“Bir kısmımızın” özlemle beklediği İzmir Kitap Fuarı günleri geldi. Farkında olanlar, bekleyenler hep birlikte koştuk, kapılardan zorlukla içeriye girdik, o renkli, görkemli ortama adım atınca mutlu olduk, reyonları gezmeye başladık. Dün (Cumartesi) böyle bir gündü, kendi hesabıma mutlu oldum mu derseniz, çok mutlu oldum. Kendi kendime, niye diye düşündüm, hayır, kitaplarla bir arada olmak değildi mutluluğumun nedeni. O mutluluğu zaman zaman gittiğim kitapçılarda tadıyorum, benim için daha da keyifli olan, dostlarla karşılaşma düşüncesiydi, öyle de oldu. Birçok dostla karşılaştım, sohbet ettik, kitaplar üzerine konuştuk, imza sıralarına girdik. İnanır mısınız, o anda aslında birçok sorundan uzaklaştım, dört beş saat bile olsa tüm dünya içinde bulunduğum mekân oldu.
Sonra bugün düşündüm, neden mutlu oldum? Yaşamımda ne değişti de farklı bir gün yaşadım? Üstüne üstlük TV haberlerinden birinde dinlediğim bir istatistik canımı iyiden iyiye sıktı. Habere göre “Bir Japon bir yılda yirmibeş kitap okuyor, bir Türk ise, yanlış oldu, ‘on Türk’ ise bir yılda bir kitap okuyormuş.” Bunu duyduktan sonra nesini konuşalım kitap fuarının? Aslında bunun böyle olduğu zaten biliniyor, vapura, metroya bindiniz, oturacak yer buldunuz. Ne yaparsınız? Şöyle bir etrafınıza bakın, en büyük çoğunluğun elinde cep telefonları, hem de akıllı! Bir de kulaklık varsa değme keyfine. Tamam, müzik iyidir, ona itirazımız yok ama okumanın hiç mi anlamı kalmadı. Okuyan birkaç kişi görürseniz onların da çoğunluğu gazete okuyordur. Kitap okuyan var mı? Ben çok az rastlıyorum, söz ettiğim istatistik bize hiç yabancı değil, okumuyoruz. Üstelik okumamayı özellik olarak savunuyoruz. “Ben gerektiğinde internete bakıyorum, ihtiyacım olan bilgiyi alıyorum” (Bilgi kaynakları ne kadar güvenli? Kirli bilgiyle nasıl mücadele edebiliyorsunuz?) “Kitaplar çok sıkıcı” (bunu TV’de giyimi kuşamı yerinde, aklı fikri başında olduğunu sandığım bir delikanlı söyledi), “Kitap okumaya hiç vakit kalmıyor” (Dizi izlemeye vakit kalıyor mu?)
Bir de şöyle düşünelim, kitap sadece ihtiyaç duyulan bilgi için mi okunur? Yaşar Kemal “İnce Memed”i, Fakir Baykurt “Yılanların Öcü”nü, Tolstoy “Savaş ve Barış”ı, John Steinbeck “Gazap Üzümleri”ni, Orhan Kemal “Devlet Kuşu”nu, Mustafa Kemal “Nutuk”unu sadece bilgi vermek için mi yazdılar. Kitaplar, özellikle romanlar, öyküler ve anılar bir dünyadır, kimi gerçek, kimi sanal da olsa içinde yaşanmışlıklar vardır, yaşanabilecekler vardır. Bizim yaşamımıza benzeyenleri ya da aykırı olanları görürüz, dersler çıkarırız, hedeflerimizi gözden geçirebiliriz, kısacası yaşamı sorgulayabilir, gerekirse yönümüzü düzenleyebiliriz. Bir söz vardır, “geçmişten ders çıkarmayan, geleceğine yön veremez.”
Geçtiğimiz günlerde televizyonda kültüre dayalı bir bilgi yarışmasında sunucunun karşında oturan üniversite öğrencisi bir genç bir aşamaya kadar soruları oldukça rahat yanıtladı, hoşuma gidiyor genç insanların bilgi birikimine sahip olmaları. Bir edebiyat sorusu geldi, delikanlı bilemedi bir arkadaşını aradılar, soru şöyleydi; “Mümtaz karakteri çerçevesinde 1939’un İstanbul’unu anlatan Ahmet Hamdi Tanpınar kitabı hangisidir?” Yanıtlarda, Deniz küstü, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur ve Beş Şehir’di. Yarışmacı soruyu arkadaşına sordu, üstelik karşısında ekran olmayan birinin zor anlayacağı bir şekilde, üstelik ipucu olan yanıt seçeneklerini de söylemedi. Belli ki telefondaki arkadaşı yanıtı çok iyi biliyordu, birkaç saniye içinde “huzur” dedi ve yarışmacının devam etmesini sağladı. Sonrasında sunucunun konuşması tam bir ders niteliğindeydi; “Tebrik ederiz arkadaşını, demek ki okumuş Huzur romanını, acaba biraz sohbet etseydik, romanın ikinci kahramanının, kadın karakterinin adının Nuran olduğunu bilir miydi? Ya da ikinci karakterinin Suat olduğunu, üçüncünün de İhsan Bey olduğunu bilir miydi? Eminim bilirdi, Huzur romanını okumanız lazım, diğer romanlarını da okumanız lazım. Huzur’u okumadıysanız bugünün Türkiye’sini yorumlayamazsınız, bugün Türkiye niye böyle? Allah’tan onlar varmış bir dönemi yaşamışlar, bir geçiş dönemini incelemişler, anlatmışlar. Biz de onlar sayesinde okuyup öğreniyoruz, öyle bilgisayardan olmuyor, sadece size on beş bin lira kazandırıyor, kuru kuruya bir on beş bin lira, alın güle güle kullanın.” Delikanlı söz verdi, alıp okuyacağına ve yarışma sürdü gitti.
Sonra ben düşünmeye başladım, o döneme ait birçok öykü, roman, araştırma okumama rağmen Huzur’u okumamıştım. Kendimi birden çok eksikli hissettim, hemen kitabı sipariş ettim, alacağım ve okuyacağım. Ama bu konu, bana ne kadar çok okumuş olsam da bir ölçüde eksik kalacağımın yeni bir kanıtıydı. Doğru ama tamamına yetişemeyecek olsak ta, ki bu mümkün değil, yetişebildiğimizce okumanın anlamını bir kez daha beynimin en derin kıvrımlarında hissettim.
Ya şiirler, geçtiğimiz günlerde bir edebiyat toplantısında, bir dosttan dileğimiz oldu, kendi şiirini okumasını istedik. Okudu elbette ama çekincesini de söylemeden geçmedi, “Şiir sadece dinlemekle olmaz, mısraların dizilişini görerek okumalı, nasıl ve hangi duygularla kâğıda geçtiğini hissetmeye çalışmalı”. Hiç öyle düşünmemiştim, öylesine doğru ki, hele bazı şairlerin şiirlerini görmek, yaşamak en az okumak kadar önemli. Bazı şairler vardır, noktalama işareti kullanmazlar, bilmediklerinden değil, şiirseverleri okurken duyguları ile baş başa bırakmak için. Nazım’ın şiirlerinde dizelerin kâğıt üstünde duruşunu görürseniz çok daha duyarak okursunuz. Bana göre Ulusal Kurtuluş Savaşımızı anlatan en değerli destanların başında gelen “Kuvayı Milliye” destanını dinlemek olağanüstü bir duygudur, ama kitabından, kelime kelime, mısra mısra, “görerek” okumak daha da üstün bir duygudur.
Dostlarla buluşmak, her zaman göremediğimiz yazarlar, şairlerle bir araya gelmek, söyleşilerde yan yana olmak, evet bunlar güzel şeyler ama kitap almak için kitap fuarını beklemek! İşte bunu kabul edemiyorum. Kitap okumak yaşamın tümünü kaplar, yılda bir gibi bir zamanı olamaz, sınırlı da olsa her semtimizde güzel kitabevlerimiz var. Hem sanki fuar dışında kitabevlerini çok mu ziyaret ediyoruz, maksat sadece kitap almak olmayabilir. Yeni bir şeyler var mı? Falanca yazarın bir kitabı çıkacaktı, çıktı mı? Merak edip vaktimizin bir kısmını kitaplarla baş başa geçirsek te, kitap fuarlarını sadece dost sohbetleri için, uzaktaki yazarlar, şairlerle bir araya gelmek için, belki her zaman bulunmayan kitapları bulabilmek için beklesek anlaşılır bir tarafı olur. Yine de göz ardı etmeyelim, yaşam koşulları malum, indirimli kitap alabilmek bir avantaj da bunun için bir yıl beklenebilir mi, bilemiyorum?
E-kitaplardan uzun uzun söz etmeyi düşünmüyorum. Elbette bir gelişmedir, teknolojiyi inkâr edemeyiz, gün gelecek yaşamda yerini alacaktır. Ama izin verirseniz bu konuda tutucu davranacağım, galiba o güne kadar ben sayfa çevirmekten mutlu olacağım. Her ne kadar gazeteleri bilgisayarlardan, tabletlerden okumaya başladıysak ta ben inatla kitaplara elimin değmesini istiyorum, sayfaları çevirmek istiyorum. Kişisel teknolojik ürünlerin hemen hemen tamamına aşina olduğum halde kitap bir tutku benim için. Kitaplığımı düzenlemek, ara sıra yerlerini değiştirmek, bazen aradan birini çekip daha önce okumuş olsam bile beni etkileyen birkaç sayfayı yeniden okumak benim için yaşamın anlamı. Belki de benim ayıbımdır, okumuş olsam da benim kitabımın yeri kitaplığımdır, ödünç vermem, eğer gerekirse yenisini alır armağan ederim, ama “üzerinde göz izim olan” kitaplarım bana aittir. Bundan sonrasını bizden sonraki nesiller değerlendirsin ama yaşanmışlıklardan uzak kalmasınlar, alınacak dersler vardır, o dersler paha biçilemeyecek değerdedirler.
Katkım olan kitaplar sayfası |