'Barışın Renkleri' okurla buluştu...

Ata Bilginperk

M. Osman Akbaşak, yeni kitabı "Barışın Renkleri"ni Kemeraltı Duvar Kitabevi'nde gerçekleştirilen söyleşiyle tanıttı. Akbaşak'ın söyleşide söz alan dostları, barış mesajları verdi. Akbaşak, etkinliğin son bölümünde sorularımızı yanıtladı.

'Doğruyu, barışı yazmaya çalıştım.'
Söyleşide ilk sözü alan M. Osman Akbaşak, uzun soluklu olacağını düşündüğü kitabın yazımını, beklediğinden çok daha çabuk bitirdiğini söyledi. "Kitabımda elimden geldiği kadar doğruyu, iyiyi, güzeli yazmaya çalıştım..." diyen Akbaşak, yazma sürecinde dostlarının bilgilerinden de yaralandığını hatta çevresinden bazı insanları da romanına kattığını belirterek onlara teşekkür etti.

Kitabın arka kapak yazısını da kaleme alan 68'liler Platformu Başkanı, Gazeteci Okan Yüksel, "Bin 600 bilim dalının öğretildiği Oxford'da öğretilemeyen tek şey dostluktur. Ama burada görüyoruz ki İzmir'de, bir kitap etkinliğinde, M. Osman Akbaşak için büyük bir dostluk gösterisi var!.." diye konuştu.

Son olarak söz alan Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği Başkanı, Şair Ümit Yaşar Işıkhan, bu kitabın 1 Eylül'de, Dünya Barış Günü'nde tanıtıldığına dikkat çekerek, "Dünyada barışın yayılması konusunda bir katkımız olsun." dedi. Savaşların hiç bitmediği bir çağda yaşadığımızı söyleyen Işıkhan, "Dedelerimiz 1. Dünya Savaşı'nı, anne babalarımız 2. Dünya Savaşı'nı yaşadı. Biz, adı konulmamış 3. Dünya Savaşı'nı yaşıyoruz. Barışı savunmak dışında seçeneğimiz yok." diye konuştu. Işıkhan, "Barışın Renkleri"nin hepimizin geçmişini ve geleceğini ilgilendiren bir konu olduğunu söyleyerek, kitabın ana karakteri Sibel'in örnek bir barış eylemcisi olduğunu da belirtti.

Konuşmaların ardından kitaplarını imzalayan M. Osman Akbaşak, "Barışın Renkleri" üzerine sorularımızı yanıtladı.

- Özgeçmişinize bakıldığında, uzun yıllar kendi mesleğinizi icra etmenin yanında çok yönlü bir kişiliğiniz, farklı alanlara ilginiz olduğu hemen fark ediliyor. Hatta bir yazısında dostunuz Okan Yüksel, sizden, "Fotoğraf sanatından TV programlarına, yazın yaşamına kadar hayata dair ne varsa yaratan, paylaşan karıncalardan biridir o..." diye bahsediyor. Peki, yazın yaşamının içinde bulunmanız nasıl başladı?
- Yazın yaşamı derken, onu sadece yazarlık olarak algılamıyorum ben. Okumayı da algılıyorum. Okumaya çok küçük yaşlardan başladım. Sonrasında hevesle, özenle devam ettim. Okudukça yazabileceğimi de düşündüm. Ama benim bir dönüm noktam oldu. Ağababam, yani dedem, İstiklal Madalyası sahibi bir köy imamıydı. Ölümünün 49. yılında, köyünde onu tanıyan kimsenin kalmadığını fark ettim. Birisi yazmasa tamamen ölecekti, ben yazayım istedim. 'Yazabilirim miyim acaba?' diye çok düşündüm. O güne kadar öyküden başka yazdığım bir şey yoktu, minik minik öyküler ve denemeler yazmıştım kendimce. Tabii aile büyüklerimden çok destek aldım ve "Ağababa" romanım böyle çıktı.

- Ama arkası geldi, değil mi?
- Evet. Galiba yazma mikrobu bulaştı, romanlar peş peşe geldi. Tamamen gerçek olaylardan yola çıkarak İstanbul Beykoz'da geçen, iki Kurtuluş Savaşı romanı daha yazdım. Böylece İstanbul'la ilgili üç tane romanım olmuştu. İstanbul, doğduğum yerdir, ben kırk üç yıldır İzmir'de yaşıyorum. Doyduğum yere de bir vefa borcum var, diye düşünüp İzmir için de yazmak istedim. Yine yazdığım şeylerin okura bir katkısı olması lazım, diye düşündüm. O zaman İzmir'in az bilinen tarihi gerçeklerinden bahsetmek istedim. Kentimizin bilinen kuruluş yıllarına, 8 bin 500 yıl önceye gittim. Orada bir serüven yaşadık.

- "Yaşadık..." derken?
- Torunlarımı zaman gezgini yaptım, 8 bin 500 yıl öncesine gittiler. "8500" böyle doğdu. Ardından yine Bergama'da yaşanmış olan bir Aristonikos olayı vardı, tarihin bilinen ilk sınıfsal ayaklanması, yani bir köle, köylü ayaklanması, onu yazdım. Bu arada bir Kıbrıs gezimiz oldu, orada çok ilginç bilgiler aldım. Böylece araya bir Kıbrıs romanı girdi. Önümüzdeki yıllarda muhtemelen üçüncü bir İzmir romanı daha gelecek, sonrası artık nereden esin gelirse.

- Eserlerinize göz attığımızda çoğunun kendi hayatınızdan izler taşıdığını görüyoruz; İzmir, Beykoz gibi. Yeni romanınız "Barış'ın Renkleri"nde ise Kıbrıs'a, savaş acısının yıllar boyu dinmediği bir ülkeye götürüyorsunuz okurlarınızı. Tam olarak nasıl karar verdiniz bu romanınızda Kıbrıs'ı işlemeye?
- Biz Kıbrıs'a kitap okumaya gitmiştik. Benim yönettiğim "Ekin Yazın Dostları" diye bir kitap okuma grubumuz var, her ay bir kitap seçip yazarıyla birlikte okuyoruz. İstedim ki Kıbrıs'tan bir yazar bulalım, Kıbrıslı bir yazarın kitabını Kıbrıs'ta konuşalım. Araştırırken tabii edebiyatla ilgili çeşitli bağlantılar yaptık, yeni dostluklar oluştu, yazarlarla tanıştık. Bir de gazeteci dostumuz oldu orada, Ayşe Tural. O gezimiz sırasında çok çeşitli bilgiler edindim. Kendi grubumuzdan Nevzat Süer Sezgin de dinlediklerimizden sonra dedi ki: "Osman, bak bu dinlediklerimiz çok güzel, bu konuda bir roman yazmalısın." Nasıl bir şey çıkacağını bilmiyordum, sadece Kıbrıs diye başladım. Savaşta kaybolan bir dede, diye başladım, gerisi kendiliğinden geldi.

- "Barışın Renkleri"nde hayatınızdan, çevrenizden de bazı insanlara yer vermişsiniz. Kitabın ana karakteri Sibel'in, büyükbabasını arayışı boyunca dinlediği anılarda, savaşla ilgili acılarda kurgunun dışında, gerçek yaşantılardan ne gibi izler bulabiliriz?
- Milli Savunma Bakanlığından subay bir dostum var, Kıbrıs'ta kaybolan bir askere ne olabileceği hakkında bilgi istemiştim ondan. Sorunca birden bire paniklemişti, "Kaybolan birini mi buldun?" diye. Kitaptaki kişilerin hepsi sanal kişilikler ama hep, iç içe, birlikte yaşadığımız insanlar. Okan Yüksel, Sancar Maruflu, Ümit Yaşar Işıkhan gibi dostlarım var. Onların adlarıyla yer alması anlatıyı renklendirdi. Ayrıca mademki bu bir barış kitabıdır, barış üzerine söylemlerini de kitaba almam gerektiğini düşündüm. Sağ olsunlar hiç esirgemediler bilgilerini. Değerli olduğunu düşünüyorum o bilgilerin.

- Bir önceki romanınız "Güneşe Çağrı"da Aristonikos İsyanı'ndan, kölelerin bir özgürlük ülkesi kurmak üzere ayaklanmasından bahsetmiştiniz. Size göre, savaşların son bulmasının yolu, tarihteki bu ve benzeri ilerici hareketlerin yoluyla kesişir mi?
- Yakın tarihimizde, yani beş-on nesil içinde savaşların son bulacağına ben pek inanmıyorum. Çünkü Ümit Yaşar Işıkhan arkadaşım özellikle vurgulayarak söyledi: Bugün emperyalizmin elindeki en büyük silah, silah fabrikaları. Onlar silah üretmeye devam ettikleri sürece birileri alacak, almayacak olsalar bile onlar birilerini kışkırtacak ve savaşı körükleyecekler. Günün birinden bütün bunlardan uzaklaşır mıyız? Tatlı bir hayal diyelim. Yakın bir gelecekte çok zor ama biz ulaşabileceğimizden fazlasını hayal etmek istiyoruz. Salt, gerçek bir barışı bulamasak bile, ulaşabileceğimiz kadar bir barış olsun istiyoruz. "Güneşe Çağrı" biraz da bu nedenle yazdım.

- Son olarak, size göre günümüz dünyamızda barış içinde bir yaşamın yolu nerelerden geçer? Ve nasıl çözülür şu Kıbrıs düğümü?
- Kıbrıs düğümü, az önce örneğini verdiğim gibi çözülmez. Çözülmesi için, ilgili tarafların, Türkiye ve Yunanistan'ın tamamen kendi başlarına, özgür hareket edebilmeleri gerekir. Öyle bir şey yok. Türkiye de Yunanistan da emperyalist ülkelerin etkisi altında. Biz o etkiden kurtulmadıkça, Türkiye ve Yunanistan sadece iki komşu, iki arkadaş devlet gibi kalmadıkça bu sorunun da çözülmesi çok zor. Önce bizi kışkırtanlardan kurtulmamız gerekiyor. İnsanlığın barış içinde yaşaması için, hiç kimsenin kendi elindekinden fazlasını istememesi gerekiyor. En önemli şey budur. Herkes elindekiyle yetinirse derken şunu da söyleyeyim: Bir tarafta çok, bir tarafta az varsa elindekiyle yetinmek diye bir şey olmaz. Önce bir adil bölüşüm, adil dağılım, ondan sonra da elimizdekiyle yetinmek diyelim. Yetinme duygusu, kıskanç olmama duygusu. Bence Kıbrıs'ta barış yolunda başarılı olmanın anahtarı budur.

- Ayırdığınız zaman için teşekkür ederiz.
- Ben teşekkür ederim.