Bugün yaşanmış günler hanesine bir gün yazdım.

Baba evinde yaşadığım depremden sonra hep içimde bir huzursuzluk oldu, tamam, evimizin bulunduğu yer zemin olarak gerçekten güvenliydi ama zamanında tek katlı yığma olarak yapılmıştı. Ülkemizde hep yaşanan gerçekler sonucu aile bireylerine yetmeyen ev önce bahçe tarafına yapılan bir salon, sonra da kardeşimin üst katı çıkmasıyla büyümüştü. Yapılan eklemeler hep usulüne uygun yapılmıştı ve yapı olarak gerçekten güvenliydi. Ancak bahçe tarafına eklenen salonun temeli ve kömürlük olarak kullanılan bölümün duvarı gözüme oldum olası zayıf gelirdi. Zamanla sobalar kalktı mazotlu kalorifer yaptırıldı, kömürlük kazan dairesi oldu, içine fazla girilemediği için yine gözden ırak kaldı. Doğal gaz gelim kazan dairesi görevi de tamamlanınca bodrum boşaldı, gözüme zayıf gelen duvarlar iyice batmaya başladı.

Bir gün kardeşimle bodrumu nasıl boş bir hacım haline geldiğine bakarken, birden bir kıvılcım çaktı. “Gel, şu duvarları güçlendirelim, ben uzaklardayım, içimde hep bir korku var”, “olur, yaparız” dedi kardeşim. Sinan mesleği elektrik olmasına rağmen değme ustalara taş çıkartacak ölçüde iyi bir ustadır, adeta bir ev sanatçısıdır. Temel aşamasından işe başlar yanına birkaç kişi alır, beton, duvar, sıva, kapı, pencere, su ve elektrik tesisatı, seramik, fayans, badana, boya akla ne gelirse kendisi yapar. Ha, huysuzluk derecesinde titizdir de, her işi birkaç kez yaptırır, beğenmezse adamı kovar, yenisini bulur.

Amacımız başlangıçta sadece duvarları güçlendirmekti, ona göre detayları çizdim, güçlendirme mantığını anlattım. Mevcut duvarların içine hasır çelik koyacak sonra serpme sıva ile duvarların taşıyıcılığını arttıracaktık. Yükseklik çok fazla değildi, içeride eğilerek ancak dolaşıyorduk, duvarların başlangıç derinliğine kadar kazarsa iyi olacağını söyledim ve İzmir’e döndüm. Bir hafta sonra bir telefon geldi, “Abi, duvarın temelini buldum, yarım metre aşağıda sağlam bir taş duvar var”. Doğru olmalıydı, zamanında eğimli olan bahçede bir kademe elde edebilmek için oldukça kalın bir taş duvar yapmıştık. “Zemini olduğu gibi yarım metre indirirsek içeride rahatça yürünebilir, bir pencere, kapı yaparsak bahçeye çıktığımızda zaman zaman oturabiliriz.” Fikir çok hoşuma gitti, bu kez duvarların iç yüzüne beton perde planladık, duvar kalınlığı elli santim oldu, hem bina çok güçlendi, hem de kısıtlı da olsa bir yaşam alanı kazandığımız için devindik.

İş bu kadarla kalsaydı, konu edilecek bir şey olmazdı, Sinan’dan birbiri ardına telefonlar gelmeye devam etti. “Abi, ortaya bir duvar yaptım, iki oda çıkardım”, “Girişe bir mutfak tezgâhı yaptım”, “deponun yerine bir banyo tuvalet yaptım”. Derken ortaya gördüğümde inanamadığım bir ev çıktı. Kapının girişinde iki metrekarelik bir mutfak, yanında üçbuçuk metrekarelik bir oda, kapının karşısında iki metrekarelik bir banyo tuvalet ve ikibuçuk metreye dört metrelik büyük oda, içinde bir kuzine soba. Görmeden anlatılmaz, son derece minyatür, kullanışlı ve sevimli bir ev çıktı ortaya. Duvarlar elli santim olunca pencereler çok keyifli olmuştu. En alt katta olduğu için sadece ağaçları ve dalları görüyordu, yazları üst katlardan en az beş altı derece daha serin, kışları yine üst katlardan birkaç derece sıcak. Dağ köylerindeki kalın taş duvarlı evlerin ufacığıydı. Üst katlar yaşayanlara fazla fazla yettiği için “küçük ev” sadece sohbet mekânımız olmuştu, sıcak yaz günlerinde de üst katlarda bunalanların kaçtığı yer.

Zamanla İstanbul’a gittiğim günlerde de kuzenim Mehmet’le muhabbet odamız olmaya başladı, her gidişimde bir gün öğleden sonra orada geçmezse o gidişim eksik kalmış sayılırdı. Yine bir kış günü hazırlıklarımızı yaptık, bir büyük rakı, üç beş meze, domates, peynir ve de hamsi! Kuzineyi yaktık, Mehmet balıkları ayıkladı çok az yağla tepsiye dizdi, kuzinenin fırınına verdi. Balık ağıt ağır pişerken biz çoktan muhabbete başlamıştık bile. Mezelerimizle birer dubleyi bitirdiğimizde keyfimiz çoktan yerine gelmişti. Bilgisayarımda devamlı bulunan seçme Türk Sanat Musikisi parçaları çalarken zaman zaman eşlik ediyor, yada sohbet ediyorduk. Biri sorsa anlatamam her seferinde aynı kişiyle saatlerce ne konuşulabilir ki? Ama biz çocukluğumuzdan bu yana beraberdik, ortak geçmişimizden başlar ortak beğenilerimizle devam ederdik. Örneğin Mehmet inanılmaz bir şiirseverdi. Özellikle Türk şairlerinin birçok şiirini ezbere bilir, ezbere bilmediklerinden de birkaç satır bilirdi. Bir gün söz Cahit Sıtkı Tarancı’dan açıldığında şiirleri sıralamaya başladı, ben de aklımda kalanlarla eşlik ediyordum. İlk olarak otuzbeş yaş şiiri geldi, tamamını internetten bulup okuduk. Sonra Mehmet biraz durdu, bir şeyleri hatırlamaya çalıştı, sonra rakısından bir yudum alıp, “bak, bu şiiri çok severim” dedi, arkasına yaslanıp okumaya başladı.

Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah, aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Ben şiir okunurken bilgisayarı karıştırmaya başlamıştım, “biliyorsun” dedim, “bestesi de çok güzeldir”. Yüzüme baktı, “bestesi de mi var?” dedi, “olmaz olur mu? Hem de ne beste, bir dinle bakalım” derken bilgisayardan bulduğum şarkıyı dinlettim. Büyük üstadın, Münir Nurettin Selçuk’un muhteşem eseri soframızın üzerinden ılık bir yel gibi esti geçti. Sıra Beykozlu şairimiz Orhan Veli Kanık’a geldiğinde, en sevdiğim şiirinden yapılan besteyi birlikte söyledik. “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda”, sonra “Gün olur alır başımı giderim”,  ve tabii “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı”.

Olmazsa olmazımız, Nazım’ın İstanbul şiirlerinin birkaç satırı, ama illaki İstanbullu olanlar, buram buram özlem kokan mısralar.

“bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaza doğru,
Nâzım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri!”

“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın...”

Hayranı olduğum “Kuvayı Milliye” destanının “8. Bap”ını Devlet Tiyatrosu sanatçılarının sesinden dinledik. Tamamını defalarca okumuş ve dinlemiştim ama iki bölümü vardı ki sıra oraya geldiğinde nedense her seferinde gözlerimin dibine iki damla yaş gelir oturur. Yine öyle oldu, kocaman iki adam biri sedirin bir köşesine yaslanmış, biri kuzinenin yanındaki mindere oturmuş o bölümleri bağıra çağıra birlikte okuduk.

“Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
                      Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.”

“Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
                      ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
                      yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
                  nalların,
                             ellerin
                                      ve gözlerin pırıltısı
                ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
        “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
          Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
                                      bu memleket bizim.

      Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
      ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
                             bu cehennem, bu cennet bizim.

      Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
      yok edin insanın insana kulluğunu,
                                 bu dâvet bizim...

     Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
     ve bir orman gibi kardeşçesine,
        bu hasret bizim...”

Nazım’dan sonra söze, sohbete, şiire biraz ara verdik, sesimizi soluğumuzu dinlendirdik ama ruhumuz coştu bir kez, susmak olur mu? Kısa bir süre sonra kaldığımız yerden devam ettik. Söz nereden geldi hatırlamıyorum, “Gurbet o kadar acı ki” şarkısı radyoda anons edilirken söz yazarı Türkan Şoray olarak duyurulmuş, sunucu “Buruk acı” ile karıştırmış olmalı. Mehmet öfkeyle söylendi,
“Ayıptır, bu söz Kemalettin Kamu’nundur, o güzel şiire ve şaire saygısızlıktır”.
Sonra kendiliğinden birkaç kelime döküldü ağzından,
“Varsın bir yudum su veren olmasın, biri bana "su yok" desin”.
Durdu, gerisi gelmedi, “tamamını hatırlayamadım şiirin, ama çok güzeldi” dedi.
Neyse ki internet imdadımıza yetişti, önce Kemalettin Kamu’yu buldum, sonra kelimeleri benzeterek “Kimsesizlik” şiirini buldum, son kıtası aynen aklında kaldığı gibiydi.

Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana "su yok" desin de

Sonra benim aklıma dostlarım geldi, o anda aklıma kim gelirse aradım, havadan sudan konuştum. Onlar da bilirlerdi zaten, “yine Beykoz’da mısın?” “Evet, çok ta keyifliyim”. Derken Sinan katıldı aramıza, sohbet onunla devam etti. Şiirlere ara verince sevdiğimiz şarkıları dinlemeye başladık. Mehmet’in çok sevdiği birkaç şarkıyı en başa almıştım. “Fariğ olmam meşrebi rindaneden”, “Kırdın ümidimi, yıktın şu gönül lanesini”, “Gönlümün ezhar içinde gül gibi dildarı var”, hele bu son şarkıyı öyle çok sever ki, çoğu zaman şiirlerin anlamını öğrenmek için sözlükler karıştırırken, her dinlediğinde “bu şarkıyı öylesine seviyorum ki, kelimelerin anlamını öğrenmek istemiyorum. Gönlüme bu kelimelerle yerleşti, belki de anlamını öğrenirsem sevgim azalır” der.

Tabii konuştuklarımız sadece şiirde kalmadı, futboldan, siyasetten, konudan konuya atlayarak saatleri geçirdik. “Küçük ev”in dışında iki dubleden fazla içmez, iki saatten fazla masada oturamazken, bir büyük bitmeye yüz tutmuştu bile, dört saatten fazladır, oturuyorduk. “Yolluk”larımızı koymuş, günü noktalamaya hazırlanırken, keyfim yüzümden, gözümden okunuyor olmalıydı ki, çok sıradan bir şey söylüyormuş gibi, Mehmet’in ağzından bir dize döküldü:

“Bu gün yaşanmış günler hanesine bir gün yazdın galiba”
Bir an bakakaldım, “efendim” dedim, tekrar etti,
“Bu gün yaşanmış günler hanesine bir gün yazdın. Öyle değil mi?”
“Hem de nasıl, en önemlisi bu söz öylesine yakıştı ki, devamı var mı? Biliyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum, nereden duyduğumu da hatırlamıyorum.”
“Ben bu satırı kullanabilir miyim?”,
“Elbette, niye kullanmayasın ki?”

İzmir’e döndükten sonra günlerce bu satır aklımdan hiç çıkmadı, sadece bir cümlenin anlamı değildi, beni büyüleyen. Daha önceleri de olduğu gibi o gün “küçük ev”deki duygularımı birkaç kelime ile anlat deseler ve yıllarca düşünsem bu cümleyi kuramazdım. Çok kısa zaman içinde kelimeler, mısralara dönüştü, mısralar şiire dönüştü ve en sevdiğim şiirlerimden biri ortaya çıktı.

bugün
gözlerimin önünden
dostlarım geçti birer birer
unuttum sandıklarım
gün be gün anılarım
sararmış sayfalarda kalan dostlar
bir bir geldiler karşıma

sonra,
bir kadeh biriyle,
bir kadeh diğeriyle,
saatler saatlerce,
yaşadık birlikte,
eski günleri.

bir çınar gölgesinde,
bir vapur iskelesinde,
arnavut kaldırımı bir yokuşta,
rastladık birbirimize.

şimdi,
saat gün batımında,
anılar ufuklarda,
son kadeh dudaklarda,
yaşandı tükendi bir gün daha.

Bugün,
yaşanmış günler hanesine,
bir gün yazdım

Şiirimdeki her kelime ya bir gerçeği anlatıyordu ya da bir anısı vardı. Dostlarım gerçekten gözlerimin önüne gelmişti, sanki onlarla bir aradaydım.  Beykoz vapur iskelesi, çocukluğumun geçtiği Arnavut kaldırımı yokuşlar, çayırdaki çınarlar hepsi, hepsi gerçekti, yaşamımın bir parçasıydı. Saat gerçekten gün batımındaydı, hele o gün o son kadeh dudaklarımdayken mutlu, keyifli bir günün sonunu  bütün ruhumla hissetmiştim. Bir gün daha geçmişti ama yeniden tekrar tekrar yaşamak istediğim bir gün. Elbette benzerlerini yaşadım ama o gün bir başkaydı, “yaşanmış günler hanesine bir gün yazmanın” ne kadar güzel bir şey olduğunu ilk kez iliklerime kadar yaşamıştım.

Sonra bu şiirim bir beste oldu, tamburumla kendim çaldım, kendim söyledim, elbette sevgili eşimle birlikte. Bazen de dost gruplarında dilimden dökülüverdi, kâh şiir olarak, kâh şarkı olarak. Dilerim herkesin “yaşanmış günler hanesine” ekleyecek çok günü olur.

Bazen hayatta insanın akrabaları sadece akrabadır, ama bazıları vardır hem akraba hem de gerçek dostturlar. Bu anıyı onlardan ikisine, “Küçük ev”imize büyük emek veren, yoktan vareden kardeşim Sinan Akbaşak’a, “Küçük ev”imize alın terini akıtan ve dost muhabbetlerimin vazgeçilmez ortağı kuzenim Mehmet Yavrutürk’e adıyorum.

Katkım olan kitaplar sayfası