Empati


Beşinci kitabının tanıtım günüydü, çok güzel hayaller kurmuştun. İster bir olsun, ister beş, ister on, kitapları yazan insanın yavrularıdır. TV programı yaptığın yıllarda sorardın yazarlara, “Hangi kitabınızı en çok seversiniz?” diye. Genellikle aldığın yanıt hep aynı olurdu, “Hepsinin yeri ayrı, birbirinden ayıramam.” Senin için de aynı şey geçerliydi, çok emek vermiştin. İki yıl boyunca elliye yakın kitap okumuş, yüzlerce kilometre araştırma gezisi yapmıştın. Sonunda tamamdı, istediğin dilediğin gibi olmuştu.

 Tanıtım ve imza günün çok güzel geçmişti, salon tamamen dolmuştu. Ayakta kalanlar da vardı, baktın salona gururla gülümsedin, belli belirsiz mi? Yok değil, “Yüzünde güller açıyor” derler ya, öyle işte… Aslında gelmesini beklediğin çok arkadaşın vardı, “Gelselerdi ayakta kalırlardı” diye düşündün. İzleyenlerin ayakta kaldığı bir etkinlik… Ne muhteşem bir düşünce ama biraz da haksızlık değil mi? Hem yanında olmaya gelecekler hem de ayakta kalacaklar. Yok, haksızlık olurdu böylesi, “Bir başka etkinliğe gelirler” dedin, kendi kendine. Gelenlerin verdiği mutluluk yeter de artardı bile… Hayatının ender yaşadığın güzelliklerinden birini yaşıyorken…

Ertesi gün bir şey takıldı aklına, yıllardır birlikte olduğu bir dernekten hiç kimse gelmemişti. Çok mu önemliydi… Evet, öyleydi elbette. Tam on iki yıl başkanlığını yaptığın bir dernek… Üstelik artık çoktan çekilmeni, bırakman gerekirken, artık senin yaşına göre iyiden iyiye gençleşen diğer üyeler, “Sen ağabeyimiz olarak yanımızda, başımızda ol, bir gereken her şeyi yaparız” demişken. Hiç biri gelmemişti, hiç olmazsa temsilen bir kişi gelse de, “Herkes gelemedi, ama ben geldim, arkadaşlarımın adına…” deseydi. Gün geçtikçe bu duygu daha ağır gelmeye başlamıştı. Durup dururken bir şey söyleyemezdin, olmazdı, bekledin… Bir gün dernek olarak önemli bir ziyaret yapmanız gerekiyordu, toplandınız, görevinizi yerine getirdikten sonra alt kattaki çay ocağında oturup sohbet edecektiniz. Çaylarınızı daha yeni yudumlayken dayanamadın, sözü imza gününe getirdin.

“Ben sizin yıllardır arkadaşınız, ağabeyinizim, biliyorum çok yoğun çalışıyorsunuz. Yine de çok isterdim hiç olmazsa aranızdan bir kişi gelip, yanımda olsaydı.” Hiç beklemiyorlardı böyle bir tepkiyi. Hepsi birden sus pus oldular. Durmadın, devam ettin, “En yakınımda hep siz varsınız, orada da olmalıydınız.” Hak verdiler, doğruydu söylediğin, mırıldanarak, “Bilemedik, hiç birimiz gelmedik, söyleyecek sözümüz yok” dediler. “Gelmeliydik seni yalnız bırakmamalıydık” dediler. “Yalnız değildim” diye yanıtladın, “Siz yoktunuz, eksik olan sizdiniz…” Büsbütün başları öne eğildi, bardaklarında kalan son yudumu aldılar, belli ki konu değişsin diye bekliyorlardı. Olmadı, hızını alamamıştın, devam ettin söylenmeye, “Bak, İstanbul ve Bursa’dan duyan arkadaşlarım, hem telefon ettiler hem de çalışanlarına dağıtmak üzere kitap imzalattılar. Sakın yanlış onlamayın, kitap almanız için söylemiyorum bütün bunları. Zaten artık size bu anlamda kitap vermemem gerekir. Zorla vermiş gibi olurum.”

Daha konuşacak mıydın, bilinmez. Karşındaki arkadaşlarından biri gülümseyerek sözünü kesti; “Abi, yeter, gömdün bizi. Daha fazla ezme.” Birden sustun, arkadaşlarına baktın, her birinin yüzünde ezik gülümsemeler, mahcup bakışlar vardı. Düşündün, evet doğruydu, sitem etmek başka bir şey, karşısındaki insanı ezip geçmek başka bir şeydi.

Aklına yıllar önce siyasi bir atışma gelmişti. Muhalefetten bir grup, iktidarın yaptığı bir hatayı belirlemiş, haklı olduklarını bildikleri için de yerden yere vuruyorlardı. Aslında her zaman bir gerekçeyle hatalarını yok göstermeye alışkın olan iktidar sözcüsü bile fazla bir şey söyleyemiyordu. Durmuyordu muhalefet, artık neredeyse acımasızca vurmaya başlamıştı ki, bir ses duyuldu. “Her insan hata yapar, bu kadar çok yüklenerek bizim hata yapabilme hakkımız gasp ediyorsunuz.” O gün anlayamamıştın belki de bu sözün anlamını. Her ne kadar siyasi amaçla söylense de, olması gerektiğinden çok fazla pişkince bir söz olsa da özünde doğruydu. Sonraları düşünmüş ve doğru bulmuştun… “İnsanların hata yapma hakkı…” Gerçekten var mıydı böyle bir hak. “Olmalı” demiştin kendi kendine, “Suiistimal etmeden, hiç kimsenin hakkını yemeden ve gerçekten insani bir hata olmak kaydıyla, insanın insan olma özellikleri içinde kalarak, olmalı, olabilmeli…”

Sonra yine başka bir grup takılmıştı aklına, o daha uzun soluklu bir birliktelikti. Elbette temsil edenler zaman içinde yerlerini yenilerine bırakmış olsalar da orası hep denin tanıdığın, bildiğin kurumdu. Üstelik yine sen yaş aldıkça oradakiler doğal olarak gençleşiyorlardı. “Sitem etme hakkım var” diye düşündün ve ilk karşılaşmanızda aklındaki tepkiyi verdin. “Bilemedik” dediler, “Hay Allah! Bizden kimse gelmedi mi?” dediler, benzer şeyler söylediler. Yine aynı şeyler olacaktı ki dernekte karşılaştığın yanıt geldi aklına, sustun… Sonra düşündün, “Susmakla hata mı ettim” diye. Yok, etmemiştin, bu sefer kimse kimseyi ezmedi, üstelik haklı olma gücü sende kaldı, duruyor. Ne zaman tekrar karşılaşsanız yaptıkları hatayı düşünecekler ama daha insani olarak, ezilmemiş, hatanın karşısında darbe almamış olarak. Aranızda hep sessiz bir duygu alışverişi olacak, konuşmadan, dillendirmeden… “Evet, böylesi daha iyi” dedin, şimdi daha huzurlusun.

Yakınlarda olan bir başka olay… Gezi grubunuzun yeni bir etkinliği var, bir gezi düzenliyorsunuz. Çok güzel bir bölge bulmuşsun, el değmemiş değil ama çok az bilinen. Hemen haber saldın arkadaşlarına, “Haydi” dedin, “Bu gezide birlikte olmalıyız, beraber görüp, birlikte yaşamalıyız” dedin. Çok mutluydun, yaşam sayfalarınıza yeni bir yaprak ekleyecektiniz… Duyan her arkadaşın, “Ne iyi yapmışsın böyle bir yeri seçmekle” diyordu.

Bir anda en sevdiğin arkadaşlarının birinden bir tepki geldi. “Ben bundan sonra aranızda olmayacağım.” Birden için “cız” etti, tahmin ettin ya da hissettin… Geçen yaz özel bir gün yaşamıştı o arkadaşın, herkesi, hassasiyetle, kimseyi atlamadan davet etmişti. Düşündün bir an, evet, o günlerde, nedeni yok, nedensiz, kasıtsız, ihmal etmiştin, ilgilenmemiştin. Sadece daha yakınlardaki bir arkadaşına, “Sen gidiver, adımıza orada bulunmuş olursun” dedin. Yeter miydi, iyi biliyorsun, yetmezdi. Sonra tekrar düşündün, “Galiba bütün arkadaşları aynı şekilde davrandı, kimse ilgilenmedi.” Peki, şimdi aklına çivi gibi çakılan bu konuyu o zaman neden düşünmedin? “Gerçekten bir nedeni, gerekçesi, haklı bir tarafı yok” dedin kendi kendine, öyle oluverdi birden.

Çekinerek telefon açtın, ilk sözcüklerle de anladın, aklına gelen gibiydi olay ve tepki… Arkadaşın zarif sözcüklerle başladı aslında konuşmaya, kırmamaya özen gösteriyordu. Konuşma ilerledikçe, kırgınlık belirginleşti, tepkinin sertliği de. Söyleyecek sözün yoktu, uzun süre sustun ama arkadaşın belli ki çok dolmuştu, dur durak bilmeden bir şeyler söylüyor, söylüyordu. Hatta arada bir cümle seni çok üzdü, ezdi… “Olmaz olsun böyle arkadaşlık, vurdumduymazlık bu…” Haklı mıydı, elbette haklıydı. Ama “Adaletin bir terazisi olmalıydı.” Öyle geçti aklından… Yasalarda her suçun cezası ayrıydı, suç ve ceza oranı diye bir şey vardı. İnsan öldürene müebbet hapis verilirdi elbet, peki nefsine hâkim olamayıp çok kızdığı birinin suratına bir yumruk atana, hatta evire çevire döven birine de müebbet hapis verilir miydi? Olmamalıydı… Belki dedin, o dövülen kişinin oğlu olsan, babası olsan içinden çok şey geçerdi, hatta daha ağır düşünebilirdin. Empati kurmaya çalıştın ama yine olmadı, tepki ağır gelmişti, çok ağır…

Yine aklına yıllar öncesinden bir anı geldi. İlk çalışma yıllarında bir şantiyede arkadaşlarından biri ölümlü kaza yapmıştı. Sen amiri olarak hep yanındaydın, hem kazaya kurban gidenin babasını teselli ediyordun hem de kaza yapan arkadaşını. Çok zor bir ortamdı, kime ne söyleyecektin ki… Derken baba nispeten sakinleşmiş bir şekilde söze girdi, hatta arkadaşını teselli eder gibi başladı cümleye. Umutlandın, “Nihayet acısına rağmen sakin kalmayı başaracak galiba” dedin ama cümle tamamlandığında tüylerin diken diken olmuştu. “Olabilir” demişti acılı baba, “Herkes hata yapabilir, sallandırırsın birkaç tane şoförü, diğerlerine ders olur.” Ateş düştüğü yeri yakıyor, o anda ne dese haklıydı acılı baba. Peki, bire bir doğru muydu? Bilinmez ki o anda yaşanan duyguların, ağızlardan çıkan sözcüklerin bir oranı olmuyordu demek.

Sonra zaman ilerledikçe düşündün, “Bana böyle bir şey yapılsaydı, ben ne yapardım?” Serinkanlı ve sakin olmaya çalışarak düşündün, belki de benzer şekilde davranırdın. Kendine kızdın, “Ben de böyle davranacaksam neden arkadaşımı anlamaya çalışmıyorum ki” dedin. Biraz daha düşündün, “Peki, her şeyi siler miydim? Bütün bir geçmişi yok eder miydim?” sorusuna hemen bir yanıt bulamadın. “Yapamam, ne kadar kızarsam kızayım, kırılırım, gücenirim belki soğukluk girer ama tamamen silemem” dedin daha sonra. Bunlar gerçek düşüncelerin mi? Onu sen bileceksin, herkesin vicdanı kendine adil çalışır. Zamana bırakabilmek zordur ama en doğrusudur.

Kırılan bir kol tedavi edilebilir ama kırılan duygular tedavi edilir mi, eskisi gibi olur mu? Ne zor sorular bunlar… Ne zaman yaşadığına, ne zaman yanıtladığına bağlı, doğru bir tane değil, olmamalı. En doğru da en yanlış da tartışılabilir olmalı.

Bir konuyu atlamaman gerekli, belki de sen en eski arkadaşı olduğundan olsa gerek sana karşı çok yumuşak. Sana da çok kırılmış gücenmiş olsa bile seni gezi grubunuzdan ayrı tutuyor. Yeter mi? Galiba yetmiyor değil mi. Siz hepiniz yılların arkadaşısınız, senin nispeten de olsa ayrı tutulmuş olman içini rahatlatmıyor. Üstelik kendine görev biçiyorsun, “Önayak olmalı, bu ihmalin önüne geçmeliyim” diye. Gerçekten öyle mi? Ne fark eder ki, klasik bir romanda geçtiği gibi, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” duygusu öne çıkıveriyor. Bu grubun ayakta kalması için çok şey yapmaya çalıştığını düşününce kendini rahat hissetmen de pek kolay değil.

Kitap toplantın örneğiyle bu son olay birbirine eş değer mi? Değil elbette… Çağrışım yaptı, anımsadın sadece.

Her şeyi silmek, ezici sözlükler kullanmak… Belki bir anda ağızdan çıkıveriyor ama kesinlikle çok can acıtıyor…

Canın acıyor, hak etmedin…

M. Osman AKBAŞAK
10 Ocak 2019