Saime Bircan Sak
Afyon doğumlu. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de yaptı.   

İstanbul Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünden mezun. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve eğitim yöneticiliği yaptı. İzmir Özel Saint Joseph Fransız Lisesi Müdürlüğü’nden emekli oldu.

Fransa’nın Angers Üniversite’sinde ‘Yönetim Bilimi’ konusunda tez verdi.

İki radyo oyunu yayınlandı, dört şiir ödülü var.

İzmir İzmir, İzmir Tarih ve Toplum, Ünlem, Kum, Deliler Teknesi, Batı Söz, Berfin Bahar, Cumhuriyet Kitap, gibi dergilerde öykü, şiir, deneme ve kitap tanıtımı yazıları yayımlandı.  

2003 de Starsbourg’da 2004 de İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde kendi şiirlerinden oluşan Türkçe- Fransızca bir sergi açtı.

Françoise Urban-Menninger’in ve André Velter’in şiirlerini Türkçeye çevirdi. Egeli Kadın Yazarların ortak kitaplarında öykü ve şiiri yer almaktadır.

2007 de Françoise Giroud’nun “Lou Özgür Bir Kadının Öyküsü” adlı Türkçe çevirisi İmge Kitabevi’nden yayımlandı.  2014 yılında 2. Baskısını yaptı. 2011 de Beyaz Üşüme adlı romanı Şenocak Yayınları tarafından yayımlandı.

Sus Çığlığı adlı Cumartesi annelerinden yola çıkarak gözaltında kayıpları konu aldığı romanı 2015 de Asur Yayınlarından yayımlandı. EKYAZ platformu,  Dil Derneği üyesidir.

Basılmış Kitapları: 2011 Beyaz Üşüme Şenocak - 2015 Sus Çığlığı 

Beyaz Üşüme

Beyaz Üşüme kadına değil, insanın yalnızlığına o kalabalıkMIŞ gibi görünen hayatına ait bir kitap... Hani kadınlar sever ama iter. Hani kadınlar umar ama belli etmez. Tam cayacakken aslında aradığı özgürlüktür, onun için de geç kalmıştır. Eğilir birileri aşağılara bakarken tabutunun kapağı kapanır.

Kadınlar!.. 
Anneler!.. 

Doğuran ve düşük yapan kadınlar… Kürtaja sığınıp unutan kadınlar… Bir daha doğuramayan, doğurmak için sıraya giren… Sperm arayıp bir artı bire sığınan yine onlardır… Kendine sevdalı erkeklerin tohumları. Onları büyüten, tımar eden ve aşka bezeyen kadınlar. Hem ürkek hem de vahşi… 

İncir bereketi, üzümden sarhoş olan yine onlar… 

Beyaz Üşüme; Saime Bircan’ın uzun sabırlı kitabı. Sabrın süresi belli edilir mi?.. Edilir. Kimi yazılır başına. Edebiyat toplantıları, okumalar, Saint Joseph’te düzenlenen kitap günleri, heyecanlı buluşmalar, disiplin ve kuşku… Saime Bircan eğiten, düşünen, merak eden bir kent insanı… Ona kentli demek yanlış olmaz. Yaşadığımız İzmir yanına çağırmakta kadınını. 

Kitap hayal kuran kadınların… Şiddet gören, seven, aldanan ve aldatan yine onlar. Erkek anasından düştüğünce büyümüş, eh doğaldır babasına azıcık benzemiş benzemesine. Beklemek, ummak, daha fazlasını istemek insana dair. İste gönlüm, um gönlüm, yan gönlüm… 

Çok kadın var gibi görünen bu kitap aslında anne-kıza ama anneye sonra da kız çocuğa yıkılan cümlelerin bütünü aslında. Pişman gibi algılanan Camille, kızgın ama belirsiz bir Sartre tutkunu. Resmî sevgili, kaçak bakışmalar, onaysız ölümler, katil araba, seviyesi düşük beraberlikler… Hani zamanı olup yaşamamış, yaşayamamış bedenlerin tuluatı adeta. Bir orta oyun. Ölüme yatan yoğun bakımdaki anne mi kızı mı?..Paris’e gidip annesinin hayatını yaşamayan ancak kendine de yaşam hakkı tanımayan bir çocukluk onunki. 

Dert derde harman olsa kadın kadına ağlar mı?.. Görünen o ki birbirimizi tanımaya, yolculukların bilinmezine rastgele çıkmaya hevesli olmak için geç değil. Barış kime, kim için?.. Bilineni sorgulamak, darılmadan gönlüne alıp saçlarını sıkı sıkı bastırmak gerekli diye düşünüyorum okudukça kitabı… 

Şiddet gören biziz “ben” değil… 
Sürülen biziz diğeri değil… 
Ölen, öldürülen, yok sayılan dışlanan, her fırsatta tecavüze uğrayan, leke kılığında hayata meydan okuyan?.. 
Biziz... 
Orada ağlamakta anne… 
Anne beyaz örtünü aç dese bile oğul duyulmamakta… 
Bedeni simsiyah, gözleri oyuk oğul!.. Nasıl desin ağlama… 

Düşleri var… Düşlerimiz… Gugukların peşi sıra... Ağlamakta dilimiz… Yıkılan duvarlar, sıvası, ağacı yakılmış dağların ardı… 

O anneler…. 
O veya Rojda… 
O veya Mehmet… 

Claudel yakınmaz aşktan. Rodin’in elleri değildir tutsaklığı. Yonttuğu taşların başkasından bilinmesidir sıkıntısı. Ki bir radyo tiyatrosunda hayat bulurken yaşamı Kerim Afşar sesi olacaktır. 

Kadın kadına… Dost olduğunca düşmandır. Yaratır ve yontar aslında doğurduğunu. Farklıymışçasına koşması bundandır kiminin. Annesine sokulurcasına meraklıdır hayta. Acıtır, kanatır ve kandırır. Kanmaya hazır kimi bulursa. Anlar, apansız açılır tüm etekler... Edepsiz ve geçkin bir hayattır sönen. Hayalden öteye gitmemiştir tüm öpüşler... En Fransız diller bile yetmez bir türlü. 

Evde ismi başka, sokakta sakat… 
Ceketin iç cebinde başka nüfusu, dışarıda mavi, gönlünde pembe… 

İnsan kulu bu belli olmaz örtülü hayatları… Pencerelerinin şatafatı bir öğle yemeğine bazen de üst üste çıkılan seferlere bakıverir. 

Ölen de öldürülen de bize dair. Kuytusunda açılıp soldurulan çiçeklerin en tersi, bitirimi de ondan yana… 

Beyaz Üşüme kadına değil, insanın yalnızlığına o kalabalıkMIŞ gibi görünen hayatına ait bir kitap... Hani kadınlar sever ama iter. Hani kadınlar umar ama belli etmez. Tam cayacakken aslında aradığı özgürlüktür, onun için de geç kalmıştır. Eğilir birileri aşağılara bakarken tabutunun kapağı kapanır. 

Elveda “Beyaz Üşüme”… 

İffet DİLER.. 

26.11.2011



'Beyaz Üşüme' Okurlarla Buluştu

Konak Belediyesi yazar ile okuyucuyu buluşturan özel günler düzenlemeye devam ediyor.Prof.Dr.Türkan Saylan Alsancak Kültür ve Sanat merkezi'nde gerçekleştirilen söyleşiye Saint Joseph Lisesi Fransızca öğretmeni yazar Saime Bircan konuk olarak...


Konak Belediyesi yazar ile okuyucuyu buluşturan özel günler düzenlemeye devam ediyor. Prof. Dr. Türkan Saylan Alsancak Kültür ve Sanat merkezi'nde gerçekleştirilen söyleşiye Saint Joseph Lisesi Fransızca öğretmeni yazar Saime Bircan konuk olarak katıldı. Kadının beklentilerini, aşkı, cinselliği, düş kırıklıklarını bir kadın yazarın dilinden en güzel şekilde anlatan Bircan ilk romanını okurlarla buluşturdu. Fransızca öğretmeni olmasının yanı sıra edebiyata olan tutkunluğuyla da bilinen yazar, bu tutkusunu kitapla bütünleştirdi. 

İlk romanı olmasına karşın birçok şeyi rahat ifade ettiğini, eleştirilmekten korkmadığını belirten Saime Bircan "Kitabın isminin neden "Beyaz Üşüme" olduğunu soruyorlar. Ben bu kitabı yazarken herkesin bir beyazı olduğunu düşündüm. Benim beyazım da direnç beyazı. Kitabıma bu nedenle "Beyaz Üşüme" ismini yakıştırdım. Bugün romanımı sizlerle paylaşmaktan dolayı çok mutluyum. Konak Belediyesi gibi her belediyenin kültür ve sanata önem vermesi gerekiyor. Buna gönül vermiş kişileri de desteklemesi çok önemli. Kitabımın tanıtılmasında desteğini esirgemeyen Konak Belediye Başkanı Dr.Hakan Tartan'a 

çok teşekkür ediyorum" dedi. 

Söyleşi bitiminde "Beyaz Üşüme" isimli roman Konak Belediyesi tarafından katılımcılara ücretsiz olarak dağıtıldı. Yazar Saime Bircan kitaplarını imzaladı. - İZMİR



Nursel Hanım’ın ve İzmir’in romanı: Beyaz üşüme ...... Oğuz Tümbaş

Saime Bircan, üşümenin beyazca diliyle, “okuyan, düşünen, üreten kadın” duyarlığıyla, “Beyaz Üşüme”yle kapımızı çaldı… Güzel bir şaşırtmacaydı bu… Nicedir bir romana çalıştığını seziyorduk, fısıltı halinde kulağımıza yansıyordu. Sonra bir öğreniyoruz ki Bircan 4 yıldır bu romana çalışıyormuş. Üstelik iki yıldan bu yana da demlenmeye, olgunlaşmaya bırakmış.  

Üşümenin rengi olur mu demeyin. Yazarın imgeleminde her nesne, eşya, olay farklı renklere, değişik seslere dönüşebilir. Yazarın, öykücünün, romancının, şairin özgürlüğü bu; kim ne diyebilir. Saime Bircan da soğuk, itici, titretici gelen üşümeyi bir sıcaklık, bir ak renkle donatma gereği duymuş olmalı ki, romanına Beyaz Üşüme (*) adını  vermiş.

Saime Bircan’ın ilk romanı Beyaz Üşüme. Saime Bircan adı  yazın dünyasına yabancı değil. Yayımlanmış bir çeviri yapıtı, 2 radyo oyunu, 4 şiir ödülü var. Françoise Giroud’nun “Lou Özgür Bir Kadının Öyküsü” adlı çevirisi 2007 yılında İmge Yayınlarından çıktı. Afyon doğumlu. İstanbul Eğitim Enstitüsü Bölümü’nü bitiren Bircan, çeşitli okullarda öğretmenlik, yöneticilik yaptı. İzmir Özel Saint Joseph Fransız Lisesi Müdürlüğü’nden emekli oldu. Fransa’nın Strasbourg kentinde Türkçe – Fransızca şiirlerinden oluşan bir sergi açtı. Dil Derneği İzmir Temsilciliğinde görevi de olan Bircan’ın İzmir İzmir, Kum, Ünlem, Deliler Teknesi, Patika, Cumhuriyet Kitap, Berfin Bahar gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Dergilerde yazmayı sürdürüyor.
Romanın başlarında, bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrılan, şair Nevzat Üstün’e Nursel Hanım’ın duyduğu yakınlık, içtenlik, dizelerinden alıntılar ilgimi çekiyor. Çünkü Nursel Hanım Nevzat Üstün’le tanışmış, onunla  mektuplaşmış bir kadın. Şu dizeleri unutmamış: “Bir yaprağı / kan / Bir yaprağı / Pırıl pırıl su / İster kan olsun / İster su / Bu sevgi senin”  Nevzat Üstün adı beni de duygulandırdı.

Nicedir adı anılmayan, anımsanmayan bir şair. Oysa Nevzat Üstün devrimci çizgisiyle, çağdaş yazınımıza katkılarıyla, namuslu, onurlu yazar duruşuyla önemsediğim bir yazın adamıdır.  Ankara’da 1967-1969 yılları arasında yayımladığımız Meltem Dergimizin her sayısını Üstün’e de ulaştırırdık. O da acemi, deneyimsiz, genç yazın tutkunlarını geri çevirmez, incelikli davranır; kısa mektuplarla duygularını paylaşırdı bizimle. Bir söyleşi de yapmıştım Meltem için. Daktiloyla yazılmış yanıtlarını postayla göndermişti. Köprübaşı adlı şiir seçkisini de kendi imzasıyla göndermiş, istersek buradan birkaç şiirini yayımlamamıza izin vermişti. Saime Bircan’ın romanında bu adı görünce o yıllara döndüm, andım içimde, yeri ışıklarla donansın dedim.

Romanın sonraki bölümlerinde şairler, öykücüler, yazarlar da   karşımıza çıkıyor: Adalet Ağaoğlu, Edip Cansever, Yiğit Okur, Kafka, Deniz Türkali, Sartre, Camille Claudel, Sevgi Soysal… Beyaz Üşüme’yi ısıtan ögelerden biri de şarkılar…Türk sanat Müziğinin bilinen, sevilen, aşka dokunan içli şarkıları romana ezgi boyutunu ekliyor.

İçeriği, Türkçeyi özenli kullanımı, şiirsel dili, kurgusu, ezgisi ile  emek verilmiş bir romanın sıcaklığını duydum Beyaz Üşüme’de.  Bircan romanın başlarında Nursel’le bu “üşüme”yi duyumsatmış bize: “Nursel doğduğunda kar yağmış. Bir nisan günü…Annesi Naciye Hanım öyle sarıp sarmalamış ki üşümesin bebecik diye. (…) Ondan mı bilinmez hep öyle üşür, sarıp sarmalanmak ister.” (s.41) Üşüme eğretilemesini romanın genel havasında yaşatıyor yazar; ancak sona doğru bu “beyaz üşüme”nin ayırdına varıyoruz. Yeri gelmişken onu da paylaşmak isterim: “...aşkla sevilmemiş, aldatılmış kadınlar, çocuksuz kadınlar, annesiz yavrular, haksızlığa uğramış, ezilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş insanlar gibi üşüyorum. Beyaz bir üşüme bu, katıksız, yalnız bir beyaz. El değmemiş aklık.” (s.175)

Romanda adları, öyküleri geçen Afife Jale’nin ve Camille Claudel’un anılması boşuna değil. Hem büyük aşklar yaşamış, hem de düş kırıklığına, acılara, kederlere sürüklenmiş iki kadından etkilediğini duyumsuyoruz. Özellikle yontunun gizli yaratıcısı Claudel’un Rodin’le yaşadığı serüven dolu aşk dikkat çekiyor. Yontunun büyük ustası  Rodin’in bir çok yapıtında Claudeil’un katkısı vardır; ancak o öne çıkmaz, gölgede kalır hep. Üstelik aile baskısı, akıl hastanesinde 30 yıl yatış, bu derin acının “üşüyorum, çok üşüyorum”la somutlaşan çığlığı… Bu çığlık Saime Bircan’a hem roman adı seçiminde, hem de romanın kurgusunda yardımcı olmuş sanırım.

Bu öykülerin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Merak edenler elbette Afife Jale-Selahattin Pınar ve Rodin-Camille Claudel’un tutkulu aşklarını çeşitli kaynaklardan okurlar. Hatta kitabın ilerleyen bölümlerinde değinilen, ilinti kurulan diğer aşkları da. Romanda Nursel Hanıma, Eylem’in duygularındaki gelgitlere dalmışken, birden Atatürk’e aşık, sevdalı… adını vermese de Fikriye olduğunu tahmin ettiğimiz o tutkulu kadını buluyoruz. Atatürk’ün Latife Hanımla evlenmesine, karşılıksız aşkına yenilmesine, canına kıymasına roman dilinin  akıcı, duyarlı yanıyla giriyoruz.

Hemen ardından Nursel’in Nazım’ın büyük aşkı, karısı Piraye’ye seslenişini yakalıyoruz:  “Sen onun nefesiydin. Sen dünyanın en usta şairlerinden Nazım’ı sevginle, ilginle, özleminle, inancınla, anlayışın ve paylaşımınla besledin. Güç verdin ona. Bunun için gurur duymalısın.”   
      
“Her kadın, aşkla tutkuyla sevilmek ister.” Kadına özgülüğün kaçınılmaz rengi, unutulmaz sesi bu. Kadın doğasından kaynaklanan, yabancısı olmadığımız bir istek… Katılmamak olası değil. Yozluğun, aymazlığın, eğitimsizliğin, koşullanmanın, çarpıklığın yaşandığı her alanda, kırsalda, kentte kadının bağımlılığını, ikincilliğini, eksik etekliğini, edilgenliğini duyuyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz… Saime Bircan da kültürel birikime sahip bir yazar, bir aydın olarak sorguluyor romanında bunları. Çünkü o da erkek egemen toplumda “okuyan, düşünen, üreten kadının”, nasıl yaşadığını, nasıl algılandığını  çok iyi biliyor.

Roman her ne kadar Eylem’le başlasa da asal kahraman Nursel hanım. Eylem’in annesi. Anlatıcılar değişse de ana-kız sarmalında yaşıyoruz olayları. Bütün kurgu Nursel Hanım üzerinde yoğunlaşıyor. Sonuçta Eylem de Nursel Hanımın bir parçası. Eylem’i duygu çatışması,  kadın duyarlığının inişli çıkışlı eylemi içinde buluyoruz. Nursel’i ise geriye dönüşlerle, evliliğindeki düş kırıklığıyla, terk edilmişlik sarsıntılarıyla, aldatılmanın dayanılmaz sancısıyla, aşka bakışıyla, ilişkileriyle tanıyoruz. Terk edilmişliği içine sindiremeyen Nursel’in  tepkisi kulağımızda çınlıyor: “Erkekler güçlü kadın istemiyor. Zayıf kadınların yanında kendilerini daha iyi hissediyorlar.”

Aşka susamışlığını, aşklı sözlerini de sayfalar arasında sıklıkla yakalıyoruz. “Uzun ve güzel bir susmadır aşk!, “Uzun bir yolculuktur aşk, hancısı yolcusu bir.”, Düştür, düşmektir aşk. Cennettir, cehennemdir.”, “İpek merdivenle güneşe tırmanmaktır aşk. Her türlü yanarsın.”

Eylem de derin sevginin, aşkın, erkekle duygu paylaşımının,  tutkunun ayırdında. Düzeyli ilişkinin yakınında kimi zaman.  Ancak konu annesine gelince onu çelişkiler, karşıt duygular, tepkiler, öfkeler içinde buluyoruz.. Hasta yatan annesinin cep telefonuna  bir erkekten “prenses” hitabıyla gelen ileti kuşkuya, öfkeye itiyor onu. Annesinden daha düşük eğitimli biriyle duygusal ilişki kurmasını kabullenemiyor, içerliyor Eylem. Babasından ayrılmasının, erken ölümünün, baba sevgisinden uzak bırakılmasının suçlusu gibi düşünüyor annesini. Hastaneye gidip yaşama bağlayan fişini çekecek kadar öfkeleniyor.  

Burada da kadın duyarlığının, anneyi paylaşamamanın, çevre koşullanmasının geleneksel tepkisini duyumsuyoruz. Evli, az eğitimli, genç bir adam…Olgun, eğitimli, kültürlü bir kadın… Denge şaşıyor… Ancak Eylem’in aile dostları Aynur ve duygu arkadaşı, güven duyduğu adam Okan’ın yatıştıran sözleri  onu öfkesinden kurtarıyor, hesaplaşıyor, yüzleşiyor çelişkili durumuyla: “Duygularım nasıl bu kadar değişken olabiliyor. Onu her şeyden çok severken onun ölmesini isteyecek kadar nefret ediyorum. Sonra yeniden yaşaması için dua ediyor, umutlanıyorum.” (s.108) 

Romanın genel havasından, akışından Beyaz Üşüme’de salt  kadının değil, insanın kalabalık gibi görünen yalnızlığına, yaşamına ilişkin ipuçlarını da duyumsuyoruz. Saime Bircan aynı zamanda İzmir’e de tutkuyla bağlı bir insan. Roman kısa süreliğine Eylem’in master yaptığı Strabourg’u, Paris’i tanısak da, esas İzmir baştan sona buluşuyor bizimle. Şiiriyle, semtleriyle, duygularıyla, aşklı duruşuyla… “Şair Homeros’un doğduğu topraklarda herkes biraz şair İzmir’de…Herkes âşık. Kızlar güzel, delikanlılar çapkın.” Beyaz Üşüme’yle sıcak İzmir’i adımlıyoruz; Damlacık Yokuşu’nu, Kordon’u, Varyantı, Kızlarağası hanını, Güzelyalı’yı… Kemeraltı’nın tarihsel geçmişini de öğreniyoruz. Eylem’in yeni algıları, bakışıyla dolaşıyoruz İzmir’i.

“Beyaz Üşüme” üzerine  bir tanıtım ve imza günü olduğunu, yazımı bitirip  dergiye geçmeye hazırlanırken öğrendim. Gittim, izledim o sıcak toplantıyı İzmir Konak Belediyesi Türkân Saylan Kültür Merkezi’nde. Canlı, içten, katılımcı bir toplantıydı. Şenocak Yayınlarının editörü, şair ve yazar Bahri Karaduman’ın yönettiği, eğitimci-yazar Düriye Ayyıldız ve öykücü Gönül Çatalcalı’nın konuşmacı olarak yer aldığı bu toplantıdan büyük tat aldım, yararlandım.

Ayyıldız ve Çatalcalı enine boyuna irdelemişler romanı. Roman tekniği, anlatımı, dili, kurgusu üzerine özenli bir  çalışma yapmışlardı konuşmacılar. Umarım o konuşmaları da yayınlarlar dergilerde. Yazarın kimi yerde çok fazla öğretici  davrandığını,  ayrıntılı bilgiler verdiğini vurgulasalar da genelde olumladılar romanı. Saime Bircan da öğretmenlikten gelmesinin, ayrıca turist rehberliği yapmasının da etkisiyle biraz  ölçüyü kaçırarak öğretici davrandığını, tanıtıcı bilgileri uzun tuttuğunu, etkilenmelerini, ama tüm bunlara karşın roman yazımında zorluk çekmediğini de anlattı.

Sonuçta herkesin ortak saptaması: Beyaz Üşüme, bir ilk olmasına karşın geriye dönüşleri, içsel konuşmaları, gözlemci yanıyla başarılı bir roman çalışması…

(*) Beyaz Üşüme Saime Bircan romanı, Şenocak Yayınları, İzmir Ekim 2011

ÇİNİKİTAP KİTAP-ELEŞTİRİ DERGİSİ    / SAYI:12


Saime Bircan’dan üşüme dersleri! .................... Ahmet Günbaş

Üşümüş, çok üşümüş! Beyaz beyaz üşümüş!..Öyle gelip geçici bir üşüme değilmiş titrediği! Binlerce yıldır üşüyüp dururmuş meğer.

Saime Bircan, ilk romanı Beyaz Üşüme’sinde*  derinden duyuruyor kahramanı Nursel’in kıyısızlığını:
“Ama ben üşüyorum. Çok üşüyorum. Afife Jale gibi, Camile Claudel gibi, aşkla sevilmemiş, aldatılmış kadınlar, çocuksuz kadınlar, annesiz yavrular, haksızlığa uğramış, ezilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş insanlar gibi üşüyorum. Beyaz bir üşüme bu, katışıksız, yalnız bir beyaz. El değmemiş aklık.”  (s:175)

Görüldüğü gibi üşümenin insani boyutu hayli geniş ve çarpıcı.

Kimler yok ki daha kırgın kadınlar galerisinde?.. Çoğu kişiliklerini bastırarak gelip geçmişler dünyadan.

Sözü uzatmaya ne gerek var, kısaca ‘sevgisizlik üşümesi’ bu! Hemen hemen her kadını ilgilendiren önemli bir sorun. Çünkü öncelikli konumuz ‘aşk’! Kadınlığın en çok aşkta kırıldığı, hatta hiçlendiği unutulmamalı.

Nursel’le kızı Eylem ekseninde düğümlenir tüm ilişkiler. Görücü usulüyle evlenirler Nursel’in annesi Naciye Hanım’la babası Ömer Bey.  Hem ataerkil aile yapısının baskısından kurtulmak, hem de kent yaşamına karışmak için Afyon’dan İzmir’e taşınıp kendi yaşamlarını kurmak isterler zamanla. Naciye Hanım fazlasıyla etkin olur kararda; deyim yerindeyse kocasını sürekli fiştekler.  Sonrasında tutunma ve direnme savaşımı başlar kent canavarına karşı. Ufak tefek evsel tamir işleri yürüten eşinin dar bütçesini çalışarak desteklemek niyetindedir Naciye Hanım. Akmasa da damlamalıdır yani.  Parça başı işlerden başlayarak terziliğe soyunur. İlk çocuğunun kız olmasıyla duyulan hoşnutsuzluk belleğinde yer etmiştir. Giysisini diktiği Güler Öğretmen gibi okumalıdır kızı Nursel. İyi ki okur. Ancak oğlu Murat için aynı şeyleri söylemek olanaklı değildir. Burnundan düştüğünü utandırmayacak bildik erkek kalıbının ürünüdür o.

Okumasına okur da annesi gibi mutsuz evlilikler yazgısına ortak olur Nursel. Eşinin akıl almaz ihanetiyle evliliğini noktalayıverir hemen. Kadın haliyle kızı Eylem’le baş başadır artık.

Babasızlığın kuraklığını, zorluğunu gizli sitemlerle annesine yükler Eylem. O da okumuş, kendini kanıtlamış; psikoloji mastırı yapmak için Strasbourg’un yolunu tutmuş, sıra  doktoraya gelmiştir. Donanımlı bir psikolog olacaktır sonunda.

Her şey bir kazayla allak bullak olur. Nursel Hanım, bir gün sanat etkinliğine giderken trafik kazasına uğrar. Çarpma sonucu beyin kanaması geçirdiğinden, ivedilikle beyin cerrahide yoğun bakıma alınmış, Eylem’e de Strasbourglardan İzmir’e dönmek düşmüştür. Kimi kimsesi annesinin yoğun bakımdan çıkmasını ummaktadır bir an önce. Yoğun bakımdaki belirsizliği saniye saniye paylaşır. Anne, zaman zaman sağlık belirtileri verse de derin uyku halini korumaktadır. Eylem, tüm inancıyla kollamaktadır sağaltım sürecini.

Ah, annesinin cep telefonundaki o “prenses”li ileti olmasa!.. Genç âşığı direksiyon öğretmeni Nejdet’e aittir ona duyulan aşk kokulu sözler. Üstelik evlidir, çoluk çocuk sahibidir Nejdet. Annesinin arkadaşı Aynur Hanım’dan öğrenmiştir işin gerçekliğini. İpler orda kopuverir bir anda. Bağışlamaz tutumuyla onaylamaz bu ilişkiyi. Ona göre annesi yaşamının ayıbını işlemiştir. Öfkesi acıma duygularının önüne geçer. Hatta annesinin varlığını yadsıyacak biçimde.

Aynur Hanım’la diyalogundan kalmadır şu tümceler:
“Şimdi daha çok istiyorum iyileşmesini bütün bunları ondan duymak istiyorum. Şeytan diyor ki git, bütün fişlerini çek, bu ayıbı temizle.”  (s:101)

Öncesinde de sı sık suçlamıştır annesini bilir bilmez, “Babamın ölümüne sebep sensin. Ayrılmasaydın ölmeyecekti. Bir sürü kapris yaptın. Yok, ruhunu okşamıyormuş, bunalıyormuş, ilişkileri eskimiş falan filan. Sanki herkesinki dört dörtlük… Şefken iyiydi. Müdür olunca beğenmedin babamı” diyerek.

Dikkat edilirse, Eylem’in öfkeli tavrı erkeksi bir dil taşır. Erkeksi şiddet diliyle birlikte katlanmak, çile çekmek, hoş görmek gibi kavramlar gözden geçirildiğinde, hazır değer yargılarının etkisiyle değerlendirir annesini.

Olaya bir psikolog gözüyle baktığında ise özeleştiriye girişir. Ama bu onun öfkesini dindirmez:
“Sen ne ne biçim psikologsun? Böyle bir hasta gelse sana ne yaparsın? ‘Git annenin yaşam ağlarını kopar, öfkeni ondan al,’ mı dersin? Yazık sana, verdiğin emeklere yazık…”  (s:103)

Zaten annesi bilinçaltında aynı hesabı yapmaktadır ekrana düşen beyin dalgalarının göstergesinde. Örneğin yoğun bakım sürecinde yaşanan düşsel durumlarda, yaşıtı bir gemi kaptanıyla dans etmek niyetindeyken Nejdet’i gemiden attığı bile olur.

Korkarak sevmek, yaman çelişkidir vesselam! Elbette sevgisiz bir ilişkiyi sonlandırmak da!.. Kadınlar nedense hep korkarlar . Üstüne üstlük suçlanmak, utanç duymak gibi ayrıntılar da cabası!..

Bir bakıma kızı Eylem’in sormak istediği hesabı inceden inceye yapmaktadır kendi içinde Nursel. Sonuçta kadınlığın kırmızıçizgileriyle yolu kesilen dul kadın hesabıdır bu. Yoksa aşk değildir kargışladığı. Başkaların koyduğu ilkelere/kuralara göre hareket etmek zorundadır. Kısaca içindeki gelgitler durmak bilmez:
 “Bir yandan yaşadığı düş güzelliğinde geceyi düşünüyor, diğer taraftan hiçbir ilkesine uymayan bu ilişkiden nasıl kurtulacağına kafa yoruyordu. Oluruna bırakamazdı.”  (s:53)

Ama o geceye ilişkin bir tümce vardır ki her şeye bedeldir. Bir yerde kadın olmanın anlamını kazandırmıştır ona:
“Yatağında usulca akan su çağlayan olmuştu. Engel tanımıyordu.”  (s:52)

Ancak Eylem’deki kınama giderek ağırlık kazanır. Giderek geçimsizlik, ayrılık, boşanma gibi her olumsuzluktan annesini sorumlu tutmaya başlar. Annesi olacak kadın, babasının göz yumulabilecek ufak tefek uyumsuzlukları bahane etmiştir her fırsatta. Belki de babasızlığın tek nedenidir Nursel Hanım.

Oysa Nursel, gizli aşkı dışında çok şey ifade etmektedir kızı için. Bu da şöyle açıklanır Eylem’in ağzıyla:
“Ben biraz mızıldansam sen hemen Polyanna’yı oynardın.”  (s:17)

Kolay değildir babasız yaşamın dengesizliği. O da ayrı bir üşümedir. Böyle durumlarda anne kanatlarını daha sıcak tutmak zorundadır. 

Ayrıca ince ruhlu, sanatsever biridir Nursel. Sanatsal etkinlikleri hiç kaçırmaz. Kitapları, yazarları, şiirleri, şarkıları vardır rengârenk, çepeçevre. Ne var ki bu yanını hiçbir zaman desteklememiştir kocası. Tek başına sinemaya gittiği için tokatlamıştır üstelik. Özetle uyumsuzluk her aşamada kendini göstermiş, ihanetse işin bahanesi olmuştur bir bakıma. Çekilen çilenin yarattığı soğukluk, ayrılık sonrasında şöyle duyurulur:
“Bu kapı kaç kez çarpıldı böyle. Apartman inledi. Ama artık bir daha bu gök gürültüsü sarsamayacak kapımı. Beynime tokmaklar vurulmayacak. Kan beynime fışkırıp tüylerim diken diken olmayacak.”  (s:110)

Üşümekten söz etmiştik değil mi? Aslında büyük yalnızlığın karşılığıdır o. Yaşanmamışlığın, dokunulmamışlığın, bir kenara itilmişliğin, paramparça özgüvenin, kırık dökük düşlerin, bir yeraltı suyu gibi sızlayarak sessizce akışın…   

Özellikle ‘dokunmak’ sözcüğünü enine boyuna irdeler Nursel:
“Dokunmak… Ne kadar güzel… Beynine, düşüncelerine, yüreğinin tellerine tenine dokunmak…” (s:122)

Sözcüklerden yansıyan ışığa ve büyüye bakarsak, kuşkusuz ‘aşkla dokunmak’ şeklinde algılayabiliriz bunu. Aşkın bir kadını yeni baştan yarattığına tanık oluruz böylece.

Artık “Anne, aşk nedir?” diyen küçük kızın sorusuna yığınla karşılık bulunur.

Aşk ne değildir ki!.. Çağıl çağıl bir mutluluktur anlatılmaz!

Ne var ki ender rastlanır kadınla aşkın çakışmasına. Üşünür, hep üşünür.

Öne çıkan erkeklerdir genelde. Gerek aşk sandıklarında, gerekse yaşamın her alanında…

Bilinen sözdür hani, “Her başarılı erkeğin arkasında mükemmel bir kadın vardır”  özdeyişinin görünmez kahramanıdır kadınlar. Hep arkalarda, hep geri planda… Ağızlarıyla kuş tutsalar boşunadır. Görevleri erkeklerini olağanüstü başarılara hazırlamaktır. Nursel’in sözünü ettiği Afife Jale ya da Camile Claudel gibilere benzer daha niceleri!..  

Afife Jale’nin güç bela sahneye çıktıktan sonra engellere dayanamayıp uyuşturucuya alıştığını, henüz 39 yaşındayken Bakırköy Akil Hastanesinde aramızdan ayrıldığını anımsatır bize Nursel. Çektikleri yanında alkışlar, ilgiler hafif kalmış olmalıdır.

Camile Claudel ise Rodin’i Rodin yapanların başında gelir. Ne yazık ki yonttuğu, yarattığı yeterince yansıtılmamıştır. Yaşam boyu gölgesinde kalmıştır Rodin’in. “Isını ve ışığını Rodin emdi tüketti. Sen hep gölgede kaldın,” diye not düşer gizli defterine.

Evet, gölgedeki kadınlardır onlar! Esinleyen ve bağışlayan !.. Erkeklerin tarihinden ibaret yaşam sahnesinde zerrece değerleri yoktur. Az önceki özdeyişi tersine çevirip söylersek, her başarılı kadının arkasında mükemmel bir erkek asla durmaz! Arka sıraların sakinleri bellidir. Ön sıralar sıkış tepiş erkeklerle doludur her zaman.

Dersimiz ‘üşümek’tir anlayana! Ve bu ders hiç bitmez. Soğuk rüzgârlar eser dört yandan. Evde, sokakta, işte, sanatta, politikada, her alanda, kadın kısmı (!) bir parça söz sahibi olmak istediğinde onulmaz baskılarla yüz yüze kalır.

Bircan, Nursel’e yüklediği bu Feminist öfkede yerden göğe haklı olsa da Sezar’ın hakkını da Sezar’a verir hiç çekinmeden. Örneğin, Piraye ile Nâzım ilişkisinde, Piraye’nin hüznünü paylaşmakla birlikte, aşkın volkanik halini dile getirir Nâzım’dan yana. “sen olmasaydın başka biri olacaktı. Ya da Münevver olmasa, bir başkası… O ateş yanmak zorundaydı,” der bilge bir tavırla. Mustafa Kemal ile Latife Hanım ilişkisini de, “Herkes bir bedel ödüyor. Büyük sevdalar büyük bedeller istiyor,” (s:114) şeklinde yüceltir saygınlıkla.

Sevgi Soysal ve Behice Boran gibi kadınlar ise, hem kadınlığın, hem de insanlığın destanında yer alırlar kusursuz kahramanlıklarıyla. Nursel üşüdüğünde koşar gelirler bildik telaşlarıyla. Bire bir dert ortaklıklarının ardı arkası kesilmez.

Sonuçta yoğun bakımdan çıkamaz Nursel. Eylem de umarsızca Strasbourg’un yolunu tutar. Orada başını göğsüne yaslayıp ağlayacak bir sevgilisi, “Strasbourg’un en güzel kızı!”  diye seslenen Okan vardır en azından.  Ancak genç âşığından dolayı ‘kötü kadın’  imajıyla hırpaladığı annesini anlamak gibi bir şansı yoktur. Satır aralarında kalan içlenmeleri istese de duyamaz. Çünkü sağlığında herkesin yerine kötü olmayı üstlenmiştir Nursel. Özetle biricik kızı, babasının eşcinsel bir ilişkiyle annesini aldattığını bilmeyecektir hiçbir zaman.

Görüldüğü gibi Beyaz Üşüme,  kadın sorunsalı üzerine kaleme alınmış bir roman. Hele Nurselce tanımlanan ‘uysal beyaz’  içeriğini göz önüne alırsak, Büyük Yalnızlık da diyebiliriz adına.

Bircan, bu ilk romanında güzel bir dil geliştirmiş. Yer yer şiirlerle, şarkılarla beslenen kısa, çarpıcı ve akışkan bir üslup, son satıra değin merak duygusunu kamçılıyor okurun. Anlatım üç duruma sıçrayabiliyor gerektiğinde. İç ve dış gözlemlerden yansıyan izlerde, yabancısı olmadığımız sanatçılarla yapıtlarının etkisini duyumsayabiliyoruz. Örneğin yalnızlık ve şiddetin egemen olduğu bölümlerde Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak, Kafka’dan Dönüşüm, Simone Beavoire’dan  İkinci Cins, Erich Fromm’dan Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Rene Girard’tan Şiddet ve Kutsal, John Keane’den Şiddetin Uzun Yüzyılı Sevgi Soysal’dan Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu gibi yapıtlarla anılan kimi film, konser, tiyatro vb etkinlikler modern kadını yaratan etkileşimlere kapı aralıyor yeniden. Sosyal ortam yakın tarihi yansıtan ülke gerçeğiyle birlikte çiziliyor.

Daha çok geriye gidişlerle kurgulanan roman tekniğinde, içsel konuşmalarla (gizli itiraflarla) sürdürülen iç gözlemler ağırlık kazanıyor. 22. bölümde ise, yine Nursel’in ağzından bir ölünün konuştuğuna tanık oluyoruz. Kim bilir, söyleyemediklerine son kez ölü diliyle dikkati çekiyor kadın kahramanımız. Yalnızlıktan gelip yalnızlığa giden bir yaşam eğrisinde onu anlayacak tek kişi çıkmadığına göre, anlaşılmamak çok önemli bir yara gibi duruyor geride! Anneyle kızı arasındaki diyalogda kimi gizlerin açıklanmaması, bireyselleşme konusunda daha çok mesafe kat edilmesi gerektiğini vurguluyor bir bakıma.

Sonuçta Beyaz Üşüme’nin bir İzmir romanı olduğunu belirtelim. Strasbourg ve İstanbul’dan izler taşısa da genelde İzmir temeli üzerine yükseliyor romanın inşası. Gerek Nursel’in, gerekse Eylem’in kente bakışlarındaki coşkulu anlatımları İzmir sevdalısı niteliğinde. Kentin büyüsü insanı sağaltıyor adeta! Betimlemeler, hayli ışıklı ve renkli. Söz aramızda, Eylem’in –kılavuzlara parmak ısırtacak cinste- gezginliğini konu alan 18. bölümdeki bilgileri dağarcığınıza doldurduğunuzda,  kendinizi İzmir hakkında kent kültürüyle donatılmış sayabilirsiniz kestirmeden. Özelikle Kemeraltı’dan saçılan cıvıltılar ilgisini çeker her okurun. Güzelyalı’dan Karşıyaka’ya gidip gelen sevgi dolu dokunuşlar da... Ama kente bağlılığın bir de eleştirel yanı vardır ki çarpık yapılaşmalar, incelikten duyarlıktan yoksun gürültülü patırtılı kuru kalabalıklar olumlanmaz asla.

Beyaz Üşüme,  geleceğe dönük öğrenme süreciyle kapıyı aralık bırakıyor Eylem’in sezgiselliğinde:
“Sanırım büyüyorum. Sorunların üstesinden gelmeyi öğreniyorum. Bundan böyle öfkelenmek yerine anlamaya çalışmayı denemeliyim. Yaşam en iyi öğretmen… Biraz sert ve acımasız, vura vura öğretiyor.”  (s:181)

Kim bilir, sizin de bazı çıkarsamalarınız olabilir, giz yerine geçen ayıplarınızı sorgulayarak başlarsınız yaşamı temize çekmeye!

*Beyaz Üşüme – Saime Bircan, Şenocak Yayınları, 1.basım, Ekim 2011


Basılmış Kitapları
Beyaz Üşüme
(2011)
Sus Çığlığı
(2015)
Ekin Yazın Dostları İzmir Grubu Yazar Tanıtım Sayfasıdır Ekinİzmir