Bir Boğaz Gezisinin Ardından


Bir zamanlar 12 kişilik, tenteli motorlarla Yeniköy'e geçtiğimiz günlerden bu yana çok yıllar geçti.

Her dalgada, her gemi geçtiğinde, karşı oturma yerine kadar savrulduğumuz o küçük motorlar yok artık. Olduğu zamanlardaki günlerden aklımda kalıveren küçük bir anı;

Annem, ben ve kardeşim Sinan Yeniköy’den motora bindik. Ben en çok 7-8 yaşlarında olmalıyım, Sinan da 5-6 olacak. Aslında bindiğimiz sadece bir kayık irisi, arkada sonradan eklenmiş bir motor, en arkada da dümeni kullanan motorcu. Sandalın iki yanına takta sıralar yapılmış oraya karşılıklı oturuluyor. Sadece yolcuların üstünde yarım silindir şeklinde bir tente var, o da sonradan eklenmiş ve sandala iplerle bağlı. Yani bir rüzgâr esti mi tentenin bir yanından girip öbür yanından çıkıyor. Dalgalarda içeri az da olsa giren sular da cabası.

Denizin ortası civarında olmalı, bir gemi geçmiş, az sonra dümen suyuna girdik. Aslında motorcular dümen suyuna burundan girerler çünkü yandan girdikleri zaman çok sallanır, batacak gibi olur. Tam da böyle olmuş ki, birden yandan savrulduğumuzu fark ettik. Nerdeyse karşı sırada oturanların kucağına düşeceğiz, elbette sonra da onlar bizim kucağımıza. Bağırış, çağırış, feryadın bini bir para, neyse kimseye bir şey olmadan atlattık eve döndük. Ben heyecanla anlatıyorum;

“O kadar çok sallandık ki, herkes kendi canını düşünüyordu.”

Annemden ibretlik ve asla unutamayacağım bir yanıt;

“Hayır, ben sadece kardeşinle seni düşünüyordum.”

Değerli tambur sanatçısı ve besteci Sadun Aksüt’ten önce bir radyo programında, daha kendisinden telefonda dinlediğim bir anı, “Bir zamanlar” dedirtecek cinsten. Beykoz İlkokuluna gitmiş ve uzun süre Beykoz’da yaşamış olan Cevdet Çağla anlatmış Sadun Aksüt’e.

“Bir akşam ailemle birlikte Beykoz’daki evimizde oturuyorduk, uzaklardan gelen bir ses giderek yaklaşmaya başladı, “Boooooza, iyi booooza, ekşi boooza!” Canımız istedi, bir kap aldım, kapıya çıktım, bozacıyı çağırdım. Orta yaşın üstünde görünen bozacı yaklaştı, o bana bakakaldı, ben de ona. İnanılmaz bir şeydi, karşımda duran radyodan tanıdığım ünlü bestekâr, Eyyübi Ali Rıza Bey’di. O da beni tanıdı, bakışları mahzunlaştı, işaret parmağını dudağına götürdü.

‘Aman ses etmeyesin Cevdet, boza sattığımı evdekilere de söyleme. Ne yapayım, kazancımız yetmiyor, ben de çok tanıdık olmaz diye buralarda akşamları boza satıyorum’

Hiç renk vermedim elbette, bilmez miyim radyodan kazandığı ile geçinmek gerçekten mümkün değildi. Bozayı elimdeki kaba döktü, sessizce karanlıkta kayboldu gitti.”

Sadun Aksüt telefonda anlatırken “Cevdet Çağla çok gençmiş o zaman” demişti. İstanbul radyosunda çalıştığı yıllar olan 1930’lar olmalı. İşte Beykoz’un 90 yıl öncesinden bir anı…

Şimdi koca bir motorun ikinci katında, Üsküdar'a doğru yola çıkıyorum. Fotoğraf makinem elimde...

Bıraktığımız köpükten izin tam arkasında kalan Beykoz’um ve biraz daha arkalarda Yuşa tepesi. Yuşa deyince aklıma ilk geliveren ses sanatçısı (sevgili eşim) Necla Akbaşak’ın muhteşem seslendirdiği bestesi Avni Anıl’a ait “Merhaba İstanbul” şarkısının sözleri;

Sözler değerli oyuncu ve şair Sadri Alışık’ın aynı adlı şiirinden alınmış...

Merhaba Kızkulesi, Merhaba
Eyüp Sultan, Kanlıca, Şehremini Merhaba
Merhaba iki gözüm, İstanbul’um Merhaba…
Bir İstanbul esiyor, eski çocukluğumdan
Bak hâlâ bir sonbahar, Acıbadem'de.
Yuşa’dan mı okunurdu, Hırka-i Şeriften mi?
O ezanlar…
Merhaba Beylerbeyi, merhaba Sultanselim
Merhaba iki gözüm İstanbul'um Merhaba.
Aşıboyası sokaklarında ne mevsimler eskimiş
Lacivert Mayıslarda köprüaltları
Ve Boğaziçi’nde Şirketi Hayriye
Duman duman...

Paşabahçe’ye gelmeden önce tamamen boşaltılan bir zamanların Şişe Cam Fabrikası için, yine Paşabahçe'yi geçer geçmez, sadece kapatılmakla kalmayıp yerle bir edilen Rakı Fabrikası için üzülmemek mümkün mü? Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasını unutmadan elbette. Üç fabrikanın 5.000 civarında çalışanı vardı.

Şimdi İstanbul BŞB'nin sosyal tesislerinin, kahvaltı yerlerinin ve gece kulüplerinin yer aldığı Burunbahçe’yi görünce aklıma aynı şiirin güftede yer almayan mısraları düşer;

Hey yavrum hey…
Burunbahçe dalyanında İstanbul’u çekerlerdi denizden,
Hiç ıslatmadan…

Burunbahçe’yi geçince Çubuklu koyu çıkıverdi karşıma. Şimdilerde İstinye’ye çalışan araba vapuru yükünü almış, karşıya doğru çıkmış yola. Sahi bir zamanlar tartışırdık, “Araba vapuru”mu, “Arabalı vapur”mu diye. Ama hangisinin kazandığını hiç anımsamıyorum.

Buna benzer bir anım daha var, bir gün Beykoz’dan kalkan bir vapurla Beşiktaş’a doğru gidiyoruz. Aynı sınıfta okuduğum kuzenim Ahmet Yavrutürk’le birlikte.  Nereden açıldı anımsayamıyorum “Patatesli yumurta”mı, “Yumurtalı patates”mi denir? Biz o güne kadar aile içinde hep “Patatesli yumurta” demişiz. Ahmet ısrar ediyor, kanıtlamaya çalışıyor. Bir yemeğin içine diğerinden az miktarda eklediysen çok olanın adı ana isimdir, patatesin içine yumurta kırıldığına göre  “Yumurtalı patates” demen gerekir diyor. Aslında söylediklerine aklım yatıyor ama verdiğim yanıt hâlâ aklımda durur.

“Senin söylediklerin doğru olsa bile ben bunca zamandır kullandığım ‘Patatesli yumurta’ adını değiştirmeyeceğim. Onun için sen boşuna uğraşma istersen.”

Çubukluya yaklaşırken aklıma Yahya Kemal Beyatlı düşüyor, İstanbul denince hangi şiirini anımsayacağını şaşırır insan.

Muhteşem ikili, Yahya Kemal Beyatlı şiirleri ve üstat Münir Nurettin Selçuk Bestelerinden biri olan  “Çubuklu’dan Gazel”i dinlemeye doyum olur mu?

Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın,
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın.
Ağuş-i nevbahârda hâbîdedir cihân
Sürsün sabâh-ı haşre kadar hâb uyanmasın
Dursun bu mûsikî-i semâvî içinde sâz
Leyl-i tarâbda bir dahi mızrâb uyanmasın.
Ey gül sükûta varmayı emreyle bülbüle
Gülşende mest-i zevk olan ahbâb uyanmasın
Değmez Kemâl uyanmağa ikmâl-i ömr içün
Varsın bu uykudan dil-i bîtâb uyanmasın.

Dedik ya araba vapuru ya da arabalı vapur İstinye’ye doğru yol alıyor diye. Tam karşımızda İstinye ve yine muhteşem ikili;

İstinye körfezinde bu akşam garipliği
Bir mihnetin sonunda teselli kadar iyi
Hülya, serinleşen köyü, her an morartıyor;
Sessiz gelen saat -- başı sürdükçe artıyor.
Durgunlaşıp bir ayna kadar parlayan suda,
Dünya güzel göründü resimleşmiş uykuda.
Binlerce lâle serpili yüzlerce bahçeden
Beş yüz yılın kadehleridir şimdi yükselen.
Eşsiz boğaz! şerefli hayâlin derindedir!
Senden kalan o levhada her şey yerindedir

Geldik Kanlıca’ya…

O kadar çok anım var ki sende. Yıl 1970, üniversite sınavlarına hazırlandığım aylar. Kütüphanesi uzun zaman bana ev sahipliği yapmıştı, sevgili kuzenim Ahmet Yavrutürk’le beraber. Çalışmaya ara verdiğimizde iskelenin yanına gider denizi seyrederdik, gelecek günlerin hayaliyle…

Ve yine Yahya Kemal Beyatlı ve Kanlıca; Eylül sonu

Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...
İçtik bu nâdir içki'yi yıllarca kanmadık...
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!
Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

Kanlıca iskelesinden ayrıldıktan sonra sahil boyu yalıların yanı başlarından geçerken eski sükûnetinden eser kalmamış “Körfez” çıkıverdi karşıma. Yahya Kemal Beyatlı'nın şiiri bu kez Osman Nihat Akın'a ilham vermiş.

Türk Sanat Musikisine bir nebze de olsa yakınlık duyanların pek çoğunun çok iyi bildiği bu şarkı buradan geçerken nasıl olur da dudaklarımdan dökülmez ki...     

Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

Karşıda ince uzun bir minare, Emirgan Camii,

Çocukluk ve ilk gençlik anılarımın unutulmaz semti. Günler, gecelerce kaldığım Necmiye Teyzemle, Emirgan Camiinin baş müezzini Hafız eniştemin Emirgan’ı. İki buçuk katlı ahşap ev, unutulmaz arka bahçe, kuyudaki tulumba. Hâlâ duyuyorum çıkırtısını…

Çınaraltı da görünüyor. Kâğıt helva… Yok, onlar kalmadı artık, en azından anılarımda yaşadığı gibi.

Ve o günlerden kalma bir 45’lik plak, söz ve bestesi Burhanettin Deran’a ait. Okuyan kim miydi? Unuttum, yaş ilerliyor artık…

Emirgan’ın gülleri
Şakraşır bülbülleri
Sevimlidir her Yeri
Çeker hep gönülleri
Ah Emirgan Emirgan
Sana gönüller hayran
Emirgan seyran olur
Görenler hayran olur

Bu diyarın âlemi
Dillere destan olur




Anadoluhisarı iskelesine yanaştı vapur, Rumelihisarı da tam karşısında. Rumelihisarı mı? Urumelihisarı mı? Ne dersiniz, hangisi? Belki de Orhan Veli’den önce ve sonra diye ayırmalı…

Bir Garip Orhan Veli
İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim
Urumeli Hisarı'na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.
İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne
Sevdalım...
Boynuna vebalim
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim

Rumelihisarı bitmeden başlar Aşiyan ağaçlıkları, birkaç yıl önce hiç tanışmadığım ama hepsini tanıdığım güzel insanları ziyarete gitmiştik sevgili kuzenim Mehmet Yavrutürk’le. Kimler yoktu ki;

Görünmez bir mezarlıktır zaman / şairler dolaşır saf saf, tenhalarında şiir söyleyerek” der ya Attila İlhan işte o orada. Yanında, yakınında Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Orhan Veli, Attila İlhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Şair Nigar Hanım, Münir Nurettin Selçuk, Abidin Dino, Tezer Özlü, Turgut Uyar ve daha kimler, kimler.  Hepsi de burada, birlikte… Geceleri muhabbet ve musiki de var mıdır acaba?

Aşiyan mezarlığının üstünde anı evi olan Tevfik Fikret’in unutulmaz dizelerinden birkaç mısra;

Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Ve hemen arkasından Zeki Müren’den bir şarkı mırıldanmalı. Şemsi Belli’nin sözleri ve Muzaffer İlkar’ın bestesiyle…

Ne çok sevmiştim seni ne çok hatırlar mısın?
Aşiyan yollarından ses versem duyar mısın?
Hala beni düşünür ve hala ağlar mısın?

Bir bahar seli gibi dalımdan akıp geçtin
Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin,
Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin,

 

Dillere destan ve şimdi sadece anılarda yaşayan Göksu çayırının önünden geçerken Osmanlı'nın en gözde mesire yerlerinden birini mi anımsayalım, yoksa çocukluğumuzda kara kazanlarda kaynayan mısırları mı? Haydi gelin sadece bir şarkı mırıldanalım. Sözler, Yahya Kemal Beyatlı’nın beste, Lavtacı Hristo’ya ait;

Gidelim Göksu'ya bir âlem-i âb eyleyelim
O kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim
Bize bu taliimiz olmadı yâr neyleyelim
O kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim.

Göksu hâlâ karşımızda dururken yanı başında Küçüksu deresi ve bir zamanlar Boğaz'ın en ünlü plajı nerede dersiniz. Hiç plaj kalmadı ki Salacak, Moda, Caddebostan, Fenerbahçe, Tarabya, Altınkum, hepsi yok oldu gitti.

İyi ki şarkılar var, ya onlar da olmasaydı? Bu kez de Tamburi Mustafa Çavuş’un bestesini mırıldanalım;

Küçüksu'da gördüm seni
Gözlerinden bildim seni
İnkâr etmem sevdim seni
Ne kadar cefa edersen
Gönül ayrılmıyor senden

İnce beli sarmayınca
Gonca gülü dermeyince
Ya sen ya ben ölmeyince
Ne kadar cefa edersen
Gönül ayrılmıyor senden

Bebek koyu, hep renkli, hep cıvıl cıvıl. Bir de küçük anı var belleğimde, herhalde elli yıldan fazla olmuştur. Bir gazete zaman zaman toplu sanatçılarla konser düzenlerdi. Babam, canım babam hepimizi toplar Harbiye’deki konsere giderdik. Gidiş güzel de dönüş facia, gecenin bir saatinde Beykoz’a tek vasıta her halde “Köprü”den kalkıp Bebek’e de uğrayan son vapur. Yaz bile olsa insanı ürperten bir serinlik, rahmetli babam, anacığım, bendeniz, kardeşlerim Sinan Akbaşak, Süphan Akbaşak ve uyku akan gözlerimiz.

Vapur gelmek bilmez. Geldiğinde Beykoz’a varmak bilmez. Beykoz’da vapurdan indikten sonra da yürüyerek evin yolu uzar da uzar. Bunlar aklımda kalmış da sonrasında nasıl mışıl mışıl uyuduğum kalmamış. Ne kötü, nedense çekilen sıkıntılar hiç unutulmuyor ama güzellikler sanki daha bir geride kalıyor.

Bebek için Ümit Yaşar Oğuzcan’dan “İstanbul dedim de seni hatırladım” şiirinden birkaç mısra;

Boğaziçinden bir vapur geçer
Benim aklımdan senin gözlerin geçiyordu
-Bebek, dediler indim
Nereye baksam denizdi
Mavi mavi bir hüzündü ayaklarımın altında
İşte İstanbul, Haliç,
Çiçek Pasajı,
Beyoğlu…
Beyoğlu’nun daracık sokaklarında seni aradım.
İçim ürpertilerle dolu,amansız korkularla
İstanbul dedim de seni hatırladım.

Kandilli denince Yahya Kemal ve Münir Nurettin ikilisinin bana göre en muhteşem eserlerinden biri gelir ilk olarak aklıma. Becerip beceremediğimi bilemem, hep söylemeye çalıştığım o güzel şarkı.

Şimdilerde ne o parıldayan yol kaldı, ne de durgun suda dinlenen yamaçlar. Olsun, bir zamanlar yaşanmış ya, biz de ucundan bucağından yakalamışız ya...  Bize düşen anılarda da olsa yaşatmak, sözümüz söz, yaşatacağız...   

Kandilli yüzerken uykularda
Mehtabı sürükledik sularda.
Bir yoldu parıldayan, gümüşten,
Gittik... bahs açmadık dönüşten.

Hülya tepeler, hayal ağaçlar...
Durgun suda dinlenen yamaçlar...
Mevsim sonu öyle bir zaman ki
Gaip bir musikiydi sanki.

Gitmiş kaybolmuşuz uzakta
Rüya sona ermeden şafakta

Kandilli deyince bir isim daha var aklıma hemen geliveren. Değerli dost Fahriye İpekçioğlu. Liseyi bir zamanların efsane okulu olan Kandilli Kız Lisesinde okumuş. Ne zaman İstanbul'la Boğaz'la ilgili bir şey paylaşsam hemen yazar, kendini anımsatır. Bu kez ondan önce ben yazayım dedim.
Kuzguncuk iskelesinin önünden geçerken “Beykoz’da oturmalı / Beykoz’da çalışan adam” dizeleriyle aklımda olan büyük ozanımız Nazım Hikmet'in şiirinin Beykoz’la başlamasına rağmen anlattığı Kuzguncuk, bugün şiirdeki gibi yaşıyor mu acaba?

Beykoz'da oturmalı
Beykoz'da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan
dünyayı zapta gidecek olan
pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların
her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim...
Beykoz’da oturmalı
Beykoz’da çalışan adam
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
ve gayet nefis yapar gül reçelini
pansiyoncu madam
ve kızı Raşel...
Aynada bir kartpostal:
bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol...
ve denize nazırdı pencereleri...

Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
karanlık şilepler geçerdi geceleri
insanı olduğu yerde
eli böğründe bırakarak...
Selim'in odası havadardı.
Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada.
Sağda Cevdet Paşa yalısı
Yalıda bir tavus kuşu
bir de Mebrure Hanım vardı.
Mebrure Hanım
tafta entariler giyerdi.
Çok ihtiyardı
ve mavi gözleri kördü.
Tentene işlerdi Mebrure Hanım.
Uyanır bir beyaz güle başlar,
uyurken dağıtırdı gülünü...
Merhum Cevdet Paşa yalısında
Mebrure Hanımı unutmuşlardı...

Vapur Eminönü iskelesine yanaşmak için Galata Köprüsüne yaklaşınca yıllar öncesinin “Köprü” iskeleleri nasıl çıkar aklımdan. Bütün vapurların yan yana dizildiği, rüzgârlı havalarla titreyen, salınan “Köprü”den vapurlara binmek için koşturan insanlar…

Ve Beykoz’a kalkacak olan Kalender vapuru, unutulmaz anılarım.

Anılardan bir tanesi; “Köprü” iskelesinden Beykoz’a gitmek için bindiğimiz vapurun en arka sıra kanepesindeyiz. Babam, annem ve kardeşlerim… Babam galeta almış, yolda yeriz diye. Hem inanç, hem de gelenek, kırıntılar yere dökülmemeli. Nasıl yememiz gerektiğini tarif ediyor, “Galetayı ağzınızda kırdığınız zaman ‘hüüüüp’ diye içinize çekin, kırıntılar dökülmesin.”

Aradan 55 yıl geçti, hâlâ farkında olmadan galeta yerken içime çekerim, “hüüüüüp…”

Eğer haddimi aştığımı düşünmezseniz ve acemiliğimi bağışlarsanız, “Boğaz Vapuru” bestemin yine bana ait olan sözleri…

Köprüden kalkar, boğaz vapuru,
Alır götürür beni çocukluğuma,
Çocukluğuma, o uzak yıllara.

Lacivert suları, köpük köpük yarar,
Kalender vapuru Beykoz’a doğru.

Kandilli yüzerken uykularda,
Bir selam Bebek koyuna.
Nerede, nerede, nerede,
Sessiz sakin Emirgan.
Körfezdeki dalgın suya ne oldu?
İstinye akşamları nerede?

Nerdesin, nerdesin,
İstanbul’um nerdesin?

Çınarlar mahzun Küçüksu’da,
Sandallar mahzun Göksu’da.

Vapurun yanından,
Erguvanlar arasından,
Önce dalyan görünür,
Direkleri yorgun.
Sanki Orhan Veli
Denize bakar,
Gözleri nemli.
Benim gibi...

Boğaz vapuru
Götür beni
Çocukluğuma...

M. Osman AKBAŞAK
26 Ağustos 2018