dur.
Forumun Türkiye ayağında, ilgili devlet kurumları seferber edilmiş,
foruma katılanların büyük çoğunluğunu bu devlet kurumları oluşturulmuştur.
Çevre ve Orman Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanları
ile özellikle DSı ve EıE çalışanları forumun Türkiye ayağının ana
katılımcıları olmuştur. Foruma katılım için kamu kurumlarının ne
denli seferber edildiğine bakıldığında bu durum açıkça görülecektir.
Organizasyondan
sorumlu Türkiye tarafı açısından forum, kültürel bir organizasyon
olarak ele alınmış ve yatırım yapmaları için uluslararası firmaların
Türkiye'ye ilgisinin çekilmesi hedeflenmiştir.
Forum
sonrası ortaya çıkan tartışmalar göstermektedir ki suyu meta haline
dönüştürmek ve paylaşmak isteyenlerin politikalarında önemli bir
değişiklik olmamıştır. Meksika'da düzenlenen 4. Dünya Su Formu'ndan
sonra yaşanan gelişmelerin ardından çok uluslu şirketler ideolojik
olarak kendilerini geliştirmiş, dillerini değiştirmişlerdir. Meksika'da
ki forum, suyun işletmesinin tamamen özel şirketlere devredilmesi
ve bu doğrultuda özelleştirme propagandalarının yapıldığı bir forum
iken, Türkiye forumu, Latin Amerika Ülkeleri'ndeki gelişmeler ve
dünyadaki ekonomik krizin de etkisiyle olsa gerek, daha "yumuşak"
yeni politikaların oluşturulmaya çalışıldığı bir forum olarak gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır.
Önceki
Dünya Su Forumları'nın protesto edilmesi ve Latin Amerika'da çok
uluslu firmaların kıtayı birer birer terk etmesi gibi etkilerle;
sermayenin, suyun özelleştirilmesi konusunda kullandığı dili değiştirmeye
çalıştığı söylenebilir. Firmalar, suları özelleştirerek kendince
insanlara nasıl "su hakkı" sunduklarını anlatmaya başlamış
ve suyun özelleştirilmesinde "kamu-özel sektör işbirliği formülü"
ile bir geçiş dönemi tanımlamışlardır.
Yerel yönetimlerde, kamu kurumlarında veya henüz çoğunluğu kamunun
denetiminde bulunan sektörlerde ve birçok hizmet sektöründe kurtarıcı
yeni formül olarak Public-Private Partnership (PPP) Kamu-Özel Sektör
ışbirliği, sunulmaktadır. Su yönetiminde 5. Dünya Su Forumu'nda
öne çıkarılan çözüm Kamu- Özel Sektör ışbirliği olarak görünmektedir.
Gerçekte
bu durum, tam olarak kamunun özel sektör adına rol alması anlamına
gelmektedir. Sorumluluğu kamu özel sektör ile paylaşacak, karı ise
sadece özel sektör alacaktır. Bu da kamunun özelleştirilmesi ya
da başka bir ifadeyle kamu özel sektöre yardım eden, kamunun özel
sektörün işini kolaylaştıran bir yapıya dönüştürülmesi anlamına
gelmektedir. Zaten hâlihazırda da durum bundan farklı değildir.
Kamu, tavsiye edilmiş, devlet kurumlarının içi boşaltılmış ya da
işlemez haline getirilmiş, kamu çalışanlarının ruh hali özel sektör
devralsa da "kurtulsak" halindedir. Yani önümüzdeki dönem
hizmet sektörlerin özelleştirilmesinden sonra kamunun da yeniden
yapılandırılacağı beklenen bir dönemdir.
Yani
özetle, kamu-özel sektör işbirliği, suyun yönetiminde, özel sektörün
su parasını alamadığı yoksul bölgeler için devletin devreye girerek
sübvanse etmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca kamu-özel sektör işbirliği,
suyun özelleştirilmesinde devletin de riske ortak olmasını sağlayan
bir düzenek ve su faturalarının tahsilâtında kamu organlarının kullanılması
anlamına gelmektedir. Sonuç olarak niyet değişmemiştir, yaşam hakkımız
olan suyumuzu pazar olarak gören zihniyet, kendine yeni yollar aramaktadır.
Forum tartışmalarında öne çıkan önemli bir konu ise, büyük ölçekli
su projelerinin hayata geçirilme tarzında değişiklik önerisidir.
Verilen mesaj, eğer binlerce insanı yerinden eden büyük bir proje
yapıyorsanız ya da projeniz doğal çevreye zarar veriyorsa, yerinden
ettiğiniz insanlara ve o doğal çevreden etkilenen insanlara yönelik
sosyal projeler yapmalısınız. Yani karınızı garanti altına almak
istiyorsanız biraz da sizi sevimli gösterecek sosyal projeleri de
yapmanız gerekmektedir. Böylece firmaların karları garanti altına
alınarak bölgesel itirazların önü kapatılacak ve halkın muhalefeti
önlenecektir. Tıpkı Karadeniz'de HES işine soyunan bazı müteahhitlerin
özellikle inşaat bölgesindeki işçileri istihdam etmeleri ya da o
bölgedeki köylülere bir miktar para ve yardım dağıtmaları gibi.
Böylelikle,
kamu kurumlarının zaten yapmakla yükümlü oldukları şeyleri yapmak
için karından ufak bir miktar ayıran firmalar, bölge halkı ve toplum
nezdinde daha "sevimli" görünecektir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, 5. Dünya Su Forumu'nun bitmesiyle su
hakkı mücadelesinin bitmediği ortaya çıkmıştır. Bu dönem, su hakkı
mücadelesinin yeni başladığı bir dönem olarak algılanmalıdır. Çünkü
hâlihazırda tüm kentlerimizde, suyumuzun özelleştirilmesi anlamına
gelen kontörlü su sayaçları artırılmaya, suyumuza zam yapılmaya
devam ediliyor. Çiftçilerimiz tarlasından elde ettikleri gelirle
zar zor geçinirken, önceleri tarlasının kenarından geçen suya, şimdi
para ödemek zorunda bırakılıyor. Özellikle Karadeniz olmak üzere
tüm Türkiye'de akarsularımız, hidroelektrik santral projeleri ile
"sularımızı boş akıtmıyoruz" denilerek talan ediliyor.
Hal böyleyken, giderek yaşam şansımız elimizden alınıyor, yaşama
hakkımız ödediğimiz paralarla ölçülüyorken, bizim de temel bir yaşam
hakkı olan su hakkımız ile ilgili elbette söyleyecek söz ve yapacak
işimiz çoktur.
Bizlere ve tüm topluma yol haritası sağlayacak su politikalarımızın
esasları söyle özetlenebilir:
Su ihtiyaç değil hayatın devamı için vazgeçilmez ve temel bir insan
hakkıdır, metalaştırılamaz. Bu çerçevede;
" Su hayatın vazgeçilmez unsuru olarak önemli bir toplumsal
değer olarak ele alınmalıdır."
" Herkes sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek için gerekli sağlıklı,
güvenli suya ulaşabilmelidir."
" Temel insan hakkı olan suya erişim hakkı ile ilgili bağlayıcı
yasalar anayasa metinlerine girmelidir."
" Su hizmetinde ve yönetiminde, hizmetin kamusal özü korunmalı,
yönetiminde katılımcı modeller geliştirilmelidir."
" Yaşam hakkımız olan suyumuz, su şirketlerinin insafına bırakılmamalıdır."
" Su kamu malı olarak tanımlanmalı ve toplumsal bir değer olarak
kabul edilmelidir."
" Su kaynaklarının kullanımında öncelik tüm canlılara, insanlara
ve ekolojinin korunmasına verilmelidir."
Sonuç
"Zarar eden kamu kurumları elden çıkarılıyor" denilerek
meşrulaştırılan özelleştirme süreci kar eden kuruluşları da kapsayarak
devam etmektedir.
şimdi sırada su vardır. Su özelleştirme 'programına' alınmıştır.
Su yapıları, su politikaları ınşaat Mühendisleri Odası'nın mesleki
ilgi alanında bulunmaktadır. Ancak ıMO'nun hassasiyeti bununla sınırlı
değildir. ıMO, kamusal bir değer olan ve yaşam hakkı olarak kabul
edilen suyun özelleştirilmesine karşı çıkmakta, tüm kurum ve kuruluşları
tavır almaya çağırmaktadır. Kamuya ait su, kamu yönetiminin denetim
ve inisiyatifinde toplum yararı gözetilerek korunmalı ve kullanılmalıdır. |