Deprem, her yerde aynı


İÜlkemizde depremi konuşmadan önce Ağustos’un son günlerinde İtalya’da yaşanan deprem üzerine yazılanlara bakalım mı?

“İtalya'nın orta bölgesinde bulunan dağlık Perugia kentinin güneyinde meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki depremde hayatını kaybedenlerin sayısı 240'ı aştı, yaralarının sayısı ise yaklaşık 400.

Çarşamba yerel saatle 03.36’da meydana gelen depremde enkaz altında kalanları kurtarma çalışmaları sürüyor. Çalışmalara yaklaşık 4 bin 300 kurtarma görevlisi katılıyor.

İtalya Başbakanı Matteo Renzi dün yaptığı açıklamada ölü sayısının artabileceğini ifade etmişti.

Yıkıntıların altında sağ kalanlar aranıyor.

En çok hasar gören yerlerden biri de tarihi Amatrice kasabası. En az 86 kişinin öldüğü kasabada, binaların dörtte üçünün yıkıldığı belirtiliyor.”

Nasıl, ülkemizde herhangi bir deprem sonrasında yazılanlara benziyor mu? Neredeyse aynı…

Marmara depreminin sabahında gazeteler aynı başlıkları atmışlardı. İstanbul dışındaki hasar bilgileri henüz basına ulaşmamış, sadece İstanbul’daki durum göz önüne alınarak duyurulmuştu. Hiç unutmuyorum, “Ölü sayısı 50 civarında, artmasından korkuluyor.”

Demek ki, koşullar benzeyince sonuçlar da birbirine benziyor. Gerekli teknik hizmeti almadan başlamış, asgari düzeyde özen gösterilmemiş yapıların bulunduğu bölgelerde deprem sonrası feryatlar neredeyse hiç değişmiyor.

Birçok deprem bölgesini görmekten başka Marmara depremini çok yakınında, İstanbul’da yaşadım. Gece yarısı sarsıntıyla uyandığınızda o büyük panik, telaş daha önce bildiğiniz ya da bilmediğiniz herhangi bir davranış biçimini uygulamanıza izin vermiyor. Daha doğrusu siz kendinize gelene kadar iş işten geçiyor, sağ ve sağlam atlattıysanız sorun yok ama asıl felaket ondan sonra başlıyor. Hasar gerçekleştiyse ve yaşıyorsanız enkazdan çıkma çabası her halde en büyük kâbus haline geliyor.

Yine gözlemlediğim Gölcük’te kaba bir istatistikle yapıların yarısı çatlaktan enkaza kadar hasar almasına rağmen diğer yarısı ayaktaydı. Peki, neydi aynı bölgede aynı malzemeyi kullanmış olan yapılardaki davranış farklılığı. Bir de aynı site içindeki benzer binalardan bir kısmının yerle bir olmasına rağmen bir tanesinin neredeyse dimdik ayakta durmasının mantığı. Bence tek faktör var, “insan faktörü.”

Şimdi biraz açalım mı “insan faktörü”nün ne anlama geldiğini…

İlk olarak saygı, yaşama hakkına saygı, bilime saygı, teknolojiye saygı… Amaç sadece günü kurtarmak değilse ki olmamalı, geleceği düşünmemiz birinci koşul. Gelecekteki sağlıklı, güveni yaşam için ne gerekiyorsa yapılmalı. Konumuz deprem olduğuna göre ve de depremin karşılığı yapıların yıkımı olduğuna göre yaşadığımız tüm mekânların güvenli olmasını sağlamak zorundayız.

İşte tam burada mühendislerle ve ilk aşamada inşaat mühendisleri ile tanışmak, tanışmak yetmez güvenmek gerekiyor. Yeni bir yapı yapacaksanız iş nispeten kolay, baştan tanışır ve sırtınıza dayarsınız olur biter. Eğer bitmiş bir yapı, daire alacak ya da kiralayacaksanız iş biraz daha zor, aslında zor değil ama alışkanlıklarımız birçok şeye engel oluyor. Kaç alıcı veya kiracı oturacağı evin projelendirmeden yapım aşamasına kadar geçen süreci inceler ki…

Artık sözü biraz toparlayalım, depremden korkmamak, sağlıklı yapılarda yaşamak için izlenecek yol bellidir ve hiç de zor değildir. İnşaat mühendisi olmadan yola çıkılamayacağını bilip tüm adımlar bu düşünce ile atılmalıdır. Yaşadığımız yılların hatta yüzyılın getirdiği teknolojik gelişmeler her faktörü göz önüne alarak hesap yapabilmeyi olanaklı duruma getirmiştir. Mühendisliğin temel ilkesi olan “En az maliyetle en güvenli yapıları yapma” mantığına göre yıkılmayacak binayı yapmak değil ama asla içindeki canlıların yaşamını tehlikeye atmayacak en ağır koşulda bile sağ ve salim bir şekilde dışarı çıkaracak yapıyı yapmak kesinlikle mümkündür. Mühendisinize güvendiğiniz takdirde böyle bir projeye sahip olabilirsiniz. Biz inşaat mühendisleri bunun için eğitim gördük ve belki daha da önemlisi yıllarca gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdan gerekli dersleri çıkararak belli bir seviyeye geldik. Bu güne değin yaşanmış ve yaşanması olasılığı bilinen depremlerde projelendirdiğimiz yapılarda canlılar depremden etkilenmezler en kötü durumda sağ ve sağlam olarak yapıyı terk ederler. 

Sadece iyi proje yaptırmakla yapıyı kurtarmış oluyor muyuz diye sorarsak yanıt elbette “hayır” olacaktır. Yazımızın başında söz etmiştim, Gölcük’te yaşanan 1999 depreminde yapıların tamamı artık gerilerde kalan 1975 yönetmeliği ile yapılmıştı. Yıkıma neden projeden kaynaklanan hataların dışında en önemli etken “insan faktörü” dediğimiz uygulamadan kaynaklanan hasarlardı. Bir site içinde aynı projeyle belki aynı müteahhitle yapılmış beş yapıdan dördünün tamamen yerle bir olmasına rağmen birinin ayakta kalmasının tek nedeni uygulama farklılığı olmalıdır. Büyük olasılıkla inşaat demirinin kurallarına uygun bağlanmış olması, betonun asgari özenle dökülmüş olması ve taşıyıcılığını kazandığı zamana kadar uygun koşullarda bakımının yapılmış olması yapıyı dolayısıyla içinde yaşayan onlarca kişiyi hayatta tutmaya yetmiştir. 1998 yönetmeliği sonrasında odamızın açtığı usta eğitimlerinden birinde etriyenin kurallarına uygun bağlanmasının nasıl yapıyı kurtardığını anlatırken yaşlı bir ustanın söylediklerini yıllardır unutmuyorum. “Bize bunu öğretselerdi böyle yapardık, ustamızdan ne gördüysek onu uyguladık, bilemedik.”

Uygulamanın sağlıklı yapılmasını sağlayacak en iyi ve geçerli yöntem “Yapı Denetimi”dir. 1999 depreminin hemen arkasından önce KHK ve ardından 4708 sayılı kanunla yaşamımıza giren aynı kanunla kurulmuş olan Yapı Denetim Kuruluşları öncelikle projelerin denetimi ardından çok daha önem taşıyan uygulamanın denetimini yaparak yapıların güvenilirliğini sağlarlar. Sancılı da olsa inşaat piyasasında yerini almış olan Yapı Denetim Kuruluşları yapıların ve yaşayanların garantisidir.

Elbette pek çok ayrıntının bir araya gelmesiyle denetim sağlıklı yapılabilir. Yapı denetiminin ilk yıllarında birçok kez asgari koşulları sağlamayan beton ve inşaat demirini geri gönderdik, bu arada ciddi tartışmalar yaşadık. Son yıllarda artık niteliği yeterli olmayan beton ve demirden söz etmek mümkün değil. Ustalarımız yapmaları gerekenleri çok daha iyi öğrendiler ve öğrenmeye devam ediyorlar. Ana malzeme olan beton ve demirin dışında her yıl yeni malzeme gruplarının standartları güncelleniyor ve denetim altına alınıyor. En az deprem kadar önemli olan ısı kayıplarının önlenmesi dolayısıyla enerji tasarrufu sağlanması konusunda da yeterli alışkanlıkları sağlamaya başladık.

Ancak hâlâ alışamadığımız bir kavram var, bütün yapı sahiplerine yapı denetiminin onlar için yaşama geçtiğini ve onların ya da yakınlarının yaşam garantisi olduğunu yeterince anlatamadık. Birçok yapı sahibi yapı denetiminin müteahhidin işi olduğu düşüncesiyle veya daha da üzücü olanı bedelinin ceplerinden çıkmaması adına müteahhide yüklemeyi kazanç sanıyorlar. Oysa yapı denetimi, yapı sahibi ile müteahhit arasında olması gereken bir kontrol mekanizmasıdır. İşini doğru yapan müteahhitlerin alınmasına hiç gerek yok, onlar nasıl olsa kendi kaliteleri gereği işlerinin haklarını vereceklerdir. Biliyoruz ki ülkemizde yapılması en kolay mesleklerden biri müteahhit olmaktır, yakın zamanlarda çıkan kanunlarla kurallara bağlanmış olsa da beline keseri bağlayıp piyasaya çıkanlar çok sayıda var. Yapı denetimi her koşulda yapı sahiplerinin güvencesidir. İyi denetimle yapılmış yapıların bedellerinin de yüksek olacağı çok açıktır.   

Sonuç olarak hem projelendirme aşamasında hem de denetim aşamasında inşaat mühendisinin rolü inkâr edilmez. Bizler üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirmek istiyoruz, biz işimizi yapalım insanlar da afetler karşısında korku duymadan yaşamanın keyfini sürsünler.

M. Osman AKBAŞAK
31 Ağustos 2016