Fırında Geyik

Metin her zaman olduğu gibi yüzünde sempatik gülümsemesiyle kapıdan girdiğinde Ömer masasının arkasında günlük hesaplarını kontrol ediyordu. Gün sona ermeye yakındı, hesaplar kapatıldıktan sonra akşam sohbeti başlayacaktı. Bir süredir adet haline gelmişti, saat altı civarı olduğunda müdavimler yavaş yavaş gelmeye başlıyordu. Genellikle olduğu gibi ilk gelen Metin’di, saatli bir işte çalıştığı için beşte mesai biter bitmez soluğu Ömer’in nalbur dükkânında alırdı. Çalıştığı fabrikada tesisat işlerine bakıyordu. Şimdi neredeyse hatırlamadığı bir nedenle Ömer’le tanıştığından bu yana iyi arkadaş olmuşlardı. Gerçi Ömer Metin’le sık sık eğlenir, bazen hayli ağır sayılacak şakalar yapardı ama Metin pek alıngan olmadığı için üzerinde durmazdı.

Çalışkan adamdı ne iş olursa olsun hiç şikâyet etmeden ne iş verilirse yapardı. Mahallede Zeynel’in pek yapmak istemediği cinsten bir iş olduğunda Ömer mesai saatinin dışında bir zaman ayarlar haber verirdi. Zaten sınırlı bir ücretle çalıştığı için bu ek işler çok sevindirirdi. Parası hep sınırlı olduğu için asla yüzsüzlüğe vurmadan, pek de hissettirmeden bulduğu her fırsatı da değerlendirmekten geri kalmazdı. Hazır bir masa gördüğünde de yan yan sokulur gülümseyerek, espriler yaparak ekmekten bir parça koparır, ne yeniyorsa dalardı.

Sevimli gülümsemesiyle selamını verdi:
“Selamünaleyküm”

Ömer kapı sesini duymasına rağmen başını kaldırmamıştı, nasıl olsa bu saatte gelen yabancı biri olmazdı. Ama gelenin Metin olduğunu görünce şaşkınlığını gizlemedi.
“Aleykümselam da, sen niye geldin, hani bugün sana bulduğum işi bitirecektin?”

Metin’in gülümsemesi biraz daha yayıldı, hiç bozuntuya vermeden yanıtladı.
“Ne yapayım, kadının annesi mi ne gelmiş, bugün evde dağınıklık istemedi, haftaya gideceğim.”

Aslında bugün onun gelmesini hiç istemiyordu, bir gün önce inşaat yaptıkları site inşaatının sahibi olan “baba” lakaplı Murat Hocaoğlu arabanın arkasına temizlenmiş, ayrılmış koca bir yaban domuzu gövdesi getirmiş, Ömer’e emanet etmişti. “Aman” demişti, “Kimseye yaban domuzu demeyin, konu komşunun dilinden kurtulamayız.” Sonra da koca et gövdesini nasıl pişireceklerini düşünmeye başlamışlardı. Ellerindeki tencere ya da tepsiye sığmazdı, hem kolay da olmazdı zaten orada pişirmek. Tek çare büyük bir tepsiye koyup fırına vermeleri gerekliydi. İyi de etin rengi, biçimi çok farklıydı, kuzu koyun eti için çok büyük parçalardı. Dana etine göre de çok kırmızıydı. Fırıncı yıllardan beri her şeyi pişirdiği için normal bir et olmadığını hemen anlardı. Derken akıllarına bir kurnazlık geldi iki sokak ötede ara sıra bir şeyler gönderdikleri bir fırın vardı, fırıncı da kafa dengi bir adamdı. Daha az zararlı olacak bir yalan bulmaları gerekiyordu, buldular da. Kesinlikle domuz diyemezlerdi, duyulması halinde fırının müşterisi bir daha uğramamak üzere kaçardı. Geyik vurulması yasaktı ama sadece yasaktı, günah değildi, insanlar hiçbir zaman günahtan kaçtıkları kadar yasaktan kaçmıyorlardı, hatta yasağı çiğnemek bazen yiğitlik de sayılabilirdi. Fırın ücretini de bol keseden verirlerse hiç sorun olmazdı. Gündüzden eti tepsiye yatırmışlar, soğanını, domatesini, biberini de yanına dizmişler sonra da fırının yolunu tutmuşlardı.

“Bak ustam, sen bizim dostumuzsun, ‘baba’ dönerken bir avcıdan geyik eti almış, aslında almaması gerekirdi ama şeytana uymuş almış işte. Senden ricamız kimseye belli etmeden şunu bir hallediver.”

Bir sırrın kendisiyle paylaşılması ve kendine güvenilmesi fırıncının hoşuna gitmişti.
“Sen hiç merak etme, Ömer Bey, benden sır çıkmaz, iki saat sonra gönder birini aldır, ben hakkıyla pişirir, üzerini de güzelce örterim, kimse anlamaz.”

Buraya kadar her şey iyiydi de Metin ne olacaktı. Gerçi bulsa her akşam rakısını içerdi ama cumasını da hiç kaçırmazdı. Rakı dışındaki bütün dini kurallara korku derecesinde bağlı inançlı bir insandı. Ondan başka hiçbir akşam konuğu domuz olmasına aldırış etmezdi yani başka sorun yoktu. Tek çare onu o gün uzak tutmaktı, Ömer uzun süredir bekleyen parası iyi bir işi ayarlamış, işi bitirmeden gelmemesini söylemişti. Paraya da ihtiyacı olduğu için bitirmeden gelmezdi. Gelmediği akşam da domuz etini yerler Metin’i de “günaha girmekten” kurtarırlardı.

Plan iyiydi de beklemedikleri bir aksilik olmuş Metin gelmişti, ne deseler akşam kalmamaya ikna edemezlerdi. Yine de şansını denemek istedi.

“Bak ne diyeceğim, bizim Kemal abinin çatısı akıyormuş, acele ediyordu, sana zahmet bir bakıversen.”

“Yok, olmaz bugün canım iş yapmak istemiyor, hem geçen günkü tavla şakanız aklımdan çıkmıyor, bir hafta oldu hâlâ benimle dalga geçiyorlar, yolu yok bu akşam yaptığınız şakanın acısını çıkaracağım. Haydi, çıkar tavlayı, önce oyun, sonra yemek, tabii ki rakıyla beraber.”

Ömer gülmeye başladı, gerçekten iyi oyun oynamışlardı. Akşam muhabbet saati gelmeden önce yaptıkları tavla partilerinde çoğunlukla eğlenmekten öte parasal iddiaları olmazdı ama Metin son birkaç gündür üst üste kazanınca çenesi çok düşmüştü, havasından geçilmiyordu, iyiydi hoştu da bayağı ölçüyü kaçırmıştı, kısacası bir dersi hak etmişti. Metin eve gidince planlarını yaptılar, ertesi akşam “Bu sefer iddialı bir oyun olsun, kaybeden kazanana bir büyük rakı alsın” diyeceklerdi. Ömer yeni boşalmış rakı şişelerinden birini getirmiş, çeşme suyuyla doldurduktan sonra kapağını büyük bir ustalıkla anlaşılamayacak şekilde uhu ile yapıştırmıştı. Şişenin etiketinin üzerine küçücük bir işaret koyduktan sonra her zaman alışveriş yaptıkları bakkal Bekir Efendi’ye durumu anlatarak teslim ettiler. Bekir Efendi kırmazdı onları, hiç itiraz etmeden dolabın sota bir köşesine yerleştirmişti. 

Ertesi akşam yapılan teklifi hiç ikiletmeden kabul etmişti Metin, günlerdir kazanıyordu, yine kazanırdı, hem bu sefer ucunda bir büyük rakı vardı. Başladılar oyuna, Ömer çok belli etmeden gelen zarları kötü oynamaya, daha doğrusu iyi oynamamaya çalışıyordu. Arada birkaç oyun da aldı ama sonuçta beş üç kaybetti. Çok üzülmüş gibi yaparak “Git Bekir efendiden al rakını” demişti. Ortada şüpheli hiçbir durum yoktu, rakıyı da kendisi alıyordu, zaten daha önce böyle bir durum olmadığı için Metin rakısını alıp evine gitmişti.

Birkaç gün ses çıkmamıştı ama üç gün sonra hışım gibi girmişti “Rezil ettiniz beni, ayıptır bu yaptığınız” diyerek. Meğer havaya girmiş, bacanağını ve bir arkadaşını daha eve çağırmış, hazırladıkları mezelerin başına oturmuşlar, büyük bir gururla, “Bu rakıyı tavlada bileğimin hakkıyla kazandım, haydi buyurun” demiş kapağı açıp rakıları bardaklara doldurmuştu. Ama rakının üzerine ne kadar su koyarlarsa koysunlar beyazlamamıştı. Sonra birinin aklına gelip şişeyi koklayınca her şey anlaşılmıştı. “Rezil ettiniz beni bacanağa da karıya da” demiş de başka bir şey dememişti. Neyse ki uyumlu adamdı, kısa bir süre içinde unutmuştu.

Tam da bu şakanın üstüne bir de domuz eti yedirirlerse bu kez çok kızardı muhakkak, Ömer kısa bir süre düşündükten sonra söylemeye karar verdi.

“Metin, kardeşim gel bir otur, bak sen bugün bizimle yemek yeme sonra üzülürsün.”

“Yemek yemekten niye üzülecekmişim ki? Yine bir oyun oynamaya kalkıyorsanız bu sefer yemezler, o şişenin acısını nasıl olsa sizden çıkaracağım.”

“Bildiğin gibi değil, bu et sana yaramaz, sen beni dinle bu akşam evine git, çorbanı iç. Sana söz yarından sonra öyle bir masa hazırlayacağız ki doya doya içeriz hep beraber.”

“Yok arkadaş bu sefer beni kandıramayacaksınız, ne yaparsanız yapın bu akşam bu masadayım.”

Ömer ne yapacağını bilemeden bir an düşündü, doğruyu söylemeye karar verdi.

“Bu et senin yiyeceğin bir et değil, domuz eti bu, ‘baba’ getirmiş, sen dindar adamsın, senin günaha girmene izin veremem.”

“Yok ya, ciddi misin? Ben şimdi buna inanacağım öyle mi? Siz nasıl yiyeceksiniz peki?”

“Sen bize ne bakıyorsun? Hiçbirimizin böyle bir şeye aldırış etmediğimizi bilirsin, ama sen başkasın. Bak cumalarını kaçırmıyorsun, Ramazan'da oruç da tutuyorsun, senin yememen lazım.”

“Arkadaş ne söylerseniz söyleyin, bu gün hiçbir oyununuza gelmem, aslanlar gibi ne etiyse o, dana mı, koyun mu, ben de yiyeceğim.”

“Benden günah gidiyor ama”

“Tamam arkadaş, sen diyeceğini dedin, beni her gün oynatacak değilsiniz ya”

“İyi geç arkaya Zeynel hazırlığa başladı, yardım et o zaman.”

Metin, nalburun arka tarafında kurulan masanın işlerini Ömer’in devamlı çalışan ustası Zeynel’le birlikte yapar hiç de gocunmazdı. Arkadaki hem depo olarak hem de dinlenme yeri olarak kullanılan alanda çalışma tezgâhının ve rafların arasında kalan bölmede bir masa ve çevresindeki sandalyelerle salaş ama anlayan için zevkli bir ortamdı. Karadenizli olan Zeynel, Ömer’e sadakatle bağlı her işe koşan bir yardımcıydı, aldıkları bütün işleri patronunun gözü arkada kalmayacak şekilde özenle yapardı. Tek başına yaşadığı için iş saati bitse de kalır biraz sonra kurulacak masanın hazırlıklarını yapar, eğer balık yenecekse kimseye bırakmazdı. Nasıl bıraksın ki, bir seferinde hamsi tava yaparken patronunu görmüş tavayı elinden öyle bir kapmıştı ki bir daha kimse eline tava almaya cesaret edemedi.

Bir gün Ömer hamsi almış arkadaşlarının toplanmasını beklerken küçük tüpü yakmış tavaya bolca yağ koyduktan sonra kızartmaya hazırlanıyordu. Tam balıkları tavaya koymaya hazırlanıyordu ki Zeynel ara kapıdan içeriye girdi, hamsilere baktı, tavaya baktı, tavadaki yağa baktı sonra neredeyse zıplayarak tavayı kaptı.

“Abi, napıyorsun, böyle hamsi mi kızarır, yeniden yüzme mi öğreteceksin garibanlara, ver ben kızartayım.”

Ömer tava elinde kalakalmış bakarken söylendi.
“Ne var ki? Nasıl kızaracak ki bunlar?”

“Olur mu abi, hamsi dediğin bu kadar yağda kızarır mı?”

Bir yandan konuşup cevap yetiştiriyor bir yandan tavadaki yağı şişesine geri boşaltıyordu. Tavada hiç yağ kalmamıştı, sadece tabanı ıslanmış gibiydi.
“Hah, işte böyle olacak.”
“Olur mu be, yakacaksın balıkları.”
“Hayır, dikkatle çevirerek kızartırsan yanmaz, onun kendi yağı yeter.”

Gerçekten öyle olmuştu, az yağda kızaran hamsi gerçekten daha lezzetli olmuştu. Olmuştu da o günden sonra balıklar daima Zeynel’in eline bakmaya başlamıştı, gerçi bir şikâyeti yoktu, hem bir iş yaparak oyalanıyor hem de hep davet edildiği akşam yemeğini içi rahat yiyordu. Ne de olsa onun da bir emeği vardı.

Zeynel salatayı hazırlıyordu, karşısında Metin’i görünce bir an şaşırdı, gülümser gibi yaptı. Onun bu halini gören Metin kahkahayı patlattıktan sonra etrafına bakındı.

“Ne o, benden mi saklıyordunuz, geldim işte. İşe gönderip bensiz yiyecektiniz öyle mi?”
“Abi tamam da, gerçekten sen de yiyecek misin?”
“Yeter ama bu kadar numara, evet buradayım ve yiyeceğim.”
“Ama domuz eti, sen, nasıl yani anlayamadım.”
“Geç, geç bunları, yaptınız nar gibi fırında danayı benden saklayacağınızı mı sandınız?”
“Yok abi, gerçekten domuz eti, senin yemeyeceğini sanıyordum.”
“Tamam arkadaş, ne eti olursa olsun yiyeceğim, artık yeter, ben ne yapayım, var mı yapacak bir iş?”
“Yooo, pek kalmadı, işte salata bitiyor, sen masayı hazırla istersen.”
“Kaç kişiyiz? Kimler gelecek?”
“Her zamanki gibi, Ömer abi, sen, ben, baba, Selim abi, ha, bir de belki Hakkı abi gelir.”
“Eee, Kamil yok mu?”
“Doğru ya, o da gelecekti, kaç kişi olduk?”
“Yedi kişi olduk galiba, ulan insafsızlar, bu kadar kişi toplanacaktınız da be niye işe yolladınız ki, ayıptır bu yaptığınız be.”
“Valla benden günah gitti, sen kendin istedin, sonuçlarına da katlanırsın artık, bugüne kadar kıldığın cumalarda, tuttuğun oruçlarda seni kurtaramaz.”
“Helal olsun, hâlâ devam ha, tamam, tamam sen beni merak etme.”

Artık konuşma faslı bitmiş hazırlık başlamıştı, koca bir tepsi salata masanın ortasına kondu, tabaklar, çatallar dizildi, gündüzden alınan rakılar dolapta soğumaya devam ediyorlardı. Tam o sırada Ömer başını kapıdan uzattı,
“Zeynel, et hazırmış, bir koşu alıver, biliyorsun kimseye söz etmek yok, çaktırma.”
“Hemen abi, gidiyorum.”

Metin lafa karıştı
“Neyi kimse çakmasın, n’oluyor?”
“Söyledik ya fırına domuz verdik diyecek halimiz yok, geyik eti dedik, onlar da delikanlılık hesabına idare ediyorlar.”
“Ulan bir de geyik etiymiş ha, ayıp, ayıp, domuz diye beni kandırıyorsunuz bir de.”

Artık kimsenin tartışma istekleri kalmamıştı, hiç ses çıkarmadılar. Bir müddet sonra Selim’le Hakkı beraber girdiler kapıdan. Az sonra da “Baba” ve Kamil geldi. Metin’i her gören önce bir şaşırıyor, soran gözlerle Ömer’e bakıyordu. O da bıkmış bir tavırla,
“Ben söyledim, ama dinlemedi, illaki yiyecekmiş.”
“Ama Metin nasıl yiyecek ki?”

Bu sefer Metin kestirip attı.
“Kimse tek kelime konuşmasın, bu akşam beni kimse bu eti yemekten alıkoyamaz.”

Hazırlanan masanın ortasına domuz eti ortaya yerleştirilmişti. Herkes tabaklarını, çatallarını, rakı bardaklarını önüne çekmiş, yerine kurulmuştu, tabii ilk olarak da Metin. Ömer koca bir bıçakla eti parçalara ayırdı, tabaklara dağıttı. Metin’in tabağına koyarken bir daha uyardı.
“Bak son kez söylüyorum, büyük günaha girmek üzeresin, istersen vazgeç.”
“Tamam abicim, tamam, sen benim payımı ver gerisine karışma. Günah da benim, sevap da.”

Fırında nar gibi kızarmış etin kokusu herkesin iştahını kabartmıştı. Bir an önce başlamak istiyorlardı, bu saatten sonra Metin’in gireceği günah kimsenin umurunda olmazdı. Bir süre hiç konuşmadan yediler, arada “yarasın” diye rakı bardaklarını kaldırdılar. Sıcak etle rakıyı hızlı hızlı içince çakırkeyf olanlar sohbete daldılar. Et gerçekten çok lezzetliydi. Metin bir yandan etleri parçalıyor, bir yandan da rakısını yudumluyordu, bitene kadar hiç konuşmadı. Sadece arada bir “Ulan insafsızlar, bu güzel eti bensiz yiyecektiniz. Yok domuzmuş da, yok günahmış da, yemedim işte numaranızı. Ooooh pek de güzelmiş” diye söyleniyordu.

Sonunda yemek de bitti, rakı da bitti, muhabbet de bitti. Üstüne Zeynel’in yaptığı kahveleri içtiler. Sonra birer, birer vedalaşıp evlerinin yolunu tuttular.

Ertesi sabah Ömer, “Baba” ve Selim dükkândaydılar. Dün akşamın güzelliğini konuşurlarken kapı açıldı, Metin yüzü gözü kıpkırmızı içeri daldı, daha doğrusu dükkânın ortasına düştü.

“Siz bana dün akşam ne yedirdiniz?”
“Domuuuz…”
“Deli misiniz, ben Müslüman adamım, bana domuz yedirilir mi, ayıp değil mi bu yaptığınız?”

Herkes Metin’in suratına boş gözlerle bakarken, Ömer dayanamadı, kahkahayı patlattı.
“Biz sana defalarca, ‘bu domuz eti senin yememen lazım’ demedik mi? Sen de bizimle inatlaşır gibi masanın başına herkesten önce oturup yumulmadın mı? Hem tam tabağına koyarken tekrar uyarmadım mı?”
“Yaa, beni kandırıyorsunuz diye düşünmüştüm, yani gerçekten domuz eti miydi?”

Hepsi birden yanıtladı:
“Eveeeeet!”
“Ben mahvoldum, nasıl temizlenir ki bu günah şimdi?”

Baba, şaşkın gözlerle sordu:
“İyi de dün akşam hiç sesin çıkmamıştı, ne oldu da anladın domuz olduğunu?”

“Gece rüyama ak saçlı, aksakallı bir dede girdi. Parmaklarını sallaya sallaya üstüme geldi, bana ‘Utanmıyor musun sana haram olan domuz etini yemeye’ dedi. Nasıl uyandım, bilmiyorum. Buraya gelene kadar dua ettim, ‘İnşallah domuz değildir’ diye. Ama baksanıza siz de böyle söyleyince ne diyeceğimi şaşırdım. Ama ayıp bu yaptığınız, atsaydınız beni dışarı da yememe izin vermeseydiniz.”

Ömer, ciddi bir tavır takındı.
“Yoo, bak o kadar da kıyamayız, hiç atar mıyız seni dışarı?”

Metin başka bir şey söylemedi, herkese dokunaklı gözlerle bir daha baktı. Sonra hiçbir şey söylemeden arkasını döndü, çıktı. Kapıyı sessizce kapattı. Uzun süre de ortalıkta görünmedi.