Muzaffer KALE


1957 doğumlu. Çocukluğu Bodrum Bahçeyakası Köyü’nde geçti. Çiftçi bir ailenin iki çocuğundan büyüğü… Orta ve liseyi Milas’ta okudu. Uzun yıllar yaşadığı Diyarbakır’da, Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’nı bitirdi. Başta şiir olmak üzere çalışmalarını 1981’den beri, edebiyat dergilerinde yayınladı. Değişik işlerde çalıştı. Öğretmenlik yaptı. İzmir’de yaşamaktadır.

Yayımlanmış şiir kitapları: Bir Günlük Güneş, Gözlerim Akşama Ölür, Acıtmıyor Boynumu Dünya, Işıktan Kalan Kırılma, Hiçbir Şeyi Unutmadım, Sakın Zar Atma, Lirik Aksan, Menekşenin Sayılı Günleri.

Öykü Kitabı: Güneş Sepeti

 

 


Güneş Sepeti
Yankılanarak dönüyor sesim. Deniz serin ve berrak. Yalnızca başım suyun dışında, bedenim suyun oyunlarına uyarak, dağılıp toplanıyor. Kalbimin pompaladığı kanın sesi kulaklarımda kabarıyor.

Nereye kadar, diye düşünüyorum.

Gerçekten nereye kadar!

Şair Muzaffer Kale, ilk öykü kitabı Güneş Sepeti ile Can okurunun karşısında. Bu kitapta yer alan kısa kısa öyküler, yalın anlatımlarıyla dikkat çekiyor. Kale, çok renkli, geniş bir insan coğrafyasını gözlemliyor, kısa konuşmaların, anlık karşılaşmaların içindeki kırılmaları, önemsiz gibi görünen mimiklerin içinde yuvalanan öyküleri yakalıyor. Hepimizin içinde bulunduğu sorunlu, yoğun, gergin yaşamın içindeki öyküyü, şiiri yakalıyor. Farklı, kalıcı bir kitapla tanışacaksınız.

Kalemin dayanma sınırının bittiği yerde büyük bir boşluk oluşuyor
“Şair Muzaffer Kale, ilk öykü kitabı Güneş Sepeti ile Can okurunun karşısında. Bu kitapta yer alan kısa kısa öyküler, yalın anlatımlarıyla dikkat çekiyor. Kale, çok renkli, geniş bir insan coğrafyasını gözlemliyor, kısa konuşmaların, anlık karşılaşmaların içindeki kırılmaları, önemsiz gibi görünen mimiklerin içinde yuvalanan öyküleri yakalıyor. Hepimizin içinde bulunduğu sorunlu, yoğun, gergin yaşamın içindeki öyküyü, şiiri yakalıyor. Farklı, kalıcı bir kitapla tanışacaksınız.” Şair Muzaffer Kale ile ilk öykü kitabını konuştuk.

Güneş Sepeti’ndeki öyküler kısa, kıpkısa… Büyük çoğunluğu durum öyküsü olarak nitelenebilir. Buradan genel bir soru sormak isterim: Öykü kısaldıkça olaydan kopup durum öyküsüne mi kayıyor? Kısalık duruma mı odaklıyor yazarı?
Güneş Sepeti’nde iki öykü kökü var. Sizin de saptadığınız gibi ‘‘büyük çoğunluğu’’ durum öyküsü niteliğinde. Öteki kök ise kısa kısa öykü türünde. Bu iki yöntem, öykü düşünmem için uzak gelmiyor. En azından ikisinin bir yere kadar, bir arada bulunabileceğini sanıyorum. Fakat Maupassant tarzı klasik öykü bambaşka bir yaklaşım. Yüzü romana dönük bir edebiyat eylemi…  Öykünün uzun veya kısa oluşu, tek başına, onun tekniğiyle ilgili bir sorunu çözmez. Öykünün inşası sürecinde uygulanan yöntem daha çok o öykünün tekniğini oluşturur. Oluşturulan bir şeydir teknik. Durum öyküsü daha geniş bir yaklaşımla klasik öykünün gelişme ve düğüm bölümlerine benzeyebilir. Benzemek zorundadır demiyorum; fakat bir ilişkilendirme aranacaksa bu noktada aranabilir. Yine de bir bütün’ü başka bir bütün’ün parça’larıyla tarif etmenin doğru olmadığını düşünmeliyiz. Klasik öykünün yüzünün romana dönük olduğunu söyledik, peki, durum öyküsünün yüzünün de şiire dönük olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence bir teknik olarak “hayır” daha yakın görünüyorsa da klasik öyküden farklı olarak durum öyküsünün şiire daha bir “bakışımlı” olduğunu söylememizde hiçbir sakınca yok. Sait Faik’in Hişt Hişt’i gibi.

Öykülerinizde metafor ve imgeler oldukça yoğum biçimde yer alıyor. Bu anlamda Bir Akşama Doğru adlı öykünün özel bir yeri olduğu kanısındayım. Domuzlar, yasaklar ve ava gidip de dönmeyenlerin her biri bir bilineni metaforla anlatıyor diyebilir miyiz?
Metafor ve şiirsel imgeler, dilin baskın olarak göndergesel işlevde kullanıldığı metinlerde çağrışım alanını güçlendirmek için kullanılan özgün buluşlardan sayılır. Metafor ve şiirsel imgeler, şiirde olduğu gibi farklı nesnel bağlılaşıklar yaratarak metne yeni anlam katmanları kazandırmak gibi bir işlevle karşı karşıya değildirler. Fakat yine de yaşanan gerçeklik, metnin gerçekliğine dönüştürülürken, sözcükler algılayanın imgeleminde yan veya mecaz anlamları çağrıştırsın istenebilir. Yapı böyle kurulabilir. Bu durum, metni algılayandan algılayana değişecek, metnin zihinsel olarak yeniden üretiminde olası farklılıklar yaratacaktır. Edebi metinlerin belirgin özelliklerinden birisi de metnin “tek okumalık” olmamasında yatar.

Evin Son Durumu adlı öyküde evde yaşayan herkes dışarı çıktığında “Ev başını dinliyor,” diye bitiyor öykü. İnsan yaşadığı yere, yaşam alanına ağrılı bir gürültü mü yüklüyor dersiniz?
Mekânların bir olay kahramanı olarak algılanması her zaman ilgimi çekmiştir. Samimi olarak yanıtlayacak olursam, evet, bize de birileri durup dinlenmeden akla gelebilecek en kötü gürültüleri yükleyip duruyor, zevk almasak bile dayanabiliyoruz bu gürültüye;  biz de az değiliz hani, elimize geçen ilk fırsatta, en uygun olan birine veya birilerine gürültü yüklemeye hemen başlıyoruz, altta kalanın canı çıksın cinsinden. Bazen o öyküdeki ev gibi başımızı dinleyecek zaman bulabiliyorsak ne iyi!

Sayı Çiçekleri yayın alanına getirilen ince bir eleştirinin yansısı. Şimdilerde yayıncılar, öyküdeki yayıncı gibi niteliğe bakmaksızın ve çoğunlukla mali kazanca bakarak mı basıyor kitapları dersiniz?
İkisinden biri olmak öteki olmaya göre daha az yaralayıcı sayılmıyor bana göre. Umarım bu bir hastalıktır, geçer. Geçince yerinde bir şey kalmaz.

 “…kalemlerin de bir dayanma sınırı var.” Her şey kaleme, yazıya bir yük olarak görünüp kimi yerde kalemi bu yükle dayanamayacak hale mi getiriyor? Yazılar Evi öyküsünde geçen bu tümce için neler söyleyebilirsiniz?
Graphomania miydi o, tam bilmiyorum. Günlük hayatta çekilen acılar, aşklar, açlıklar, ayrılıklar vesaire bütün sıkletiyle yazıya geçirilirken estetize edilerek dönüştürülebilir ve yazıya geçtikten sonra insana huzur veren bir yaşam tadına dönüşür. Stendhal herkesin bildiği bir kalemdi değil mi? Kalemin dayanma sınırının bittiği yerde büyük bir boşluk oluşuyor. Bizdeki Oğuz Atay’dan da biliyoruz. Bildiğimiz oranda herkes buna örnek oluyor.

“Gerçekte bir olayın, yalnızca bir kez, yalnızca ‘o’ şekilde gerçekleştiği tartışılamaz bile. Niye her şey, yaşandığı gibi akılda kalmıyor!” Öykü kahramanının bu söylediğine sonsuzca katılıyorum. İnsan belleği, yaşanmış olayın gerçeğini yorumlayarak kendine uygun yeni bir gerçeklik yarattığı için mi bazı meseleler daha karmaşık görünüyor?
Çözümü oldukça basit bazı sorunların çözülemeyecek şekilde karmaşık hale gelmesini politik bir gerçeklik olarak görüyorum. Yürürlükteki politikalar çoğunluğun açıktan açığa yararına olan neyse onun tam aksine çözümsüzlük temelinde üretildiğinden, herkesin bildiği fakat hiç kimsenin bilmediği bir dili de beraberinde üretiyor. Ama sizin sorunuz, edebiyatın nasıl bir gereksinimden doğduğu sorusuyla yakın akraba. Olanı veya olması mümkün olanı en yetkin hale getirme istek ve arzularının toplamının verdiği edebiyat. Sorunu ayrıntılamak onu karmaşık hale getirmek sayılmaz çoğu zaman.

Kesin ve Dedemin adlı öyküler, şairliğinizin bu öyküler açısından belirginliği hususunda diğerlerinden ayrılıyor. Bu iki öyküye şiirin daha fazla nüfuz etmiş olmasının özel bir nedeni var mı yoksa bu durum sadece okuyucunun algısından mı ibaret?
İkinci sorunuzda buna benzer bir yaklaşım vardı. Orada da söylemiştim, göndergesel işlevli bir dilinin içinde,  uygun düşen mecaz ve imgeler kullanmak özgün bir buluş sayılabilir diye. “Kesin” ve “Dedemin” adlı öykülere bakıldığında şekil olarak şiiri andıran bir yapı görülüyor; ama şeklin ötesinde cümle bazında bütün anlamlar temel anlamda. Bir iki deyim anlamlı yerleşik kullanım var. O kadar. Bu iki kısa kısa öyküdeki yapıyı şiire yaklaştıran, anlamdaki eksiltili yapı olmalı. Bu eksilti, iki yapıyı şiire yaklaştırıyor.

Şair Fergun Özelli de çok değil sizden birkaç ay önce Can Yayınları’ndan ilk öykü kitabını yayımlattı. Son dönemde, şairler özelinde sormak gerekirse, böylesi bir biçimde disiplinler arasında hareket hakkında ne düşünüyorsunuz?
Fergun’la birbirimizi dinleriz.  Düşündüklerimizi birbirimize söylemekten kaçınmayız. Seksenli yılların başından beri arkadaşızdır. Hem, arkadaş olmaktan korkulmamalı, arkadaş olamamaktan korkulmalı. Yazan, çizen, resimle uğraşan, sinema yapan, notalarla yaşayan insanların birbirinden haberi olması gerekir. Güzel sanatların içine giren disiplinlerin birbirinde devam ettiklerini biliyoruz. Hatta, salt bir türle kendimizi sınırlarsak, dikkatimizi tek buna zorlarsak, yaptığımız iş önünde sonunda mekanikliğe düşecektir. Tersi olmaz mı, neden olmasın tersi de olabilir tabii. Kendi payıma bugüne kadar yalnızca dokuz şiir kitabıyla yetinmiş olmayı bir çeşit rahatına düşkünlük olarak görüyorum. Dünya işlerinin yürüme şekliyle sorunu olan bir insanın güzel sanatların yalnızca biriyle yetinebileceğini düşünemiyorum. Sanatın temelinde zaten, yetinmeme durumunun baştan çıkarıcılığı olduğunu kabul ediyorum.

Okuryazar TV


Basılmış Şiir Kitapları
Bir Günlük Güneş
Gözlerim Akşama Ölür
Acıtmıyor Boynumu Dünya
Işıktan Kalan Kırılma
Hiçbir Şeyi Unutmadım
Sakın Zar Atma
Basılmış Şiir Kitapları
   
Öykü Kitabı
Lirik Aksan
Menekşenin
Sayılı Günleri
Kayıp Saklanbaç
Güneş Sepeti
           
Ekin Yazın Dostları İzmir Grubu Yazar Tanıtım Sayfasıdır Ekinİzmir