Geçtiğimiz hafta yeni kitabımın hazırlıkları için mekân araştırması yapmak üzere yanımda kardeşim ve kuzenim, boynumda fotoğraf makinam, daha önce yıllarca öylesine geçtiğim Beykoz sokaklarında şimdi daha bir dikkatli, daha bir özenli dolaşıyordum. Doğaldır ki, sağa sola dikkatle bakarak gezinen, zaman zaman durup bir noktaya bakarak yorumlar yapan, bazen de bir binanın, bahçenin, yıkıntının ya da salt manzaranın fotoğrafını çeken, o sokaktan, o mahalleden olmayan kişiler dikkat çeker. Çevre eski bir mahalledir ama hani gecekondu tabir ettiğimiz konutlardan oluşan bir mahalle değil, yıllar önce göçlerle gelmiş olsa da geçen zaman içinde o yörenin yerlisi olmuş, artık eski yurtlarını değil yaşadıkları bu mahalleyi vatan bilmiş kişilerin oluşturduğu çoğu zaman şirin, kalabildiği kadar bahçe içinde, bahçesinde çiçekleri, fasulyesi, domatesi, erguvan ağaçları ile yaşayan bir mahalledir. Aynı zamanda günün anlamını yitirmeye başladığı tanımları içinde değerlendirecek olursak “muhafazakâr” yani “tutucu” denebilecek bir mahalledir.
Böyle bir mahallede, ne yaptığı anlaşılamayan üç kişiyi penceresinden sarkmış, etrafını seyrederek vakit geçirmeye çalışırken gören orta yaşlı bir hanım ne yapar? Hemen perdeyi kapatıp içeriye çekilir ve pencereyi kapatır mı diyeceksiniz? Yok, hayır, öyle değildir, orta yaşlı hanım seslenir, “Kolay gelsin, bir yeri mi arıyorsunuz? Yardımcı olabilir miyim? Ne güzeldir bu yakınlık hissi, bu seslenişte “korku, çekingenlik” yoktur, “bu adamlardan zarar gelebilir” yoktur, “tövbe estağfurullah, elin adamıyla konuşulur mu?” yoktur. Doğal bir samimiyet vardır, içten bir yakınlık vardır, yardımcı olma isteği vardır.
Eh, durum böyle olunca o çok sevdiğim ve kullandığım sihirli sözcükle karşılık verebilirim, “Merhaba, biz yabancı değiliz, aslında buraların eski insanlarıyız, çevreyle ilgili bir araştırma için dolaşıyoruz.” “Merhaba”mızı duyan hanım belki çok az da olsa çekingenliği tamamen bırakıp, pencereden biraz daha sarkarak sözlerine devam eder. “Aaa, biz buraların çok eskisiyiz, rahmetli babam bu evde doğmuş, ben de burada doğmuşum. Babam söylerdi; kendini bildiğinde, buralarda başka ev yokmuş, sonradan böyle mahalle olmuş.” Düşünüyorum, tam istediğim bilgiler. Hanımın tahmini yaşını, babasının doğumunu hesaplayınca bu sokağın tarihi çıkıverdi işte. Gerçi birçok kayıt var ama böyle sözlü bir bilgiye ulaşmak çok hoş oluyor. Başlangıç nedir? Samimi bir yakınlık, bir “merhaba” değil mi?
Sonra güven duygum daha artmış olarak, gördüğüm ama bakışlarında samimiyet hissettiğim, yakınlık göreceğime inandığım herkese bir “merhaba” diyerek yolumuza devam ederken genellikle aynı karşılığı görmek doyulmaz bir mutluluktur. Ender de olsa kendini bu samimi duyguların içinde görmeyen, hatta “uyanık olduğunu” düşünenler de çıkar. “Ne o, buraları uzaktan gördünüz, pazarlama hazırlıkları yapıyorsunuz değil mi?” Bazen karşılık veririz, bazen de boş veririz, sonuçta şöyle bir bakıp gülümseyerek yolumuza devam ederiz, çoğunlukla “merhaba”mıza “merhaba”lar alarak.
Bir başka “merhaba” öyküsü daha, eşimle bir kontrol için gittiğimiz hastanede sıra beklerken asansörün kapısı açıldı, dünya tatlısı bir karı koca indiler. Kesinlikle seksen beş yaş civarındalar, tam karşımızdaki boş koltuklara oturdular. Hanım son derece sevecen bir bakışla önce yanlarındaki gence “merhaba” dedi, eşi bir beyefendi edasıyla hanımı kolundan tutarak yerine oturmasına yardımcı oldu. Oturur oturmaz aynı bakışla çevresini süzdü, bizi gördü, eşime bir gülümsedi sonra sağına soluna yine gülümseyen bakışlarla baktı. Bekleme salonunda oturan yedi sekiz kişi, hepimiz etkilenmiştik, o arada eşi bir şeyler söyleyip uzaklaştı ama hiçbirimiz fark etmedik, zira yaşlı hanıma odaklanmıştık. Bir süre sonra eşimin gözlerinin içine bakarak; “biz şu odaya gireceğiz, randevumuz var” dedi, sonra etrafına bir bakındı eşini göremeyince gülümseyen ifadesi hiç değişmeyen gözlerinde bir bulut dolaştı, yerinden yavaşça doğruldu, görevli bankosuna yaklaştı, hemşireye “eşim şu odaya girdi değil mi?” dedi. Görevli oraya girmediğini söyleyince “peki nereye gitti, az önce yanımdaydı” dedi. Bu konuşma esnasında kocası diğer asansörden geldi, eşinin kolundan tutup yine oturdular. “Nereye gittin diye sordu” hanım, eşi “dedim ya, aşağıdan raporları aldım”. Bütün bu olaylar ve konuşmalar esnasında gülen gözlerindeki ışık hiç değişmedi, yine çevresine döndü, hemen herkesi bir daha süzdü, hepimize ayrı ayrı gülümsedi. Anlamıştık Alzheimer olduğunu, bir an üzülür gibi oldum ama “eğer bu hanım sağlıklı zamanında bu sempatiklikte olmasaydı hastalığında bu kadar değişemezdi diye düşündüm. Hasta ya da değil bir gülen bakış, bir “merhaba” hastane bekleme salonunu ısıtmaya yetmiş, her birimizin yüzüne gülümseme olarak yansımıştı. Oysa o ana kadar asansörden kaç kişi inmiş, koltuklara oturmuş, sırası gelen de muayeneye girmişti. Hiçbiri belleğimizde en ufak bir yer işgal etmemişken yaşlı çifti hâlâ hatırlıyor olmam işte o sıcacık “merhaba” sözcüğünün eseriydi.
Nedir “merhaba”, biraz araştırılacak olursa birkaç açıklama içinde en akla yakın şu yorumla karşılaşırız. “Merhaba" aslında farsça kökenli olup "benden size zarar gelmez" anlamına gelir. Ne kadar güzel değil mi? Hadi gelin o mahalleden apartmanlarımıza, kalabalık sokaklarımıza, meydanlarımıza gelelim. Yıllardır gerçekten çok özen gösteririm, özellikle bağımsız mekânlarda, örneğin asansörde, dolmuşta, takside, alışveriş için girdiğim bir mekânda yüz yüze geldiğin herkese, tanıyayım, tanımayayım “merhaba” derim. Bazen karşılık alırım, bazen de boş bir bakışla karşılaşırım, olsun ben hep devam edeceğim “merhaba”larıma.
Bir şeyi kesinlikle gördüm, birçok yerde örneğin bindiğim bir takside şoföre gideceğim yeri söylemeden önce “merhaba” dediğimde çoğunlukla şoförün yerinden bir doğrulduğunu, toparlandığını hissederim. İşyerimin olduğu sokağa her girdiğimde esnafa sırayla saatine göre “merhaba” ya da “günaydın, iyi işler” dediğimde hep gülen gözler görür, güzel sözler duyardım. Ne zaman sokağımdan böyle geçsem aklıma yıllar öncesinden hatırladığım bir karikatür gelir. Gerçekten öyle miydi hatırlamıyorum, belki belleğimde çok derin bir yer ettiği için olsa gerek “Akbaba” dergisinde gördüm diye kalmış aklımda. Eski yılların sanırım Osmanlı’nın son zamanlarında yaşamış biri, “Pazarola Hasan Bey”. “Pazarola” lakabı, karşılaştığı tüm esnafa “pazarola” demesinden kaynaklanırmış. Sonra aklıma geldi Oktay Ekinci dostun bir yazısında okumuştum, internette aradım buldum. Oktay Ekinci uzun yazısında çok şey söylemiş ama küçük bir bölümünü buraya alalım. “Hasan Bey her sabah dolaştığı semtlerdeki esnafı, “işin açık olsun” anlamına gelen “pazarola” diyerek selamladığı için adı öyle kalmış... Vefa’dan Süleymaniye’ye, Çemberlitaş’tan Sirkeci’yi adımlarken esnafa “pazarola” demek o denli anlamlıymış ki bu “İstanbul duası”nı Hasan Bey’den duymayanlar o gün işlerinin de iyi gitmeyeceğine inanırlarmış... Hasan Bey’in bu dua karşılığında asla bahşiş kabul reddetmesi, bazen bir kahve ya da öğle yemeği daveti dışında her teklifi kabul etmemesi ise onun “bey”liğinin ürünü... Tertemiz ceketi, ütülü pantolonu, köstekli saati asılı yeleği, kolalı gömleği, üzerinde “Maşallah Hasan Bey” yazan sarığı ile verdiği selamın “bey”lere has kibarlığı da aynı zamanda İstanbulluluğunun kanıtı…” Oktay Ekinci bu yazıyı Tarih Vakfı’nca yayımlanan Toplumsal Tarih dergisi 2006’nın şubat sayısında İstanbul’un “deli” ya da “meczup” denilen ama hiç de öyle olmayan ünlü tiplerinden “Pazarola Hasan Bey”i tanıtan kitapçığından almış. Bu yazıyı yazana kadar geçen yıllarda ayrıntılı araştırmamıştım “Pazarola Hasan Bey”i. Eğer bu kadar muhterem bir zat olmayı başarabilseydim, böyle bir “deli”liği onur sayardım. Şimdi alışkanlığıma daha bir inançla devam edeceğim, hiç sesimi çıkarmadan başımı öne eğip yürüsem ne kazanırım ki, insanların sevgisini hissetmek bambaşka bir duygu, üstelik karşılığı da çok ucuz, sadece bir “merhaba”.
Son olarak özellikle küçücük alanlarda apartmanımızın kapısında, işyerimizin girişinde, hele o küçücük asansörlerde ilk kez karşılaşmış olsak bile sıcak bir “merhaba”dan güzel bir söz olabilir mi? Neden birbirimize sırtımızı dönüp boşluğa ya da tavana bakarak gideceğimiz kata gelene kadar çıt çıkarmadan sessizce zamanın geçmesini bekleriz. Oysa küçücük bir “merhaba”, “günaydın”, “iyi günler”, “kolay gelsin”, hoşça kalın” diyebilmek, kısaca "benden size zarar gelmez" duygusunu karşımızdakine hissettirmek ne kadar güzeldir. Penceresinden sarkan hanımın, bahçe kapısında çevresini izleyen adamın taşıdığı sıcak duyguları “uygar” diye adlandırdığımız yaşam alanlarımızda devam ettirebilmek neden “garip bakılacak” bir davranış olarak görülür? Bu sıcaklığı tam da günlük toplumsal kavgalarının yaşamımıza egemen olmaya başladığı şu günlerde çevremizden esirgemeyelim.
Katkım olan kitaplar sayfası |