“Alın bir kitap, oturun bir kenara.” Hâlâ bilemiyorum evin içinde koşup durduğumuzda ceza olarak mı söylerdi babam bu sözü yoksa olması gerektiğini düşündüğü bir şeyi mi ifade etmeye çalışırdı. Aslında zamanına göre okumuş adam sayılırdı, 1922 doğumluydu, yaşıtlarının çoğu ilkokul mezunu iken o liseyi yarım bırakmıştı. 1930’lu yılların sonu, 40’yılların başı… Kendi anlattığına göre sinemaya çok düşkünmüş. Bir anım var, siyah beyaz televizyonların yeni yeni evlere girdiği 70’li yıllarda bir bayram gecesi gençler oldukça eski yıllardan bir film izliyoruz. Eski oyuncuları tanımıyordum, babam bir şey almak için yanımıza geldi, televizyona baktı; “A, Paul Muni!” dedi ve çıktı. Birbirimize baktık, su içer gibi doğal olarak çıkmıştı ağzından, öylesine… O zaman anladım, neden liseyi yarım bıraktığını. Sinemanın hakkını veriyormuş meğer.
İlkokul 2. Sınıfta babamın 23 Nisan hediyesini hep anımsarım, bir karton kutu dolusu kitap. Rengârenk kapaklı, içleri siyah beyaz, öyküler, çocuk şiirleri. Ne çok sevinmiştim. Okumamızı hep çok istedi, hiç engel olmadı, hiçbir gerekçeyle… Babam bir fabrikada işçiydi, yetmezdi aldığı para her halde, çocukluğumuzda eski deyimle gazete müvezzii idi yani gazete satıcısı. Sabah fabrikaya gitmeden önce saat 05.00 civarında kalkıp yollara düşerdi. Şimdilerde örneği kalmadı, bir askıyla kolunun altına koyduğu gazeteleri satardı. Tabii kardeşimle ben de aynı şeyi yıllarca yaptık, sabah gün doğmadan kalkar, Beykoz meydanından gazeteleri alıp fabrikada işçilerin giriş saatine yetiştirirdik. Çok yorucuydu, önce gazetemizi satar sonra okula yetişirdik. Pazar sabahları da sokak sokak dolaşır “gasteeee” diye bağırarak insanlar evlerinde kahvaltı sofralarına oturmadan, kimi zaman uyanmadan önce gazeteleri satar, öğlene doğru eve dönüp kahvaltı yapardık.
Ama bir avantajı vardı, her türlü gazete, dergi elimizin altında olduğundan hepsini görür, okurduk. Efsane “Akbaba” dergisinde Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü, Mukadder Özakman, Semih Balcıoğlu, Ali Ulvi, Halit Şekerci’yi ilk kez tanımıştık. Kim bilebilirdi ki çok yıllar sonra Muzaffer İzgü, Mukadder Özakman, Halit Şekerci’yi yakından tanıyacağımı, “abi” diye sesleneceğimi…
Sattığımız dergilerin içinde o zamanın çocuklarına kesinlikle yasak olan dönemin çizgi romanları bize serbestti, çok şaşırırdı arkadaşlarımız. Onlar Teksas, Tommiks’leri ders kitaplarının arasına koyup gizli saklı, yakalanma korkusuyla okurken biz köşemize kurulup keyifle okurduk. Bir de yine efsaneler arasında yerini almış “Hey” dergisini unutamam.
Aklımda kaldığı kadarıyla “Okuyalım da ne okursak okuyalım” düşüncesi hâkimdi babamda. Kendinin bitiremediği okulları biz bitirelim istiyordu. Onu ve annemi okurken görünce biz de böyle olması gerektiğini düşünür ve her zaman her koşulda okurduk. Elbette çizgi roman değildi sadece okuduklarımız. Belki yaşımıza uygun diye Kemalettin Tuğcu ve Jules Verne’in bütün romanlarını okuduk o yıllarda kardeşlerimle birlikte. Ben bir aralar “Mike Hammer” hastalığına yakalanmış gibiydim, sahaflar çarşısını gezer, eski kitaplar arasından okumadıklarımı bulur, alırdım. Lise çağına geldiğimizde ise artık klasikleri okumaya çoktan başlamıştık. İlk okuduğum yabancı roman Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanıydı.
Anne tarafıma gelince ilk olarak Ağababa’mdan söz etmeliyim. Ağababa’m yani annemin babası, “İstiklal Madalya”lı bir köy imamıydı. Kurtuluş savaşı sırasında cephe gerisinden asker, silah, cephane kaçırarak ve Ankara’ya gidecek olan sivillerin yola çıkmasına yardımcı olarak madalyaya hak kazanmış. Cumhuriyet sonrasında yeni harflerin kabul edilmesi sırasında büyük teyzem eski harflerle okuma yazma öğrenmesine rağmen kısa zamanda yeni harfleri de öğrenince köyünde eğitmen olmuş. Akbaba köyünde herkes kadınlı erkekli yeni harfleri öğrenirken Ağababa’m anneanneme, “Haydi sen de öğrenmelisin” demiş. Anneannem, “Ben bu yaştan sonra ne yapacağım?” dediğinde Ağababamın sözleri ibretlik: “Önce hocanın hanımı gitti diyecekler ki ardından köyün bütün kadınları okuma yazma öğrensin.”
Kısa zaman da olsa tanıdığım Ağababa’m gerçek bir aydındı. Arapça, Farsça bilir, kitaplar okurdu. Benim bildiğim yıllarda, köşesinde Cumhuriyet gazetesini okurken anımsarım onu. En çok da “Şeyh-ül Muharririn” Burhan Felek’i çok sevdiğini annem anlatır.
Annem daha dört yaşındayken şiirler ezberler, bir sandalyenin üzerine çıkar okurmuş. O şiirleri hâlâ ezbere okuyor, seksen yıl sonra... Okumayı ilk olarak okula başlamadan önce onunla öğrendim. O benim ilk öğretmenim. Ama okulda pek hoş karşılanmadı, birinci sınıf öğretmenim, “Önceden öğretmeyin, arkadaşları çalışırken o boş oturmak zorunda kalıyor” deyince kardeşlerimin okulda öğrenmesini istemişti.
Sonraki yıllardan bir vicdan azabım var. Yeni yeni yabancı müzikleri sevmeye başladığım 60’lı yılların ortası olmalı, “Guantanamera” şarkısı İstanbul İl Radyosunda ara ara çalıyor, zaten başka dinleme şansımız yok. Ben kulak kabartıp keyifle dinliyorum. Annem “Ne anlıyorsun bu müziklerden” deyince ilk aklıma gelen yanıtı veriyorum: “Sözlerini anlamaya çalışıyorum!” Canım anam hemen yumuşuyor, “O zaman dinle, okuluna faydalıysa…” Oysa okulda yabancı dilim İngilizce, şarkı İspanyolca. Hâlâ içim sızlıyor…
Geçen yılın Ramazan Bayramından hoş bir anı; 1932 doğumlu annem iyi kitap okur. Hıfzı Topuz’un bir kitabını verdim okusun diye. Bu arada bayramını kutlamak için Hıfzı Topuz’a telefon açtım, kitabını bitirdiğimi, çok sevdiğimi, şu anda da annemin okuduğunu söyledim. “85 yaşında” diye ekleyince gelen yanıt çok güzeldi, “Daha gençmiş, okusun, okusun...” Hıfzı Topuz 1923 doğumludur.
Okuma sevgimin nereden geldiği konusunda sanırım daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Biz kardeşlerimle birlikte okuyan ve okumayı teşvik eden anne babaya sahiptik, daha ne olsun…
Oysa şimdi çocukluğumdaki kadar kolay değil, her yaşta çocuğu televizyon, bilgisayar ve cep telefonu başından kaldırmak çok zor. Dört torunum var özel günlerinde en çok aldığım armağan kitap, “Dede çok kitabım oldu artık” deseler de yine kitap almaya devam edeceğim. Tek çare çocuklar büyüklerini, en çok da anne babalarını okurken görmeliler. O zaman belki…
M. Osman AKBAŞAK
31 Aralık 2018