Fehmi SALIK
Bugün "edebiyat kayığı"mız olabildiğince dolu. Bu küçük kayık, güzel İzmir'imize yerleşmiş yazınımızın usta kalemlerini ağırlamaktadır. Kayığın yönü, Alsancak Limanı'na doğru; küreklerde M. Osman Akbaşak var. "Dümende" diyemiyorum, çünkü yolculardan hiçbirimiz, dümenli/motorlu bir tekneye sahip olma gücüne kavuşmuş değiliz henüz. Ama denize en güzel "lacivert manto"yu biz giydiririz. Gökyüzünün o güzelim maviliğinin resmini biz çizeriz duyarlı gönüllere. Bulutlara zarar vermeden yıldızları biz koparırız birer birer. Ay'dan izinsiz mehtabı gümüşe, Güneş'e haber vermeden şafağı al'a biz boyarız. Nefretin/kin'in kırıcılığı; mezhebin/ dinin tutuculuğu yer almaz kitaplarımızda bizim. İyi şair Ahmet Günbaş'ın, Selçuk Oğuz arkadaşımızın doğum günü için yazdığı o anlamlı kutlama iletisinde vurguladığı gibi " biz kocaman bir yüreğiz." Ona üç sözcük de ben eklemiş olayım: değişik bedenlerde atarız. Değerli meslektaşım ve Türk Dili'nin gelişimi için büyük emek harcayan Yusuf Çotuksöken, bir anısında büyük şairlerimizden Behçet Necatigil'in, Ahmet Oktay'la ilgili "Onu çok severim, onun gibi yazabilmeyi çok isterdim" deyişinin ardından kendi düşündüklerini de bizlere yansıttığı "Şairler birbirlerini kıskanırlar izlenimi vardı bende; Necatigil öğretmenimizin bu söylemi, onun üzerimdeki değerini daha da perçinledi" anlamındaki saptaması, bu kayıkta yolculuk yapanların tam da tanımıdır bana göre.
Osman Akbaşak da, büyük şair ve çoğumuzun öğretmenliğini yapmış Necatigil ustamız gibi "yücegönüllü" bir insan. Büyüklenme/kibirlenme yok onda. "Kamber'siz düğün olmaz" diye bir söz vardır Anadolu'da. Bu söylem, tıpatıp yakışıyor Osman Akbaşak'a. Sadece İzmir'de değil, nerede toplumsal/sanatsal bir etkinlik varsa Osman Akbaşak oradadır. Bunca yoğun uğraşı içinde bile kalkmış önceki yapıtlarına bir yenisini daha eklemiş bu güzel adam; yapıtına "8500 ARKEOPARK İZMİR'DEN DÜŞ YOLCULUKLARI -1" adını vermiş.
Osman Akbaşak'ın yüce gönüllülüğünü belirlemek için, "yaşam öyküsü"nün ardından bu değerli yapıtın gün ışığına çıkmasında kendisine içerik yönünden yardımcı olan bilim adamlarına; yazınsal ve yazım yanıyla da katkılarını sunan iki usta kaleme yazdığı "teşekkür"e, bir göz atmanın yeterli olacağını düşünüyorum. O, sanatın her türüne eğilimi olan, toplumsal etkinlikleri haber veren, bu etkinliklerde görev üstlenen ve bu oluşumların kalıcılığını video/fotoğrafla ölümsüzleştiren bir usta; sözünü özündeki gerçeklikle yoğurup sunan dobra dobra bir kişilik sahibi.
Her neyse. Zaten uzunca bir ad'a sahip olan bu arkadaşımızın adının önüne uzunca bir sıfat da ben eklemek istiyorum; bu adın, ona tam yakışacağına inanıyorum: "İzmir'in Evliya Çelebi'si M. Osman Akbaşak."
"8500" önadlı bu roman, türdeşleri içinde değişik bir görünümle gün ışığına çıkıyor; bilimselliğe yazınsal bir tat katılmış olarak okurun sofrasına konuyor; bilimsellik, tarihsel bir süzgeçten geçirilerek gelecek kuşaklara ayıklanmış biçimiyle sunuluyor. İzmir'i hiç görmemiş, bu güzel kent hakkında yeterince bilgi sahibi olmamışlar için aydınlatıcı bir kılavuz; yaşamını bu yerleşkede sürdürenler için de bildiklerini/gördüklerini tamamlayıcı, perçinleyici bir kaynakça özelliği taşıyor.
Osman Akbaşak, bu yapıtıyla uzun bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. O, teknik bir adam. Romanın konusu, arkeoloji ağırlıklı; kahramanı İzmir. Diğer kişiler, bu kahramana güç veren, onu besleyen, yücelten, belirginleştiren yardımcılar olarak çıkıyor karşımıza. Yapıtın arka kapağında iki usta kalemin tuttukları aynanın şavkı, bir güzel yansıyor okurun belleğine:
Değerli meslektaşım ve yazınımızın dilini kullanma becerisi yönünden "ustalar" arasında saydığım Bahri Karaduman, "8500" hakkında şu vurucu ve aydınlatıcı tümceleri kullanmış:
". Egeli roman kahramanları ve 8500 yıl öncesine yapılan gizem dolu bir zaman yolculuğu. Halikarnas Balıkçısı'nın 'pembe sabahlar, mavi öğlenler, altın ikindiler, menekşe akşamlar diyarı' dediği Ege'nin romanı. Merak ve heyecanla okunacak bu roman, günümüzden geleceğe uzanan yer yer fantastik öğelerle gelecekten de bu günlere seslenen, bilgilendirici, sorgulayıcı bir yapıt."
Roman hakkında söz eden usta kalemlerden biri de sınıf arkadaşım, 1990'da Yunus Nadi Birincilik Ödülünü paylaştığım ve bugün anısı önünde saygıyla eğildiğim "şair/ yazar ve eğitimci" olarak yazınımız albümünde yer alan Dinçer Sezgin'in muhterem eşi Nevzat Süer Sezgin'dir. Bu saygın kalemden de kısa bir alıntı:
"Agora'dan başlayıp Kadifekale sırtlarındaki antik tiyatroyu içine alan Arkeopark İzmir, bizlere hangi güzellikleri sunmaktadır. Arkeoloji toplumlar için neden önemlidir? Mesleğine tutkulu bir insanın mutluluğu nasıldır? . 8500 yıl önceki insanla, günümüz insanı arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir? Bu gibi soruların yanıtlarını bulabileceğiniz, merak ve heyecanla okunacak, çok akıcı bir anlatımla ve tertemiz bir Türkçe ile yazılmış bir roman."
Bu iki usta kalem, bu güzelim romana gereken değeri layıkıyla biçmişler. Ben de onlar gibi düşünüyorum. Osman Akbaşak, diğer yapıtlarında olduğu gibi bunda da zikzaklı/dönemeçli bir yol izlemekten uzak durmuş; bana göre, okurun karşısına kısa, öz, anlaşılır duru tümceler harmanlayarak çıkmayı, rahat başarmıştır. Kitabın adı olan "8500" rakamı ve "Arkeopark" sözcüğü, ilk bakışta bu yapıtın insana sıkıcı, ağır, taşınması güç bir yük gibi geliyorsa da, okumaya başladığınızda gerçeğin hiç de öyle olmadığını görecek; kendinizi bir "nehir roman"ın akıntısına kaptıracaksınız. 8500 yıl önce İzmir'e tutulmuş bir aynanın şavkı yansıyacak belleğinizde. Abartısız/ noksansız gerçek bir belgeseli izleyeceksiniz soluksuz. Osman Akbaşak, kalemini "kazma" yapıp Agora'nın, Arkeopark'ın, Tilkilik'in; ya da havraların, kiliselerin, camilerin, hanların/hamamların gün ışığına çıkması için onların temeline saplamakla kalmıyor; bu güzelim kentin, geçmişte sahip olduğu gelenek ve göreneklerini, toplumsal ilişkilerini, insanlarının yardımseverliğini de güzel bir kompozisyonla bizlere sunuyor:
". Özellikle şehrin ileri gelenleri, nazır ve vali gibi büyükler, işlerinin başlarına yahut merasim yerlerine atla gittikleri için evlerinin ve resmi dairelerinin ana kapıları önünde kolaylıkla ata binmeleri için 'binek taşı' konulmuş." (Sayfa: 45)
Anadolu'nun kimi kentlerinde de bu alışkanlık vardır.
Yine aynı sayfada "yardımlaşma kültürü"nün, erdemli bir biçimde nasıl gerçekleştiğine tanık oluyoruz:
". O zamanlarda yoksullara yardım etmek isteyenler, bunu açıkça yapmaktan çekinirlermiş, amaç da, yardım alanı, mahcup etmemek. Bunun birçok yollarından biri de ' sadaka taşları'ymış; genellikle cami kapılarında bulunan bu taşların üstleri çukur, hatta oyuk şeklindedir. Gelip geçenler, bu oyuğa para bırakırlar, ihtiyacı olanlar da gerektiği kadarını alırlarmış. Böylece kimin verdiği, kimin aldığı belli olmazmış."
İnsanlığa bakın siz; "ihtiyacı olanlar da gerektiği kadar" vurgulanması, çok önemli. O günlerin yoksulları da namuslu ve erdemli. Dönün bir de günümüz insanına, özelikle yöneticilerimize bakın. "Kutsal" bildiğimiz ibadetin, sevap kazanmanın, yardımlaşmanın günümüzdeki uygulanmasını getirin gözlerinizin önüne. Kırmızı plakalı makam arabalarıyla, sağlarında/ sollarında, önlerinde/ arkalarında bölük bölük korumalarıyla, cami çıkışlarında halkın kesesinden çocuklara oyuncak dağıtan, böylece inancın ve ahlakın köküne kibirit suyu döken bu şarlatanların tutumlarını düşünün.
Osman Akbaşak, bu yapıtında, "anlatıcıları"nın ağzıyla, bir "betimleme tarlası"nda gezdiriyor bizi. "Kemeraltı" adının nereden geldiğini, İzmir'in hamamlarını, Yahudihaneleri'ni, (aile evleri) Anafartalar Caddesi'nin önemini, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda ordularımızın büyük bir kolunun, 9 Eylül 1922'de bu caddeden kente girişini, Mustafa Kemal'in yine bu cadde üzerinde ayak izlerinin olduğunu destansı bir dille okuyucuya yansıtıyor.
|