Saime Bircan Sak               
              Barışın Renkleri...    
             
           Biraz önce bitirdim kitabı.  Hemen bilgisayarın başına geçtim. Sıcağı sıcağına yazmak istedim. Çünkü Barış beklemez. 
              
            Uzun bir yazı yazacağım.  Heyecanımı anlıyor olmalısınız.   
            Roman boyunca ben de Sibel'le birlikteydim. Dedesini aramaya gittik. Birlikte çorba içirdik. 
            Kore savaşını, Kıbrıs'ı birlikte konustuk, tartıştık. 
            Öyle bir an geldi ki gözlerim doldu.  
             
            Sonuçta bu bir roman biliyorum ama gerçek kişiler var, hikâye etkiliyor. 
            Ozellikle ayrıntı vermedim. Belki okursunuz diye.  
             
            Osman Akbaşak Izmir'in sanat yaşamında önemli bir isim. Araştırmacı bir yazar. Bu kez de çok güzel ve değerli bir roman yazmış. Kutluyor, alkışlıyorum.           
          Savaşlar geride yıkımlar bırakıyor. Yaşayan ölüler,  yaşanmamış hayatlar, yarıda kalmış düşler, parçalanmış aileler, birbirine  düşman topluluklar ve daha pek çok şey.   Siyah, simsiyah bir tablo. Acı dolu, hüzün karmaşa dolu. Oysa barış rengarenk.  Beyaz elbette. Çünkü bütün renkler onda gizli.   Özdemir Asaf'ın dediği gibi "Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği  beyaza verdiler." Yaşamın hızla kirlendiği, tüm değerlerin yitirilmeye yüz  tuttuğu günümüzde hele de şu salgın sürecinde insanların oturup barış üzerine  düşünmeleri gerek. Nedir Barış? Soframıza konan dumanı üstünde sıcak bir çorba  mı? İçimiz yanarken kana kana içtiğimiz bir bardak su mu? Bir ağacın gölgesinde  tenimizi ferahlatan serin bir yel mi? En sıkıntılı anımızda uzatılan bir dost  eli mi? Ah bir gerçek olsa diye uyandığımız güzel bir düş mü? Gökyüzünde  özgürce uçan bir kuşun kanat çırpması mı? Sokakta üşümüş bir yavru kediyi  kucağınıza aldığınızda göğsünüze sokulup size minnetle bakışı mı? Yoksa şair,  yazar, sinemacı, yontucu, müzisyen, ressam ve aktivistlerin birlikte gösterdikleri  çabalar, çırpınışlar mı?  
             
            Roman kahramanımız Sibel arkadaşlarıyla Uluslararası  Aktivist Sanatçılar Birliği Derneği'nin kurucu başkanı Ümit Yaşar Işıkhan'ın  bir toplantısına katılıyor. Konuşmadan çok etkileniyor. "Barış ancak savaş  ortamı veya olasılığı varsa önem kazanmaktadır. Kardeşlik ise, aynı kaderi  paylaşmanın bilincidir. Çağımızda özellikle mazlum halkların bu duyarlılıkla  gerçek düşmanlarını bilme ve kendi aralarında asgari ölçülerde sevgi ve  hoşgörünün temel alındığı sınıfsal dayanışmalarla direnç oluşturmaları dışında  seçeneği bulunmamaktadır." Sibel ufkunu genişleten bu konuşmalardan sonra bu  tür çalışmalara katılmaya karar veriyor. 
             
            Osman Akbaşak diğer romanlarında olduğu gibi bizi -yine-  zaman ve mekânda barış arayışı yolculuğuna çıkarıyor. Sibel İzmir'de İletişim  Fakültesi öğrencisi. Aykut erkek arkadaşı. Esra'yla Selim'le de sık sık beraber  oluyor, toplantılara katılıyorlar. Büyükbabasıyla güçlü bir bağı var. Birlikte  zaman geçirmekten hoşlanıyorlar. Büyükbaba 1974 Kıbrıs çıkartmasında adaya  giden oğlundan bir daha haber alamıyor. Adaya birkaç kez gitmesine rağmen tüm  çabalar sonuçsuz kalıyor. Oğlunu sürekli rüyasında görüyor. Ölü ya da diri  ondan gelecek bir haberi bekliyor gece gündüz. Bu durum Sibel'i çok üzüyor.  Yaşamının son günlerinde onu mutlu etmek için adaya gitmeye karar veriyor.  Aykut'la beraber yola çıkıyorlar. Bu  beraberlik zaman zaman fikir ayrılıklarına yol açsa da her ikisinin de savaş,  dostluk gibi konularda yeniden düşünmelerini sağlıyor. Aycan, Nedim, Kıbrıslı-Rum  arkadaşları ve onların tanışlarıyla birlikte 45 yıl öncesini, yaşanan  haksızlıkları, savaşın yıkımlarını irdeliyoruz bu arayış içinde biz de. Onlarla  bir, yeniden düşünüp doğru, yanlış bildiklerimizi, hiç bilmediklerimizi gözden  geçiriyoruz.  
             
            Aleko ve Despina'yla karşılaşmak Aykut'un hiç hoşuna  gitmiyor. "Buraya Rumlarla konuşmaya mı geldik" diye itiraz ediyor. Sibel daha  temkinli yaklaşıyor konuşmalara, sonunda Aleko'yla dostane bir ilişki kuruyor. 
             
            Destina'nın da Sibel ve Aykut'a karşı pek dostça  davranmadığını anlamak ilk anda pek kolay değil. Yazar oldukça nesnel bakıyor  olaylara, geriye gidip her iki toplumda da yaşananları tanıklar yoluyla  anlatıyor.  
             
            Biz de 2015 yılında Taşucu'ndan Girne'ye gittik bir  grup arkadaşla. Otele vardığımızda ilk işittiğimiz şey "İşgalciler geldi." oldu.  Şaşırdık birbirimize baktık bir şey demeden odalarımıza çıktık. Doğrusu bu ilk  karşılaşma pek de dostane değildi. Bu yüzden daha bir dikkatle okudum romanı.  Geçmişte yaşananları iyi anlamak bugünü ona göre değerlendirmek gerekir diye  düşünüyorum.  
             
            Beni heyecanlandıran bir başka olay da gerçek  kişilerin romanda karşımıza çıkması. Onlarla önceden tanışmış, konuşmuş olmak çok  şaşırtıcı geldi bana. Gazeteci yazar Okan Yüksel, Sancar Maruflu, aktivist, şair, Ümit Yaşar  Işıkhan, hele çizgilerini merak ve beğeniyle izlediğim karikatürist Halit  Şekerci'yi karşımda bulunca çok sevindim. Kanlı canlı kişiler bir kurgu romana  girmişti. Kendi adları ve kişilikleriyle. İlginç bir buluş. Osman Akbaşak her  yapıtında bizi şaşırtmayı sürdürüyor. 
             
            Sibel dedesini buldu mu? Nelerle karşılaştı? Aykut'la  Aleko'yla neler yaşandı? Bunca yıl haber alınamamasının nedeni neydi? Anne,  baba, büyükbaba ne durumdalar? Sibel büyükbabaya iyi bir haber getirebilecek  mi? Bütün bu soruların yanıtını okur kendisi bulacak. O zaman bir an önce  okuyalım. 
             
            Dili yalın, anlatım akıcı. Osman Akbaşak'a barışa  katkıları, emekleri için ve bu güzel yapıt için çok teşekkür ederiz. Yeni  romanlarını merakla bekliyoruz.  
               
                      |