.
Mavisel Yener


1984’te Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden mezun oldu. Şiir, öykü, masal, tiyatro oyunu, roman türlerinde pek çok eser verdi.

Gazete Ege‘de ve Haber Ekspres gazetesinde çocuk sayfası hazırladı.  2007’den bu yana Cumhuriyet gazetesi Kitap ekinde çocuk kitapları hakkında tanıtım ve eleştiri yazıları yazmaya devam ediyor.

Varlık, Virgül, Edebiyat Eleştiri gibi yazın dergilerinde öykü ve yazıları yayımlandı. TRT İzmir Radyosu’nda iki yıl süreyle “Mavi Mektuplar” isimli yazın köşesini hazırladı, sundu. 2007’de TRT İzmir Radyosu’nda “Mavi sözcükler” isimli köşeyi hazırlayıp sundu.

İki yazar arkadaşıyla (A. Akal, N. Yılmaz) birlikte kaleme aldığı “Mor Gece Mavi Gün” isimli oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. TRT Radyolarında oynanmış radyo tiyatroları var. “Küçük Hanımlar Küçük Beyler” adlı oyunu Uluslararası Tiyatro Festivali’nde Türkiye’yi temsil etti. Oyun, ayrıca Hindistan’da seyirciye sunuldu. 2012 sezonunda “Kırmızı Şemsiye” adlı tiyatro oyunu (A.Akal, N.Yılmaz ile birlikte) İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelendi. 2012’de (Literature İn Flux) Doğu Avrupa ve Türkiye’yi içine alan kültürlerarası edebiyat buluşmasında Split ve Tiran’da ülkesini temsil etti. 2013’de Yılın Çocuk Kitapları Yazarı ödülüne değer bulundu (Kosova)

Edebiyatçılar Derneği, Yazarlar Sendikası, Dil Derneği,  P.E.N Yazarlar Derneği, Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği, Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin üyesidir.

Çocuk yazını alanında atölye eğitmenliği de yapıyor. Çocuk yazını alanında gerçekleşen yurtiçi/yurtdışı sempozyumlarda bildiriler sundu; üniversitelerde konferanslar verdi. Öykü, masal ve şiirleri ilköğretim ders kitaplarında yer alıyor, yabancı dillere çevriliyor.

Yazar, evli ve iki çocuk annesidir.


Aldığı ödüller:

Yeni Asır- İçimizdeki köşe yazarları ödülü (1998)
Tömer- Anadili Masal Yarışması Ödülü (Evinden Kaçan Masal, 1999)
Tömer- Anadili 2000’e öyküler Yarışması Ödülü (Su Yeşili, 2000)
BU yayınevi Çocuk Mizahı Öyküleri 3. lük ödülü /Üşengeç / (2000)
BU yayınevi Çocuk Romanı Yarışması 1.lik ödülü / Kayıp Seslerin İzinde/ (2001)
2002 Samim Kocagöz Öykü 1. lik ödülü
2002 Ömer Seyfettin Öykü 1.lik ödülü
TUDEM yayınları Çocuk Romanı Yarışması 1.lik ödülü /Mavi Zamanlar/ 2003
Çocuk Edebiyatçıları Birliği Yılın Çocuk Şiiri Kitabı ödülü-2004/ Mavi Ay (Aytul Akal ile birlikte)
Abullah Baştürk Işçi Öyküleri Yarışması 2. lik Ödülü (2005)
*Kırmızı Şemsiye (Aytül Akal ile birlikte) adlı kitabı 2008’de CGYD tasarım özendirme ödülü
*2012’de Çamlaraltı Koleji Cumhuriyete Sahip Çıkanlar ödülü
*2013’de Yılın Çocuk Kitapları Yazarı ödülü (Kosova)

Yapıtları
Mavisel Yener'in çok sayıda kitabı vardır. Burada tamamına yer vermek mümkün olamadığından yazarımızın kişisel sayfasının bağlantı adresinden tamamına ulaşılabilir. Sayfanın altında bazı kitaplarından örnekler verilmiştir.

www.maviselyener.com


Gölgeler Islanmaz

Çağdaş edebiyatımızın bol ödüllü yazarlarından Mavisel Yener, Gölgeler Islanmaz'da yaşamın çekingen ayrıntılarını gösteriyor, ""iz""lerin peşinden gidiyor.

Öykülerin içinde sessizce dolaşıp sözcüklerini, dile ve yaşamın özüne olan duyarlılığı ile ışıklandırırken, sürekli değişen zamanı, unutulmuşlukları, görünmez ayrıntılar olmaktan çıkarıp kozasından kurtulan mavi bir kelebeğe dönüştürüyor.

Okurun gözlerinin içine bakıp soruyor: "Siz hangisisiniz? Hep 'gölge' olup asla ıslanmayan mı, yoksa yaşamın ayrıntılarının sırılsıklam ıslattığı biri mi?"

Kitaptaki öykülerin her biri, bilinmezlerin içinde kaybolanları derinlerden çekip günışığı sahiline çıkarırken, onlara yeni bulmacalar sunuyor; kimi zaman da gülümsetiyor.

Öykü kokan mavi kentin mavi yazarından, çiçeğe durmuş öyküler...

Aytül Akal



Mavisel Yener ile söyleşi - Röportaj: Özlem Aytekin

Çocuklar için yazmak… Uçsuz bucaksız bir hayalgücü… Saflık… Eğlence… Neşe… Heyecan… Rengarenk ve ışıl ışıl bir dünya…

Kendinizi çocuklara yakın hissediyorsanız, yazdıklarınız da onlara yönelik oluyor. Üstelik bir de çok üretken bir yazarsanız, onlar için yazılmış onlarca çocuk ve gençlik kitabınız oluveriyor. Sayısı 80'i aşan kitabıyla birçok ödülün de sahibi olan yazar Mavisel Yener ile, çocukların dünyası ve okuma sevgi üzerine konuştuk.

Kalemim nereye akarsa, oraya gidiyorum

Çocuklar için yazmak… Uçsuz bucaksız bir hayalgücü… Saflık… Eğlence… Neşe… Heyecan… Rengarenk ve ışıl ışıl bir dünya…
Kendinizi çocuklara yakın hissediyorsanız, yazdıklarınız da onlara yönelik oluyor. Üstelik bir de çok üretken bir yazarsanız, onlar için yazılmış onlarca çocuk ve gençlik kitabınız oluveriyor. Sayısı 80'i aşan kitabıyla birçok ödülün de sahibi olan yazar Mavisel Yener ile, çocukların dünyası ve okuma sevgi üzerine konuştuk.

Çocuklar için yazdığınız o kadar çok kitabınız var ki… Yaşamınızı onlara adadığınızı söyleyebilir miyiz?
Aslına bakarsanız “Yaşamımı çocuklara adadım” cümlesi bana biraz itici geliyor. Kendinizi birine/ bir şeye adadığınızda yaşam alanınızı kısıtlarsınız, bir süre sonra o birinin de yaşam alanını kısıtlarsınız. Kendinizi yok edersiniz. İyi ki yaşamımı yalnızca onlara adamadım, eğer gözüm başka şey görmeseydi onlara binlerce rengi nasıl anlatabilirdim? Benim hayatımda “Adanmışlık” sözcüğünün çok ötesinde, daha anlamlı bir yerlerde duruyor, çocuklar için yazmak.

Yazmaya başlamanız nasıl oldu?
Okula gitmediğim dönemlerde okumayı masal kitaplarını okumak, yazmayı da kitap yazmayı başarmak için öğretiyorlar zannederdim. İlkokul birinci sınıfta yazmayı öğrenince, daha önce sözlü olarak uydurduğum masalları yazıya dökmeye başladım. Artık kendimi sözcüklerin prensesi gibi hissediyordum. Büyülü bir şeydi yazmak. İlkokuldan itibaren kendimi yazarak ifade etmeyi yeğledim hep. Yarışmalara gönderilen şiirler, öyküler, dergilerde çıkan kısa yazılar derken liseyi bitirdiğimde üç ödül buldum kucağımda. Diş Hekimliği Fakültesi’nde okurken yazma çalışmalarım devam etti. Üniversiteden sonra hekimliği ve yazmayı bir arada sürdürdüm.

Sizi çocuk ve gençlik edebiyatına çeken nedir?
‘Çocuklara ya da gençlere yazayım’ diye kendimi hiçbir zaman zorlamadım. Kalemim ve düşlerim beni nereye götürüyorsa oraya gittim. Çocuk edebiyatı alanında kalem oynatmamın karmaşık bir yanıtı yok, bu kadar basit aslında. Çocuklara yazarken onlar kadar yaratıcı olabiliyorum, oynuyorum, heyecanlanıyorum, mutlu oluyorum, birbirimizi daha iyi anlıyoruz sanki!

80’in üzerinde kitabınız var. Onlar içinde yetişkinler için yazdığınız ise sadece iki kitabınız bulunuyor: “Gitme Dönmezsin” ve “Gölgeler Islanmaz.” Bu kitaplar ödül aldı, başarılı oldu. Bu türde yazdıklarınızın sayısı neden bu kadar az?
“Gölgeler Islanmaz” 2013’de yayımlandı. Daha önce de söylediğim gibi, kalemim nereye akarsa oraya gidiyorum, tamamen ona teslimim.

Kendimi çocuklara yakın görüyorum
Çocuk ve gençlik yazınında çok üretken bir yazarsınız. Kendinizi yetişkinlerden ziyade onlara daha mı yakın görüyorsunuz?
Bu çok doğru bir saptama oldu, belki de anahtar sözcükler bunlar evet! Kendimi çocuklara daha yakın görüyorum. Yeryüzünün en meraklı, önyargısız, içtenlikli bireyleri için üretmek, düşlerimizi, duyarlılıklarımızı paylaşmak dünyanın en heyecan verici eylemi.

mavisel-yener-3Çocuk yazını çok hassas bir tür… Çocuğun ilgisini çekmek, ona okumayı sevdirmek, eğlendirmek ve ona fark ettirmeden öğretmek kolay olmasa gerek. Siz bu zorluğun üstesinden nasıl geliyorsunuz?
Evet, çocuk yazını çok özel bir alan. Çok iyi bir edebiyatçı olabilirsiniz, ama bu çocuklar için iyi yazabileceksiniz anlamına gelmez. Kimi yayınevleri yetişkinler için yazanlara “ısmarlama” çocuk kitabı yazdırmaya başladılar, ama olmadı işte, olmuyor! Çocuklar için yazmanın çocukları çok sevmekle, eğitimci olmakla falan da ilgisi yok. ‘Çocukları çok seviyorum, o nedenle onlara kitap yazayım’ diye yola çıkamazsınız. ‘Çocuğun ilgisini çekeyim, ona okumayı sevdireyim, eğlendireyim, ona fark ettirmeden bir şeyler öğreteyim’ diye düşünürseniz zaten yaptığınızın adı “sanat” olmaz ki… Ben sanatımı sınırsızca eğlenerek, meraklanarak, araştırarak, yaratıcılığımın keyfini çıkararak, canım istediği için yapıyorum, bu nedenle ‘üstesinden gelmem gereken zorluk’ diye bir şey söz konusu değil. ‘Okurun ilgisini çeker miyim, öğretir miyim, ya eğlenmezse ne yaparım, hangi temayı kullanırsam iyi olur’ gibi dertlerim hiç olmuyor. Bu tür kaygılar duyularak yazılan metinleri çocuklar zaten sevmiyorlar! Onlar neyin doğallıkla aktığını, neyin yapmacık olduğunu öyle iyi biliyorlar ki…

Gelişen teknoloji ve değişen dünya ile birlikte çocukların alışkanlıkları ve davranışları da değişiyor. Onların hayal dünyasına girmek, onların dilinden konuşmak, ilgilerini canlı tutmak adına bu gelişmelere nasıl uyum sağlıyorsunuz?
Teknoloji değişse de, çocuk her zaman çocuk, bunu unutmamak gerekiyor. Galiba yetişkinlerin en çok unuttuğu konu bu. Aslında teknoloji ile birlikte alışkanlıkları ve davranışları değişenler çocuklardan önce yetişkinler… Eskiden doğada dans eden, zıplayan, şarkı söyleyen, bağıran çocuğa bir şey söylemezdi yetişkinler, ama şimdi çocukları AVM’lere tıktıklarından beri onların neşesini yok etme eğilimindeler. ‘Burada şarkı söyleme, burada zıplama’ gibi… Fakat çocukların doğasında bu neşe var. Çocuğun hayal dünyasına çıkan merdivenlerin ilk basamağında “çocuk hep çocuktur” yazar! Size bir örnek vereyim: Kitaplarım başka dillere de çevrildiği için, yurtdışında farklı ülkelerde, farklı kültürlerde büyümüş çocuklarla zaman zaman buluşmalarımız oluyor. Azerbaycan’ın bir köyündeki çocukla, Frankfurt’ta yaşayan ya da Budapeşte’de yaşayan çocuğun kitabımın aynı yerinde kahkahalar attığına tanık oluyorum. Çocukluğun dili ve dünyası ortak aslında.

Birçok ödülün sahibisiniz. Bu ödüller çalışmalarınızı nasıl etkiliyor? Sizi daha çok motive mi ediyor, yoksa sorumluluklarınızın arttığını mı düşünüyorsunuz?
Evet, çok ödül almış bir yazarım. Hatta geçtiğimiz hafta, Aytül Akal’la birlikte yazdığımız “Kayıp Kitaplıktaki İskelet” adlı romanımız uluslararası bir başarıya imza attı. Ödüller başlangıçta özendirme, kabul görme anlamında itici güç oluyor sanatçıya. Sorumluluk yüklediği gibi düşüncelere de kapılabiliyorsunuz zaman zaman. Ama bir süre sonra gerçeködülün okurlardan geldiğinin bilincine varıyorsunuz. Kitabınız pek çok baskı yapabildiyse, çok okura ulaşabildiyse o kitabın ayrıca bir ödül alıp almaması çok da önemli olmuyor.

Çocuklara yazmanın reçetesi yoktur

Çocuk kitapları illa eğitmeli midir? Sadece eğlendirseler olmaz mı?
1970’lerden bu yana bu soruyu tartışmak ne üzücü değil mi? Yazar, öğretmen/eğitmen değildir. ‘İlla eğitmeli’ söylemi sanatın ruhuna aykırı zaten. Sanat sınırsızdır, -meli, -malı ekleriyle bir arada kullanacağımız eylemleri dışlar. Çocuk kitabı eğitmek amacıyla yazılırsa onun adı edebiyat olmaz. Çocuk kitabı sadece eğlendirebilir de, sadece düşündürebilir de, hepsini bir arada da yapabilir; her şey mümkün, kalıplara sokamayız!

mavisel-yener-4İyi bir çocuk kitabı hangi özellikleri taşımalıdır?
Bu kıstasları ortaya koyarken öncelikle yaş grubunu bilmek gerekir. Örneğin, ‘okul öncesi için iyi bir çocuk kitabı hangi özellikleri taşımalı’ sorusunun yanıtı ile ‘on yaş ve üstü yaş grubu için iyi bir çocuk kitabı hangi özellikleri taşımalı’ sorusunun yanıtı farklı olacaktır. Genel olarak şunu söylemek gerekir ki, çocuk kitabı bir bütün olarak ele alınır. Yalnızca metnin, dilin yaş grubuna uygunluğu, ilgi çekiciliği değil iç resimlerinin, kapağının da çocuğu sanata, estetiğe davet etmesi gereklidir. Çocuklar, zekice kurgulanmış, düş güçlerine yetişebilen, sevebilecekleri kitaplarla karşılaştıkları zaman onunla özdeşim kurabiliyor ve başka çocuklara da öneriyorlar. İşte böyle kitaplara iyi çocuk kitabı diyoruz.

Çocuk ve gençlik edebiyatı türünde yazmak isteyen bir yazar, sizce hangi özellikleri mutlaka kendinde taşımalıdır?
Çocuklara yazmak, farklı bir birikim ile birlikte gelen doğal bir akıştır, reçetesi yoktur. Her iyi edebiyatçının yazdığı metin çocukların hoşuna gitmeyebilir. Çocukluktan anlamak farklı bir yetenek ve bakış gerektirir. Çocuk ve edebiyatını anıyorsak, çocuğu edebiyatın sonsuz rengine, anlamına taşıyabilecek ürünlerden söz etmek zorundayız! Çocuklara yazarken onların hayal gücünü ve yaratıcılığını yakalayabilmenin yanı sıra her yaş grubunun dil özelliklerini, fiziksel özelliklerini, ilgi alanlarını, çocukluk felsefesini iyi bilmek zorundasınız. Aynı zamanda onları edebiyatın sonsuz okyanusuna da davet etmek zorundasınız. İpuçlarından biri de şu; Çocuğu dinle, çocuğu izle, ama ona hükmetmeye çalışma!

Çocuklara okuma alışkanlığı edindirmek için nasıl bir yol izlenmeli?
Okumayı alışkanlık değil, gereksinim haline getirmek önemlidir. Çünkü okuma kültürü bir yaşam biçimi haline gelmeli ve ihtiyaç olarak hissedilmelidir. Bu gereksinimi oluşturabilmenin anahtar sözcüğü ‘sevgi’dir. Çocuk okuduğu kitabı sevmişse, o kitapla iletişimi iyi olacak, bir sonraki kitabı da sevinçle davet edecektir. Kitap sevgisinin oluşması için çok önemli bir özellikten söz edeyim: Metindeki yaklaşımların dayatmacı olmaması! Aslında yaşamda da öyle değil mi? Bize dayatma yapan birinin yanında olmaktan hoşlanır mıyız? Çocuklar kendilerine dayatma yapan hiç kimseyi, hiçbir şeyi yüreklerine almazlar. Çocuk okurlar, onların yerine düşünen kitapları sevmezler. Soru sorduran, düşünsel özgürlüklerini hissettiren kitaplardan hoşlanırlar. Kitabın kahramanları ile özdeşim kurabilmeleri için, dayatmacı olmayan bu yaklaşım çok önemlidir. O zaman, eğlenir, serüvenler yaşar, sorular sorar, merak ederler; böylece, o sevgi bağı kendiliğinden oluşur. Eğer bir yazar, onları eğlendireceğim ya da meraklandıracağım diye saçmalarsa, çocuklar bunu da ayrımsarlar, çünkü onlar neyin içtenlikle yapılıp neyin zorlamaca olduğunu iyi biliyorlar! Çocuklara okuma gereksinimi kazandırmanın tek yolu onların iyi kitaplarla buluşmaları için rehberlik etmektir. Ailelerden ricam, çocuklarına iyi örnek olmaları… Öğretmenlerden ricam, öğrencilerini çağdaş çocuk edebiyatı yazarlarıyla tanıştırmaları… Bunun yanı sıra şu önerileri getiriyorum:
* Çocuğunuz için iyi bir kitap dostu bulun. Büyükanneler bu iş için idealdir.

* Çocuğunuzun arkadaşına armağan edeceği kitabı kitapçıdan kendisinin seçmesine izin verin.
* Alışveriş için çarşıya çıktığınızda kitap almasanız bile bir kitapçıya uğramayı, kitapçı vitrinlerine bakmayı alışkanlık haline getirmeye çalışın. Unutmayın, çocuğunuzun ilgi alanlarını ve alışkanlıklarını belirleyecek olan, sizin ilgi alanlarınız ve alışkanlıklarınızdır.
* Çocuğunuzun sevdiği bir kitabın yazarına, çizerine ulaşıp iletişim kurabilme olanağınız varsa, değerlendirin. Bu, çocuğunuzun kitaba ve yazara olan ilgisini arttırabilir.
* Kitap fuarları yaşı kaç olursa olsun, çocuğunuzla kitap arasında güçlü bir bağ kurmanın etkili yollarından biridir. Eğer olanağınız varsa, çocuğunuzla birlikte kitap fuarlarına gidin ve tüm günü orada geçirin.
* Kütüphaneler de çocuğunuzla vakit geçirebileceğiniz, onu kitapla tanıştırabileceğiniz özel ortamlardır.
* Kitap alırken, fuarlarda, evinizdeki kitaplıkta ya da sadece kitapçı gezisine çıktığınızda, çocuğunuzun kitaplara dokunmasına izin verin. Resimlerine baksın, sayfaları karıştırsın, kitabı hissetsin.

Ebeveynler çocuklarına örnek olmalı

mavisel-yener-5Aileniz size küçük bir çocukken okuma alışkanlığı nasıl kazandırdı?
Nefes almak gibi, onunla birlikte dünyaya geldim aslında galiba! Kendileri de çok okuyorlardı, kitap okumadan yaşanmaz zannediyordum. Nasıl ki sabah kahvaltı ediliyorsa, akşam yatmadan önce de kitap okunur diye biliyordum. Çünkü onlar öyle yapıyorlardı. Bunun yanı sıra, okuduklarıma hiç karışmadılar, dayatmacı olmadılar. Ne istiyorsam onu okudum, tam destek verdiler.

Şimdiye kadar çeşitli gazetelerde çocuk kitapları tanıttınız. Peki, ebeveynlere çocuklarına ne tür kitaplar almalılar?
Ebeveynlerin yapması gereken şey, çocuklarına okuma konusunda iyi bir örnek ve destek olmak… Çocuğu nitelikli yayınevlerinin kitaplarıyla, çağdaş yazarlarla buluşturma, gelişim seviyelerine uygun olan kitaplarla karşılaştırma konusunda rehberlik yapabilir aile.  Çocuğunun ne tür kitaplardan hoşlandığını gözlemleyebilir. Ailelerin çocuklarına bu tür bir rehberlik yapması için Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinde her perşembe, çocuk kitapları inceleme ve tanıtım yazıları hazırlıyoruz. Oradan yararlanan pek çok öğretmen ve aile var. Aile çocuğu için sürpriz bir kitap seçecekse bizim tanıtım sayfalarımızdan ya da bir çocuğun rehberliğinden yararlanabilir!

Bir çocuğun kitaplığında mutlaka olması gereken yazarlar kimler olmalıdır?
Çocuğun farklı türleri, farklı yazarları okuması ileriki seçimlerinin daha isabetli olması için önemlidir. Jules Verne, F.Baum, J.Gaarder, Asa Lind, Italo Calvino, Behrengi, Lewis Carrol, Exupery, C.Nöstlinger, T.Brezina, M.Ende, A.Clements, R.Dahl, P.Baccalario, A.Lindgren ilk anda aklıma gelenler…

Sizce çocuk edebiyatında en sık düşülen hata nedir?

Satış, edebiyatın önüne geçmiştir, bu en büyük tehlikedir.

Yayınevleri de artık bu türe daha sıcak bakıyorlar. Çocuk edebiyatı ülkemizde bugün nasıl bir noktaya geldi?
Yayınevlerinin çocuk ve gençlik edebiyatına değer vermelerini önemli buluyorum. Ülkemizde bu alana hizmet veren nitelikli yayınevleri var. Geçmişe göre epey yol kat edilmiştir. Ancak yayınevi ve kitap çeşidindeki fazlalaşma, niteliği belirlemiyor. Çocuk kitabı üretmek için yalnızca iyi metnin hazır olması yetmez. Uluslararası düzeyde resimleme, tasarım, nitelikli baskı, özenli editoryal çalışma, çeviri gerekir. Türkiye’nin sadece büyük kentlerden oluşmadığını da göz önünde tutmamız gerekiyor. Benim ‘merdiven altı yayıncısı’ dediğim kimi yayınevleri ucuzcu bir mantıkla, berbat çevirilerle, klasikleri kesip biçip yayımlıyorlar. Ya da çocukluk anılarını çalakalem yazan birilerinin kitaplarını çocuklara satma derdindeler. Anadolu’daki kırtasiyelere gidip bakın, kötü çevirileriyle, niteliksiz baskılarıyla bu tür kitapların rafları doldurduğunu göreceksiniz.

Bütün bunların yanı sıra, eğitim sistemi aracılığı ile çocuklara nitelikli, çağdaş kitapların ulaştırılması konusunda da kat edilecek epey yolumuz var. Bu merdivenaltı yayıncılarının kitaplarından, yalnızca ucuz olduğu gerekçesiyle, binlerce alıp okullara hangi kurumlar aracılığı ile dağıtılıyor dersiniz? Herkes sıvayacak kolları, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek. Hepimiz kendi alanımızda bilgi ve yeteneklerimiz doğrultusunda üretim yapacağız. Sorumluluğu başkalarına yükledikçe sorunlar aşılmaz dağlar olarak önümüze gelecektir. Yayıncı, yazar, çevirmen, editör, dergi yayıncısı, anne-baba akademisyen, ressam, kütüphaneci, bakanlık, millî eğitim müdürlükleri, öğretmen örnek bir imeceyle Türk çocuk edebiyatının geleceğini birlikte tasarlamalı. İşte o zaman çocuk edebiyatımızla ilgili daha sevindirici cümleler kurabiliriz.


Bu hafta edebiyatımızın “mavi” kalemi, çocukların oyun arkadaşı, gençlerin maceraperest dostu Mavisel Yener ile buluştuk ve edebiyatı, çocukları, evrenin planlarını konuştuk.


Yaratıcılığın sırrı özgürleşebilmekteBazı velilerin, öğretmenlerin hatta benim bizzat tanıştığım kütüphane görevlilerinin ‘çocuk kitabında gerçek hikâyeler olmalı,’ takıntısını neye bağlıyorsunuz?
Her zaman çocukların hayal gücüne ‘inmek’ falan derler, bana göre ‘inmek’ değil ‘çıkmak’tır, o. Çocukların hayal gücüne çıkabilen, onlara güvenen bir yetişkin, söylediğiniz gibi bir görüş savunmaz. Bu gerçekçi kahraman, bu düşsel kahraman, diye ayırmaz.  Çocuk o düşün gerçekten bir düş olduğunu bilir. Zaten masallar ile büyütüyoruz onları, önce masal türü ile karşılaşıyor ve masal türü de fantastiktik edebiyatın bir kolu, hatta ana damarı bile diyebiliriz. Çocuklara gerçek olmayan kahramanları anlatmayın demek, çocuklara masal anlatmayın demek ile eş değer bana göre. Bunu yapanlar biraz daha okusalar, araştırsalar, çocukları biraz daha iyi tanısalar iyi olur, diyorum.

Çocuklara güvenmemek ile mi alakalı bu durum?
Ben karşısındakine güvenmemek diye bir şeyi yaşamımda kabul eden birisi değilim. Kendine güvenmez o kişi. Eğer kendinizde bir şey varsa, yansımanızı karşınızdakinde görürsünüz. Başkaları aynanız olur. Çocuğuna güvenmeyen, kendine güvenmiyor demektir.

Çocuk edebiyatında eser vermek için pedagoglar, uzmanlar ile çalışan yazarlar da var biliyorsunuz. Edebiyat bunlar ile bağdaşır mı? Çocuk edebiyatında ürün vermek için buna gerek var mı?
Çocuk için yazıyorsak çocuğu çok iyi tanımamız gerekir. Çocuk yazarı, çocuğun hangi yaşta neyi algılayabileceğini, ilgi alanlarını, sözcük dağarcığını, yazılanların hangi duygusal çağrışımları yapacağını çok iyi bilmeli.  Ben okuruma okuma ve edebiyat keyfini verebilmek için bir pedagoga danışıp kitabım pedagojik formasyona uygun mu diye sormadım hiç. Çünkü bir yazar olarak bu donanıma zaten sahip olmam gerekiyor.  Diş Hekimliği eğitimi alırken zaten pedodonti derslerimizde çocuk psikolojisi konusunda epey eğitim aldım, çocuk hastalarla uzun süre çalıştım.
 
Siz İzmir’de yaşıyorsunuz. Diş hekimliği mesleğinizi artık yapmıyorsunuz sanırım?
Uzun yıllar beraber yürüttüm iki işimi. Diş hekimliği yaptım ve yazdım. İkisi birbirini besledi. Dişlerden ve düşlerden sorumlu olmak çok eğlenceli!

Türkiye şartlarında bir yazarın sadece yazarlık yaparak geçinmesi sizce mümkün mü? Yayınevleri tarafından uygun ortam sağlanıyor mu yazarlara ya da sizinki gibi yıllar mı geçmesi gerekiyor?
Bunun için zaman ve sabır gerekiyor. Toplumun sanata, emeğe, yazara, kitaba bakışıyla da doğru orantılı elbette. Yeni yazmaya başlayan birinin, ne kadar iyi bir kalemi olursa olsun, sadece yazarak geçinmesi gerçekten çok zor. Bu bir ütopya olur. Keşke olabilse ama bu çok zor, tabii yıllar geçtikten ve kitap sayınız çoğaldıktan sonra, biraz daha okurunuz ile iletişiminiz yoğunlaştıktan sonra bu olabilir. Uzun bir yolculuk gerektiriyor.

Gençler yazarlığı çok kazandıran bir meslek olarak görüp biraz da ondan ilgileniyorlar gibi ama işin aslı pek öyle değil galiba?
Çok yerinde bir soru bu sevgili Gülşah. Yazar, özerklik duygusunu, kazanma hırsına, ünlü olma hevesine, övgü düzenine teslim etmemeli. Buna teslim olursa, kendisi bile fark etmeden, yaratıcılığı körelir. Yola çıkışınız eğer para kazanmak için, ünlü olmak için yazmaksa, orada bir yanlışlık var, edebiyatınız tehlikede! Edebiyatı arka plana alarak yola çıkıyorsunuz, hırsınıza yeniliyorsunuz. Oysa yüzyıllardır sanatın yolu bu değil. Kişi kendini her şeyden özgürleştirebildiği anda yaratıcı olabiliyor çünkü.

İzmir’de yaşıyor olmak meslek açısından bir artı ve ya eksi getiriyor mu yoksa her koşulda idare edebiliyor musunuz?
Kitaplarımın çıktığı ilk yıllarda ardı ardına ödüller almaya başladığımda “İzmir’den biri çıktı, ödüller alıyor…” diye yazılar çıkmıştı. Sonraki yıllarda aldığım ödüllerde artık şehir vurgusu yapılmaz oldu, çünkü sınırları kaldırdığımı fark ettiler. Türkiye’ye baktığınız zaman edebiyatımızın çınarlarının çoğu Anadolu’nun bağrından kopmuş isimlerdir. Bir yazarın edebiyat dünyasında yol alması için ille İstanbul’da yaşaması gerek diye bir şey yok. Hele ki iletişim çağı o kadar hızlandı, haberleşmemiz kolay, İstanbul’da yaşamışım, Paris’te yaşamışım, İzmir’de yaşamışım hiç fark etmez. Her hafta yazılarım ulusal bir gazetede yayımlanıyorsa, oyunlarım devlet tiyatrolarında oynanıyorsa, kitaplarım yurt içinde ve dışında okunuyorsa, İzmir’de yaşamak bir eksidir diyemem. Bana göre artıları bile var. Çünkü İzmir çok daha yavaş ve insana esin veren bir kent. Yazmak için daha çok zaman kalıyor bana.

Aytül Akal ile ortak yazdığınız kitaplar da var. Ortak akıl, ortak düş ülkemizde nasıl karşılandı?
Aytül Akal’la birlikte yazdığımız kitap sayısı 16 olmuş. Kayıp Kitaplıktaki İskelet (Tudem Yayınları) adlı romanımız uluslararası ödül aldı, dünyanın pek çok diline çevrilecek. Okullarda yaptığımız söyleşilerde çocuklar hep bize şunu soruyorlar: “Siz hiç birbirinizi kıskanmıyor musunuz?” Tabii ki öyle bir şey yok. Tam tersi ikimiz de birbirimizi çoğaltıyoruz. Aslında iki yazarın el ele vererek bir şey üretmesi kolay görünmüyor, değil mi? Birlikte çalışmak çok eğlenceli aslında. Kimseye örnek olalım diye böyle bir projeye başlamadık. Bir süre sonra gördük ki, çocuklar çok etkilendiler. Sonra onlar da ortak bir şeyler yapmaya başladılar. Bunu deneyen yazar arkadaşlarımız bile oldu. Ama biraz doğal gelişmesi gerekiyor bunun. Eğer evrensel planda varsa, kendiliğinden zaten gelişiyor. Hani birlikte çalışırken tartışmıyor musunuz, diyorlar çünkü yazarın egosu yüksektir her zaman için. Egonuzu nasıl törpülüyorsunuz soruları bize geliyor. Bu noktada Aytül Akal bana göre örnek alınması gereken çok özel bir yazar ve yazarlığın ötesinde çok özel bir kişilik, egolarımızı sıfırlamış olarak çalışıyoruz. Hiç kavga etmedik ya da hiç tartışmadık çünkü birbirimizin edebiyatına ve düşüncelerine saygı duyuyoruz. Galiba başarımızın sırrı bu saygıda olsa gerek.

Türk edebiyatının geldiği noktayı yurtdışından nasıl görüyorsunuz? Sizler yurtdışında iyi temsil edilebiliyor musunuz?
Aslında yazdıklarımız dünya çocuk edebiyatının hiç altında kalmıyor ama temsil sorunları var elbette. Çünkü yurtdışında bir kitabın basılması için, yazar ile iletişim kurmazlar, ajans ile iletişim kurarlar. Türkiye’deki ajanslar çocuk ve gençlik edebiyatı ürünleri ile çok fazla ilgilenmiyorlar. Yayınevleri, Türkiye’de basımı, tanıtımı, dağıtımı ile uğraşırken, bir de yurtdışına pazarlamaya zaman ayıramıyor. Benim yurtdışında basılan kitaplarım Teda Projesi ile çevrildi. Arapçaya, Macarcaya ve İngilizceye çevrildi. 87 kitabımdan üçü yabancı dillere çevrildi; ancak Kayıp Kitaplıktaki İskelet “dünya dillerine çevrilmesi önerilen on kitap” arasına girdiği için, sanıyorum bu sayı yakın zamanda artacak. Umarım Türkiye’deki ajanslar da bunun farkında varıp çocuk edebiyatına daha çok ilgi gösterirler.

Henüz gitmediğiniz bir şehir kaldı mı Türkiye’de?
Birkaç yer var gidemediğim, fakat birçok kente, kasabaya gittim. Çünkü ülkesinin her yanına ulaşabilmenin, bir yazarın görevi olduğunu düşünüyorum ve görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. Farklı köylerde, kentlerde, kasabalarda çocuklar ile buluştuğumda, bu beni çok mutlu ediyor, yaşadığım toprakları ve insanını tanıyorum. Elbette ki yurtdışında da zaman zaman konuşmalarımız oluyor. Yurtdışındaki fuarlara gidiyorum. Türkiye’de bir çocuk bir öykünün neresine gülüyorsa yurtdışında da aynı yere gülüyor. Çocuk her yerde çocuk. Yazdıklarımın evrenselliğini de aslında biraz buradan tartabiliyorum.

Çok seyahat ettiğinizden bahsettik. Bu aile yaşamınıza nasıl yansıyor?
Ben bu konuda gerçekten çok şanslıyım. Gerek kızlarım, gerek eşim beni her zaman destekliyorlar. Aslında seyahatlerim edebiyatımı da besliyor, bunun farkındalar. Eve geldikten sonra anlatacak o kadar çok şeyim oluyor ki, ailem de mutlu oluyor. Birlikte geçirilecek uzun zamandan çok, birlikte geçirilecek kaliteli zaman önemli bizce.

Şuan üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?
Bilgi Yayınları’ndan çıkan Çılgınlar Sınıfı serisini 4 kitap.  Okurlarım  bu seriyi çok sevdiler şimdi beşincisini yazıyorum. Pek yakında bitireceğim.

Yazmayı düşündüğünüz, kafanızda dönüp duran bir hikâye var mı? Hani bunu çok daha sonra yazmalıyım dediğiniz?
Kafamda olan öyküleri bekletmem, yazarım. Kafamın içinde dönüp duranları hemen yazarım. Yazıyorum ve benden çıkıyor. Çünkü yaşam akıp gidiyor ve her geçen gün yeni şeyler dönmeye başlıyor belleğinizde. “Yazmadım” diyerek kendimi öyle üzeceğime, oturup yazarım. Zaten zamanı gelince, evren onu size gönderiyor. Aslında ilk geldiği an size o esin gönderilmiştir, artık siz onu yazmalısınız ama siz “bunun zamanı var, beklet” diyorsanız, o plana karşı gelmiş oluyorsunuz. Ona da karşı geldiğiniz zaman, size küsebiliyor. Bekletecek misin, hadi bakalım o zaman iyi bekletmeler diyor!

O zaman evrenin planlarına uygun hareket etmeliyiz mi diyelim?
Kesinlikle öyle. Benim için bu çok önemli. Ben mucizelere de inanan birisiyim. Evrenin planının doğrultusunda gittiğimiz zaman ve o iç sesini dinlediğimiz zaman, her şey daha güzel olur. Genç yazarlara söylemek gerek aslında, oturun ve yazın, sakın ertelemeyin. Ertelediğiniz zaman hayat da sizi erteliyor!
.


Kitaplarından Bazıları

HAKKINDA BASINDA ÇIKAN YAZILAR


İCLAL AYDİN / VATAN GAZETESİ / (08/05/2004)
Bir yerden "ayrılmaktır" boğazıma bir türlü çözülmeyen o düğümü yerleştiren... İşte öyle, o düğümlerden biriyle sürüp giden bir gündü... Yine karton kutular doldurulmuş, yine bir dolu imzalar atılmış, yine bir sürü insanla vedalaşılmış... Yan masamda oturan fincanını hatıra bırakmış bana... Adres değişikliği can acıtıcıdır, heves yaşatır bir yanıyla da ama... Bunu en taze sanırım gazetemizde bir süre önce yazmaya başlayan Mustafa Mutlu taşır kalbinde... (Tam da yeri gelmişken, biraz gecikmiş olmanın mahcubiyetiyle, hoş geldiniz aramıza Sevgili Mustafa Mutlu!) Neyse, işte... VATAN'dan ayrıldığım filan yok, aksine daha çok yerleşiyorum evime, yanlış anlaşılmasın... Üzerinde çalıştığımız bir başka projeyi daha burada yaşatmaya başlayacağız... Yani "karton kutular günleri" yaşamaktayım... O karton kutuların üzerine bırakılmış bir zarf açtım işte o düğümle yaşadığım sıkıntılı günde... İçinden bir kitap çıktı. Kitabın adı "Kar Sesi". Mavisel Yener ve Aytül Akal yazmış. Kar Sesi bir 'çocuklar için şiir kitabı'... Gibi... Ama aslında... O kitap boğazında düğümler yaşayan kadın ve erkeklerin kitabı... Bu kitabı Mustafa Delioğlu "yapmış"... Evet, evet yapmış... "Kitabın resimlerini Mustafa Delioğlu çizmiş" denmez... ayıp olur çünkü... O resimler, ah o resimler bana baksalar hep... Nerede olursam olayım, o resimleri görsem... İki sanatçı... Biri İstanbul'da, adı Aytül Akal... Öbürü izmir'de, adı Mavisel Yener... Her sabah ve her akşam elektronik mektuplar yazmışlar birbirlerine... O mektuplar aslında birer şiirmiş... O şiirler şimdi kitap olmuş... O kitabı görmelisiniz... Çocuğunuza bırakacağınız en güzel şiir kitaplarından biri bu... Bu kitaba âşık oldum... Ressam Mustafa Delioğlu'nu aradım..."Popüler Kültür Gazetesi'nde, hani Murat Belge'nin bir yazısı vardı, oradaki resimler..." dedim, "Evet, benim" dedi... "Bir serginiz olsa da ben o resimleri yakından görsem... "Kimbilir..." dedi. "Elleriniz dert görmesin" dedim. Aytül Hanım'ı aradım ama bulamadım... Aynısını ona da, Mavisel Hanım'a da söyleyecektim... İşte söyledim...

MAHSUN DOĞAN / PENCERE DERGİSİ / (2003)
Geçen yılki yarışmada ödül alan Mavisel Yener'in kitabının sayfalarını aralayalım biraz. Mavisel Yener, adı gibi maviye tutkun bir yazar. Mavi bir kentte, İzmir'de yaşıyor. Mavi Elma adlı çocuk öyküsünde, dokuz günlük bir Antalya seyahati, küçük bir çocuk olan Birce'nin gözünden anlatılıyor.
Yolculuklara çıkarken, dönüşte okumak için kendisine bir mektup yazıp, masasının üzerine bırakan bir çocuk Birce. "Dokuz gün sonra bu odaya döndüğünde, neler yaşamış olacaksın kim bilir." diye başlayan mektubu masasına bırakıp Antalya yolculuğunu anlatan Birce'yle birlikte, okuyucular da geziyor. Ama Antalya'yı değil. Çünkü yolculuk, Burdur'daki İnsuyu Mağarası'nda, Birce ve babasının yolu kaybetmesiyle, sarkıt ve dikitler arasında uzayan büyülü bir serüvene dönüşüyor.

Yarasaların dansı, ateş böcekleri ve onlara mağaradan çıkışı bulmaları için yardımcı olan Mağara Gezgini. Kırmızı sakallı, buruşuk yüzlü bir dede. Bu karşılaşmanın ardından, tam bir masalsı dünyaya taşıyor okuru Mavisel Yener.

Mavisel Yener'in, ilk baskısı 2000 yılında yapılan Mavi Elma kitabındaki Birce, bu kez, Mavi Zamanlar romanında çıkıyor karşımıza. İlköğretim okulları arasında düzenlenen masal yazma yarışmasında ikinci olan bir öğrenci olarak… Hem de yazarına, Tudem Roman Ödülü'nü kazandırıyor.

Mavi Zamanlar'da ise Birce'nin, masal yarışmasında dereceye giren arkadaşlarıyla birlikte katıldığı bir haftalık geziyi yaşıyor okur, onunla birlikte. Gezi nereye mi? Milattan Önce 2. yüzyılda kurulmuş bir antik kent ve sağlık merkezinin kazı alanına… Bergama'daki Allianoi'ye (Alyanoi)… Yortanlı Barajı'nın suları altında kalacak olması nedeniyle Ege'nin Zeugma'sı diye adlandırılan Alyanoi, Helenistik çağda kurulmuş. Şifalı suları ve ılıcaları nedeniyle tarihteki en önemli tıp merkezlerinden birisi… Okur, Birce ve arkadaşlarıyla birlikte bu antik kent hakkında bilgileniyor. Su perisi yontusunun, iki bin yaşındaki taşların, çömleklerin, çanakların öykülerine uzanıyor… Birce ve arkadaşlarının rehberi ise, kazı ekibinden çok, bir kitap: Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları. Kitaptaki masalın anlatıcısı, bu gizleri Mavi Zamanlar'ın dolunay masalcısı'ndan öğrendiğini söylüyor.

Kitabın arka kapağında şunlar yazılı: "Ey okur… Mavi Zamanlar'a doğru yola çıkmaya Hazır mısın? Yanına yalnızca bu kitabı al; bir de yüreğini… Sonra hiç korkmadan ilerle… Yolunu aydınlatan, Dolunay'dır." İmza: Dolunay Masalcısı.

Mavi Zamanlar, bir çocuk romanı olmakla birlikte, yetişkinlerin de keyif alarak, bir sonraki sayfayı, olayların akışını merak ederek sayfalar arasında ilerlemekten kendini alamayacağı bir kitap. Ustaca bir kurgusu var.

Kitabın yazarı Mavisel Yener, 1962 Ankara doğumu. Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ni bitirmiş. Ancak, 1978 yılından bu yana yazıları, öyküleri ve masallarıyla yer alıyor dergi ve gazete sayfalarında. 25 çocuk kitabında imzası var. Birçok ödül kazanmış masalları ve öyküleriyle… Çocukların ve masalların dünyasında gezmeyi seviyor.
MAHZUN DOĞAN / Pencere Dergisi / 2003

AYTÜL AKAL / VARLİK DERGİSİ / (Şubat 2004)
Mavi Bir İz Bıraktı Yaşamımda Mavi Zamanlar... Aytül Akal Bazı kitaplar vardır, okur unutursunuz; hiç iz bırakmaz geride. Bazen de, işte böyle bir roman çıkagelir, mavi bir iz bırakır yaşamınızda. Öyle bir iz ki, yaşam boyu mavi gökyüzünün sonsuzluğunu, mavi denizin büyüsünü çizer yüreğinize; her an yeni yaratılara, yeni coşkulara kapılacak gibi durmadan kabarıp köpüren sevinçlere hazırlar sizi...

Mavi Zamanlar, Tudem'in 2003 yılında açtığı ve Türkiye'nin her tarafından 300'ü aşkın yazarın masallarla, öykülerle, romanlarla, üstelik birkaç dosyayla birden katıldığı bir yarışmada, roman dalında birincilik ödülüne layık görülen bir yapıt. Hani her ödül kazanan kitabın ardında başka manalar aramak modadır ya, bu modayı izleyenleri büyük bir düş kırıklığı bekliyor bu kez. Çünkü belli ki, Mavi Zamanlar, dilinin, kurgusunun, temasının ve bütünlüğündeki kalıcılığının akıyla almış birinciliğini...

Lezzetli bir çikolata parçasını ağzınızda bir kez eritmişseniz, artık onun verdiği hazzı unutmak mümkün olmaz... Akla geldikçe, beyin harekete geçer, lezzeti kapıp getirir yine anılardan. İşte bende böylesi bir iz bırakan birkaç kitaptan biri oldu, Mavi Zamanlar... Ve şimdi romanın, kitapçılarda bir "kuş uçumu kadar yakın" olması bile heyecanlandırıyor beni.

Okullararası öykü yarışmasında derece alan dört gencin ödülü, arkeolojik kazı alanında bir haftalık tatildir. Allianoi kazı bölgesi, çok yakında barajların gölet alanı ortasında kalacaktır; bu nedenle, bir grup arkeolog, binlerce yıllık tarihi, sular altında kalmadan önce elden geldiğince kurtarmaya çalışmaktadır. Birce, Aktan, Işıl ve Sevilay, işte bu bölgede konuk olacak, kazıları izleyecek, binlerce yıllık tarihi kalıntıların kurtarılışına tanık olacaklardır.

Birce, kazı alanına gitmek için yola çıkarken, bir gün önce kullanılmış eski kitapların satıldığı kitapçıdan aldığı "Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları" başlıklı kitabı da yanına alır... Dolunay Masalcısı'nın masalını anlatan bu kırmızı kapaklı kitabı okurken, yazılanlarla yaşadığı yaşam arasında inanılmaz geçişler bulur. Şifreleri yalnız başına çözemeyeceğini düşünür ve eski masal kitabının sırrını arkadaşlarına açar.

Allianoi kazı alanında geçirilen, yarısı masal, yarısı öykü bir hafta, roman kahramanı gençlere hiç unutamayacakları bir deneyim yaşatırken, okurlarına da yıllarca öncesinden gelen bu kırmızı kapaklı masal kitabı aracılığıyla, yaşamın anlamına açılan kapıları gösteriyor: "Her şey yaşamın gizli geçitlerine yol olabilir, yeter ki gör!"

Mavi Zamanlar, sanki binlerce yıl öncesinden başlayan bir masalı, 2003 yılında çözüme ulaştırıyor; ancak Mavisel Yener, masalın yine de bitmemiş olduğunu vurguluyor, romanın son sözcüklerinde: "Çözdüğümüz her sır yeni bir yük bindirir omuzlarımıza… Bu öykü bundan sonra başlar. Mavi Zamanlar'ın Dolunay Masalcısı'ndan merhaba!…"

Serüvene olan merakları sayesinde masalın şifrelerini çözen çocuklar, sözcüklerin gerisinde, yaşama dair nice anlamlar keşfederler. Mavi Zamanlar, geçmişle geleceği günümüzde birleştirirken, hem tarihe saygıyı, hem geleceğe umudu aktarıyor okurlarının yüreğine…

Dünyanın yedi ayrı bölgesinde olduğu düşünülen enerji üreten jeneratörler ele geçirilirse neler olabilir? Dünyanın dengesinde olabilecek en küçük sapma, yeryüzündeki su dengelerinin yerini değiştirebilir mi? Ya kötü niyetli kişiler, bu jeneratörlerden birinin, Allianoi'nin gizli geçitlerinde olduğunu öğrendilerse?

Mavi Zamanlar, okunurken birçok yöne açılımı olan, masal ve gerçekle iç içe geçmiş, böylesine sıra dışı bir öykü sunuyor bize.

Binlerce yıl öncesinin tekerlek izini taşıyan taşın üzerindeki harfler neyi anlatıyor? Yeşil böceklerin sırrı ne? Eski masal kitabında sözü edilen Dolunay Masalcısı kim? Ve bundan sonra, Dolunay'da kim anlatacak masalları?

"Birden sabaha dönüştü karanlıklar; gümüş rengi koca bir dolunay, dağların doruklarına doğru yükseldi."

Mavisel Yener'in okurların yüreğinde doğdurduğu Dolunay, kim bilir ne yeni şifreler sunacak, ne yaratıcı açılımlar verecek gençlerin belleklerine… Bir şurup gibi akıttığı sözcükleri, nasıl da yeni ilhamlara doğru koşturacak okurlarını…

Yazar, "Görmeyi bilmeyen insanların elinde yanlış anlaşıldı bütün bilgiler." derken, nasıl da heveslendiriyor genç, yetişkin tüm okurlarını, ay ışığına bulanmış sözcükleri izleyip keşfetmeye…

En iyi çocuk kitabı, yetişkinlerin de okumaktan haz duyacağı kitaplardır. İşte bu roman da, hem gençlerin hem de yetişkinlerin büyülenerek okuyacakları bir yapıt. Mavisel Yener, dili ve kurguyu ustaca kullandığı bu romanında, gençlere heyecanla okuyacakları bir serüven sunmakla kalmıyor, yaşamın çok uzağında birer ders konusuymuş gibi görülen felsefe ve tarihi aslında günlük yaşam içinde nasıl da her an kullandığımızı ve felsefeyle, tarihle her an nasıl da iç içe olduğumuzu fark ettiriyor.

Benim son söyleyeceğim sözü, Mavi Zamanlar'daki genç kahramanlardan biri, çoktan çözmüş de, dile getirmiş bile: "Bu masalı ne zaman baştan okusam, okunmadık şeyler kalmış gibime geliyor. Her okuyuşta, daha önce göremediğim sözcüklerle karşılaşıyorum sanki. Her defasında yeni anlamlar akıyor yeryüzüne. Ne dersiniz? Baştan okuyalım mı?"

NUR İÇÖZÜ / RADİKAL KİTAP EKİ / (12/12/2003)
Çocuklar gizemli yolculukları sever. 'Mavi Zamanlar'ı kaleme alan Mavisel Yener'in rehberliğinde bu yolculuklar, bir tutkuya dönüşüyor.

MAVİ ZAMANLAR
Mavisel Yener, Tudem Yayınları, 2003, 198 sayfa, 5 milyon lira. Mavisel Yener'le ilk kez Mavi Elma kitabında tanışmıştım. Yanlış anımsamıyorsam sevgili Aytül Akal önermişti kitabı bana. "Oku bak ne iyi bir yazar geliyor, çocuk yazınına," demişti. İncecik bir romandı 'Mavi Elma'. İnsuyu Mağarasında kaybolan bir ailenin başından geçen gizemli bir serüveni anlatıyordu. Ancak o ürperti verici satırlar yalnızca heyecan unsuru olarak kullanılmamıştı. Yazar, çocuk gözüyle yaşama dokunmayı, yaşamı sorgulamayı başarmıştı. Okuru arkasına taktığı gibi, gizemli bir yolculuğa çıkaran Yener, bu alışkanlığını art arda gelen diğer romanlarında da sürdürdü. 2002 yılında Bu Yayınları'ndan roman dalında birincilik ödülü aldığı 'Kayıp Seslerin İzinde', bir ağacın tarihe tanıklığını konu almıştı. TUDEM'in 2003 roman yarışmasında birincilik ödülüyle taçlanan 'Mavi Zamanlar' ise yine Yener'e yaraşır bir kurgu. Tarihin gizemli yaprakları arasında binlerce yıl önceye gittiği gibi, günümüz gençliğini, neşesini de satırlarına taşımış. Üstelik yıllardır Bergama'da önlenmeye çalışılan bir arkeoloji cinayetini de gündeme getirmesiyle, güncellikten de kopmamış. Metin, tozlu bir masal kitabının yaprakları arasından Birce'nin günlük yaşamına sızan bir söylencenin adım adım gerçekleşmesiyle oluşuyor. Birce ve arkadaşları, bir kompozisyon yarışması sonunda yaz tatilinde Allianoi kazı alanında bir haftalık tatil geçirmeyi hak ederler. Çocuklar bu süre içinde kazıbilimin inceliklerini, özelliklerini, zorluklarını ve keyfini de bir hafta boyunca yaşayarak öğrenirler... Bu kurguyla işe başlayan Yener için okurun dikkatini yurdumuzun arkeolojik zenginliklerine çekmek hiç zor olmamış. Ancak en güzeli, eski kitabın içindeki dolunay masalcısının anlattığı gizemli söylencenin bir bir gerçekleşmesi. Yener romanında özellikle bilimsel açıklamalara yer verirken çok hoş buluşlar sergiliyor. Bir büyülü su kenti olan antik Allionai'nin su perisinin parmakları arasında dünyanın kaderini taşıdığı bugüne değin kimin aklına gelmiştir acaba? Fransa'nın göbeğinde bulunan eski bir harita parçası ile yola çıkan kişiler nasıl bir hazinenin peşinde Bergama'ya kadar gelip yer altı dehlizlerine dalıyorlar? Ne buluyorlar, neyi değiştirmeyi umuyorlar? Romanda birbirinin içine geçmiş, gizemli olaylar sayfalar boyunca okuru peşinden sürüklüyor. Dahası, bir serüven romanının da nefis yazınsal betimlemelerle süslenebileceğini yazar başarıyla kanıtlıyor. İşte bir iki örnek:"Paris'in yüreğinde gezinen tarihin tanığı Seine Nehri, yüzyıllardır süren yorgunluğuna inat kaynağından az önce çıkmış genç bir ırmak hevesiyle, akıyordu kentin koynuna." Ya şu satırları okuyan hangi genç, gelecekte arkeolog olmayı düşlemez: "Bülent yontunun kara deliğe benzer göz çukurlarında güneşin ışıltısını görüyordu. Kayıp bir bakışın masmavi gökle karşılaşması kadar heyecan verici ne olabilirdi ki?" Nefis anlatımı, sürükleyici kurgusuyla 'Mavi Zamanlar' gerçekten keyifle okunan bir roman. Ucu açık kalmış bazı sorular ise (Örneğin eski öykü kitabıyla Paris'te bulunan el yazmasının bir ilgisi var mı, Dolunay Masalcısı nereden ve nasıl çıkmış?) kitabın devamının geleceği izlenimini verdi bana. Merakla bekleyelim bakalım; Mavisel Yener, masmavi dünyasından daha ne güzellikler çıkarıp okuruyla paylaşacak. (NUR İÇÖZÜ)

REFİK DURBAŞ/SABAH GAZETESİ / (25/04/2004)
“Uçanbalık Yayınları'ndan iki şiir kitabı: Aytül Akal ve Mavisel Yener'in ortak çalışması "Kuş Uçtu Şiir Kaldı" ve "Mavi Ay". Kitap adları aynı ama iki şairin dünyaları farklı. Bu hafta sonu, "Çocuk Bayramı" vesilesiyle olsa da çocuklarınıza ve tabii ki çocukluğnuza bir kitap armağan edin... Ben yaşadım, biliyorum, çocuklar da, çocukluğunuz da mutlu olacaktır, inanın... “

FATİH ERDOĞAN / RADİKAL KİTAP EKİ / (2002)
Kara Delik İstanbul(Bu yazı Radikal gazetesi Kitap ekinde yayımlanmıştır) Bu saptama başka birçok konuda söylenegelir, ancak çocuklara yönelik kitap üretimi konusunda da üretimin son noktası İstanbul'dur. Bu, çocuk kitapları yazarlarının İstanbullu ya da İstanbul'da yaşayan kişiler olduğu sonucunu vermez tabii. Hatta tersini bile söylemek mümkündür, ama yayın hayatının kitap üretimi ile var olduğu düşünülürse, yazarın çizerin yayımcının bir arada soluk alıp verdiği yer çoğunlukla İstanbul'dur. Başka türlü söylersek, İstanbul bu alandaki her tür değeri içine çeken bir cazibe merkezidir. İstanbul dışında yaşayıp da çocuklara yönelik edebiyata enerjisini ve zamanını ayırmaya kararlı nice yazar veya çizer 'İstanbul'da yaşamıyor olma'nın dezavantajlarıyla da ayrıca başetmek durumundadır. Bu başetme yalnızca yayımcılarla kolay görüşebilme, kitabını bastırma olanaklarını zorlayabilme şansı elde etmeye çalışmayı içermez, İstanbul (ve tabii birkaç büyük kentteki) rafları dolu bir kitapçıya girip fikir ve esin olarak 'beslenmek' olanaklarını da içerir, bu alandaki sempozyum, seminer, toplantı vb etkinliklerini sıcağı sıcağına izleyebilmeyi de. (Kitabın tüketiminin de aslında İstanbul başta olmak üzere birkaç büyük kentte odaklanmış olması başlı başına fakat ayrı bir konudur.) Öte yandan İstanbul, bütün değerlerin içine akıtıldığı ve oldukça zengin karışımlı bir potada eritildiği bir üretim merkezi olmasına karşılık, kendi interlandına çok fazla ışık veremeyen bir kara deliktir de. İstanbul'da yayımlanan ama ille de 'bestseller' olmayan güzel bir kitabı, örneğin Üzmit'te bir kitapçıda bulamamanız çok şaşırtıcı olmayabilir. Oysa belki o kitabın yazarı Üzmit'te yaşamaktadır. Yani İstanbul, kendisine akan tüm ışıkları soğuran, ama bu ışıkların kaynaklandığı yerlere yansıması son derece zayıf olan bir kara delik gibidir. Alır, emer, yok eder, ama çevresine yansıtmaz. Bu açıdan bakıldığında İzmir, yayın hayatının gelişimi bakımından olmasa bile, en azından çocuk yazarlarının nicel ve nitel gelişimi bakımından İstanbul'a en ciddi meydan okuyan kentimizdir. Bu kentte edebiyata (ve özellikle şiire) karşı yoğun bir ilginin (daha çok üreticilerde) var olduğu herhangi bir edebiyat sohbetinde hemen göze çarpar. Çocuk kitaplarına gösterilen yakın ilginin bu yazarların çoğunun şiirsel yanlarının güçlü olmasıyla açıklanması da belki mümkündür. Mavisel Yener'in Kızlar Sünnet Olur mu? adlı kitabının ilk öyküsü, "canım bu yaştaki çocuk için sünnet bu kadar da bilinmez bir şey değildir," sözünü size söyletebilir. Gerçekten de, bir tür yaş grubu çelişkisi burada vardır, ama bu öykünün önemini bu çelişkiyle değil, yazarın çocukların kafalarını taktıkları konulara ağırlık verme tercihiyle değerlendirilmesi gerekir. Bu kitabın içindeki Yaramaz Kim adlı öykü bir öykü olarak da, değindiği konu olarak da öne çıkarılması gereken bir öykü. Azgelişmişliğin en belirgin öğelerinden biri olan "önyargı" kavramı, birbirini ilk kez tanıyacak olan iki çocuğun çekingenliğini yenmeye çalıştığı bir tanışma ortamında ele alınıyor. Çocuklara, yetişkinlerin didaktik tercihlerinden değil, onların sıkıntılarından ve yaşantılarından yola çıkarak var etmeye çalışmak giderek daha çok çocuk okurun kazanılmasını sağlayacaktır. Fatih Erdoğan

NUR İÇÖZÜ / RADİKAL KİTAP EKİ / (05/08/2002)
Çocuklar çevrelerindeki her şeyle konuşur, her şeyin de konuştuğunu düşler. Çocuklar için yazanlar da aslında pek farklı sayılmazlar
KAYIP SESLERİN İZİNDEMavisel Yener, Bu Yayınevi, 2002, 152 sayfa.

Çocuk ve gençlik yazını, giderek çoğalan yazar adları ve kitaplarıyla sayısal anlamda en verimli dönemlerini geçiriyor sanırım. Hemen hemen her meslek dalından anne - babalar, nineler, öğretmenler ve (aslında sevindirici bir şeydir ki,) arkeologlar da kalemlerini bilemişler kitap üzerine kitap yayımlıyorlar. Ancak tüm bu kitap bolluğu içinde yazınsal niteliğiyle ve kurgulama tekniğiyle öne çıkan eser sayısı pek de fazla değil.

Kurumlar için de çocuk edebiyatı dikkat çekici bir konu olsa gerek. Bir bakıyorsunuz küçük bir beldenin, edebiyatsever belediye başkanı her nedense ve ne ilgisi varsa çocuk öyküleri yarışması düzenleyivermiş. Ya da bir sanayi kuruluşu, yıllık tanıtım programı içinde böylesi bir yarışmaya yer vermiş. Bu tip yarışmaların nasıl duyurulduğu, kaç kişinin katıldığı bilinmez, ama ödüllü kitaplarıyla ortaya çıkan yazar sayısında hızlı bir artış olduğu kesin. Kurumların edebiyata, hele çocuk okurlara yönelmesi, onları özendirmek için çaba göstermesi son derece sevindirici elbette. Ancak güçlü kuruluşların okuma sevgisinin yerleşmesi için çok daha farklı yöntemler uygulamasın ve gayret göstermesi gerektiği kanısındayım. Özendirici olduğunu asla inkâr edemeyeceğimiz yarışmaları ise, bu konuyla doğrudan ilgili olanların üstlenmesi, çocuk yazını açısından çok daha olumlu sonuçlar getirecektir.

Bu Yayınevi, çocuk edebiyatı yarışmalarını geleneksel hale getiren ve nitelikli yapıtların ön plana çıkmasını sağlayan ender yayınevlerinden biri. 2001 Çocuk Edebiyatı Roman Yarışması'nda tanıdık bir imzanın, Mavisel Yener'in romanı birincilik ödülünü aldı. Mavisel Yener de, aslında çok ödüllü bir yazar. Daha önceki yıllarda kazandıklarının yanı sıra 2001 yılı Samim Kocagöz ve 13. Ömer Seyfettin Öykü Ödülü birinciliğini de katmış ödülleri arasına. Çocuk yazınında kalemiyle varolma savaşımı veren genç yazarlar için yarışmalar iyi bir başlangıç kuşkusuz. Ancak Yener'in, yazın dünyasında kendini kanıtlaması için artık yarışmalara gereksinimi olduğunu sanmıyorum.

Mavisel Yener'in kalemiyle ilk, 'Mavi Elma' öyküsünde tanıştım. Çocuklar için inanılmaz bir fantastik kurgu sergilemişti. Birincilik ödülünü aldığı romanıyla yine düş gücünün sınırlarını zorlamış. Her zaman gölgesine sığındığınız, dostlarınızla buluşup altında çay içtiğiniz bir ağacın konuştuğunu düşünebiliyor musunuz? Belki masallarda olası, ancak Yener'in romanında oluşturduğu bilimsel ortamda da, bir çınar ağacının tıpkı bir kasetçalar gibi sesleri yansıttığını görüyoruz. Üstelik ağaç önemli tarihi olaylara tanıklık etmiştir. Öyle ki, Mustafa Kemal'in okul yıllarına kadar uzanıyor aktarılan sesler. O günlerin sosyal yaşamı, işgal yılları ve kurtuluş arayışları satırlarda beliriyor.

Aslında romanın kahramanı Barış, güzel bir tatil geçirme düşlerini kurarken kendisini bu ilginç serüvenin içinde buluveriyor. Babasının üniversitedeki çalışmaları nedeniyle İzmir'den İstanbul'a gelen Barış, kentin güzelliklerini keşfetmeyi düşünürken beklenmedik bir serüvenin ortasında kalıyor. Üniversitede incelemeye alınan yaşlı bir ağacın, gövdesindeki halkalar arasına gizlenen sesler, bir dönemin sosyal ve psikolojik yaşamına ışık tutarken gizli bir hazinenin de ipuçlarını verince olay yurt dışında bile yankı buluyor. Sonuçta İstanbul sokaklarında heyecanlı bir kovalamacadır başlıyor. Çocuklar çevrelerindeki her şeyle konuşur. Çevrelerindeki tüm varlıkların da onlarla konuştuğunu düşlerler. Çocuk öyküleri yazarları için de durum pek farklı sayılmaz. Yazar çocuğun dünyasına ne denli yakınsa, bu olguyu satırlarına öylesine başarılı yansıtır. Bu konuda Yener'in hiç zorlanmadığı hemen anlaşılıyor.

Mavisel Yener, 'Kayıp Seslerin İzinde' ile okurlarına farklı bir kurmaca dünya sunuyor. Temiz bir dil, akıcı bir anlatım ve küçük küçük heyecanlarla tetiklenmiş bir serüven. Kısacası tatil için iyi bir arkadaş...

NUR İÇÖZÜ / Radikal kitap eki/2002
UZAYLILAR BİZE GELDİ Mavisel Yener, K Yayınları, 32 sayfa.

"Çocuklarımın bana anlattığı öykülerden öğrendim elmanın her zaman kırmızı ya da yeşil olmadığını. Böylece sevdalandım mavi elmaya. Yaşam ne kadar bilinmezler ve ulaşılmazlıklarla dolu olursa olsun, cesaret ve kararlılıkla yola çıkıldığında her şeyin üstesinden gelinebildiğini çocuklar öğretti bana," diyor Mavisel Yener kitabının giriş yazısında.

Mavisel Yener, çocuk yazınımızın kazandığı genç bir kalem. Asıl mesleği diş hekimliği. Edebiyat ise öğrencilik yıllarından beri en önemli tutkusu. Bu nedenle pek çok yarışmaya katılmış ve hiçbirinden eli boş dönmemiş. Ankara ve İstanbul'da sergilenen, 'Teslim Alınmış Hayatlar' adlı büyüklere yönelik ödüllü bir oyunu da var. Son olarak da 'Üşengeç' adlı kitabıyla, Çocuk Mizah Öyküleri üçüncülük ödülünü alan yazarın olaylara ve yaşama bakışı, kitaplarına çok hoş bir şekilde yansımış.

'Mavi Elma', yazarın ilk uzun soluklu öykü kitabı. İlk sayfayı okuyup, çevirdiğinizde kendinizi akıcı bir dille yazılmış, güzel bir çocuk öyküsünün içinde buluveriyorsunuz. Birce ve kardeşi Ece'nin günlük çekişmeleri, anne-baba ile iletişimleri son derece sade bir dille, daha da önemlisi çocuk gözüyle aktarılıyor. Arabalarına binip Antalya'ya doğru yola çıktıklarında, iyi yazılmış ancak sıradan bir yolculuk öyküsü okumaya hazırlanıyorsunuz. İnsuyu Mağarası'nın fotoğraf ve haritası da bu duygunuzu iyiden iyiye besliyor. Ancak 16. sayfayla birlikte kendinizi birden bire fantastik bir dünyanın içinde buluveriyorsunuz. İşin önemli yanı, öykünün fantastik kurgusunun yanı sıra, heyecanlı bir serüven ve yaşamın gizleriyle ilgili felsefi yaklaşımlar da içermesi.

Öykünün kahramanı Birce, hiç geçinemediği, için için kıskandığı kısacası tüm kardeşler arasında yaşanan duyguları çocuksu bir dille okurla paylaşırken, birden onun sayesinde yaşamının kurtulduğunu da keşfediyor. Olayların ve duyguların zamanla ve mekânla değişimler gösterebildiğini, kişinin darda kaldığı zaman yaşamın gerçek değerlerini de fark ettiğini bir anda anlayıveriyor. Doğruların bakan kişiye ve bakış açısına göre değiştiği, satır aralarına başarılı bir şekilde sıkıştırılmış. Örneğin "Yaşamın boyunca elmayı kırmızı görmen, mavi elmanın var olmadığı anlamına gelmez," gibi bir cümleyle küçük okurların düş dünyasını felsefi bir boyuta çeken Mavisel Yener, "Dünyanın içinde bir başka dünya olduğunu görmek heyecan vericiydi," derken makro/mikrokozmos anlayışını da sığdırmayı başarmış bu kısacık öyküye. Tıpkı, gezegenimizin özellikleri ve gezegenlerin hareketlerini okura fark ettirmeden anlatmayı başardığı gibi. Yine de 10 yaş ve üstünü hedeflediği öyküsünün çocuklar tarafından nasıl karşılandığını merak ediyorum "Pek çok katmandan oluşmuş derin bir öyküydü 'Mavi Elma', ve her çocuk algılaması düzeyinde inebileceği kadar derinliğe insin diye düşünüyordum. Felsefi boyutunu algılayabilecek çocuk sayısı konusunda yanılgıya düştüğümü sonradan anladım. Okuyan çocukların neredeyse tümü her şeyi algıladı. 'Mavi Elma'dan her yaş grubu kendine göre farklı bir ileti aldı. 21. yüzyılın çocuklarının çok farklı olduğu kesin. Algılama düzeyleri çok yüksek," diye yanıtlıyor.

Yazarın diğer iki kitabına gelince; 'Uzaylılar Bize Geldi', kısacık üç öyküden oluşan bir kitap. İlk öyküsü 'Dişini Arayan Çocuk' masal tarzı kaleme alınmış. Esin kaynağı ise, yazarın, gerçek mesleği olsa gerek. Değişik bir yaklaşımla diş bakımına özendirmesi, bazı bilgilerin çocuğu hiç ürkütmeden, tersine, eğlendirerek nasıl verilebileceğinin güzel bir örneği.

Mavisel Yener'in mizaha yatkınlığı ve konuyu çocuk gözüyle aktarımı hemen her kitabında göze çarpıyor. 'Çorap Canavarı'nda kitaba adını veren öykünün dışında iki öykü daha var. İkisi de keyifle okunuyor. Ama ben en çok ilk öyküyü tuttum. Belki de böylesi bir canavarla yıllardır kendim de uğraştığım içindir. Hepimizin evine dadanan bu canavarın yakalanıp yakalanamadığını ise doğrusu merak ediyorum. Çünkü bizim canavar hâlâ işbaşında.

NİLAY YILMAZ / CUMHURİYET KİTAP EKİ / (Ocak 2003)
Zeki'nin Zekâsı Kaçtı Mavisel Yener, K Yayınları, 2002, 46 Sayfa Resimleyen Alper Ocak (8-10 yaş)

- Komşular yetişiiin... Zeki'nin Zekası kaçtııı... Kimin bahçesindeyse yakalasııın... Zeki'nin zekası kaçtııı... - Rukiye'nin oğluna ne olmuş, aklını mı kaçırmış? - Yok komşu kaçan aklı değilmiş, başka bir şey kaçmış ama anlayamadık. - Ne var anlamayacak, çocuğa bir şeyler olmuş işte. Baksana annesinin eli ayağı titriyor... - ... Kediler kapacak zekamı, ühüü... - Üstüme iyilik sağlık, kediler nasıl kapsın senin zekanı oğlum?... Ne kaçmış? Zeki'nin zekası mı? Zeki aklını mı kaçırmış! Yok canım endişelenmeyin Zeki'nin bir şeyi yok, kaçan Zeki'nin kuşu Zeka, kapıyı açık görünce dışarı uçup gitmiş... Bu kuş öyle bildiğiniz kuşlardan değil, çarpım tablosunu bile ezbere bilen bir kuş, zeka küpü gibi bir şey sizin anlayacağınız. Zaten o yüzden adı Zeka... Kim daha akıllı dersiniz? Çarpım tablosunu bir türlü ezberleyemeyen, matematik sınavına kuşunu da getiren Zeki mi yoksa kuşu Zeka mı? Bunu öğrenmenin tek yolu bu öyküyü okumak...

Kitabın ikinci öyküsü 'Bir Soru Bin Yanıt'. Okuldan yeni gelen Barış, bir an önce ödevini bitirip çizgi film izlemek istiyor. Ancak kazın kaç ayağı olduğunu bilemediği için problemleri bir türlü çözemiyor. Barış kazların kaç ayağı olduğunu nasıl öğrenecek dersiniz? Uzun uğraşlar sonunda Barış problemi çözmeyi başarıyor, peki ya Naz arkadaşına yatıya gitmek için annesini ikna etmeyi başarabilecek mi dersiniz? 'Gece Yatısı' da diğer iki öykü gibi bir gülmece öyküsü. Çocukları eğlendirmenin yanı sıra olayları ince alaylarla süsleyerek onlara satır aralarında çok şeyler fısıldayan gülmece öykülerini çocuklar çok seviyor. Mavisel Yener'in çocuk diliyle yazdığı öyküler de tam kıvamında doğrusu. Çocukların dünyaya gülümseyerek ve hoşgörü ile bakmalarına yardımcı olabilecek, onlara okumayı ve kitabı sevdirebilecek bir gülmece öykü kitabı. Öykülerin çizimleri gülmece türüne uygun olması açısından karikatür tiplemelerine benzetilmiş. Sizce Sihirli Değneğimiz kahramanları biraz daha sevimli bir hale getirebilir mi dersiniz??... Zeki'nın Zekası Kaçtı ama siz bu kitabı kaçırmayın!

NİLAY YILMAZ / Cumhuriyet kitap eki( Haziran 2003)
Dinozorla Kahvaltı Mavisel Yener, Bu Yayınevi, 2003, 47 Sayfa Resimleyen Ebru Öztaylan (8+)

Dokuz metre uzunluğunda, beş metre genişliğinde ve yüz kırk milyon yaşında olan bir konuğun Şeker İlköğretim Okulu'na geldiğini duydunuz mu? Gelen konuk kim mi? Bir dinozor fosili! Herkes o kadar heyecanlı ki daha konuk gelmeden bahçede evini bile hazırlamışlar. 'Dinozor Evi' adı verilen bu ev, okulun bahçesindeki çınar ağacının yanına yaptırılmış... Büyük gün geldiğinde çocuklar gördüklerine şaşıp kalmışlar çünkü dinozor evindeki şey hiç de bildikleri gibi bir dinozor değilmiş; yarısı taş, yarısı toprakla kaplı kocaman bir yaratığa benziyormuş... Okula gelen doğa bilimcilerin de yardımıyla çocuklar bu taş ve toprak yığınının bir fosil olduğunu, onun nasıl temizlenip sonunda dinozora dönüşeceğini öğrenmişler. Biliyor musunuz, büyük küçük herkes ilk defa gerçekleşecek olan bu projede görevliymiş. Okulda heyecan dolu günler işte böyle başlamış. Neler mi olmuş? Sürpriz!.. Dinozorların yaşamları hakkında hem bilgi sahibi olmak hem de eğlenmek isteyenler! Dinozorla Kahvaltı tam size göre bir kitap...

Dinozorların yaşantılarıyla ilgili verilen bilgiler, bazen doğrudan bazen de satır aralarında, çocuk diliyle ve gözüyle aktarılmış çocuklara. ''Şeyy, amca... Yani öğretmenim... Dinozorlar ne yermiş? 'Amca' sözcüğüne bütün sınıf kıkırdadı. Doğa bilimciler, duymamış gibi yapıp yanıtladılar: Dinozorların kimi etobur, kimi otoburdur. Okulunuza getirilenin etobur bir dinozorun fosili olduğunu düşünüyoruz... Öğretmenim, Alican var ya... Pastaobur...'' (S.26)

''Milyonlarca yıl önce yaşamış korkunç canlının fosiline bakıp alay etmek kolay. Canlıyken de onu 'gülünç' bulur muydunuz acaba? diye gülümsedi öğretmen. Irmak yine kıkırdadı: Ayy... korkunç... Düşünsenize... Dinozorun biri esnese o kentte fırtına çıkardı... Dinozor upuzun kuyruğu, dev gibi bacaklarıyla capcanlı karşısındaymış gibi dudaklarını ısırdı Leyla. 'Bırr... Ödüm kopardı...' Sinan'ın anlatımı bitince, öğretmen o günün araştırma konusunu verdi: Dinozorlar yeryüzünden nasıl yok olmuştur?'' (S.39)

Öyküde dinozorlar hakkındaki bazı noktalar ucu açık bırakılarak, okuyucunun merak etmesi ve araştırma yapması da amaçlanmış... Kitap, eğitim sistemimizdeki eksiklikleri de satır aralarında fısıldayarak, ' yaşayarak öğrenme ' modelinin çocuk üzerinde nasıl bir etki yaratabileceğini kurguluyor. Bilgisayar öğretmenlerinin yardımıyla, dinozorlar hakkında bir web sitesi hazırladıktan sonra, çocuklar: ''İnternet sitemizi Türkçe hazırlamak yetmeyecek arkadaşlar, dünyadaki başka çocuklara seslenebilmek için başka dillerde de hazırlamak gerek...'' (S.42) diyerek, çeşitli çözüm yolları araştırmaya başlıyorlar. Çocuklar böyle bir şey ister de öğretmenler yardımcı olmaz mı!

İngilizce öğretmenleri onlara yardımcı olacaktı ama bir koşulla; bütün öğrenciler bu hazırlıkta görev alacaktı. İngilizce dersi hepsi için ayrı bir anlam taşıyordu artık. Yıl boyunca dört elle sarıldılar bu derse. Not almak için değil, dünya çocukları ile arkadaş olmak, paylaşmak için çalıştılar.'' (S.42). Sihirli değnek, keşke her şey kitaplarda, öykü kurgularında kalmasa, her yerde ve her şartta öğrenme ve öğretme sürecinin keyfi çıkartıla çıkartıla yapılabilse, diyor...

NİLAY YILMAZ / CUMHURİYET KİTAP EKİ / (2004)
Kuş Uçtu Şiir Kaldı Aytül Akal, Mavisel Yener, Uçanbalık Yayınları, 2004, 59 Sayfa Resimleyen Mustafa Delioğlu

"Gül ormanında yaşardı ninen / Anlardı renklerin dilinden. / Mor çiçekler dökülürdü / dokuduğu yeşil kilimden." / Söylesene anne, / ne renk kokardı ninem?" (Mavisel Yener)

"Hani ekranda / Her şey oyundu? / Dayak, ölüm, açlık, / Savaş, cinayet, hastalık / Hepsi kurguydu? / Bu çocuk ağlıyor anne..." (Aytül Akal)

"Emekleyen bebek, çıktı enkazın altından / gülümseyerek..." (M. Yener)

"Mavi mine kırlara koştu. / Şiirini bizde unuttu. / Kedi coştu. / Kuş uçtu. / Güneşi gülme krizi tuttu. / Koşup oynamaktan / Hiçbirinin yazmaya / Vakti yoktu. / Bizde kaldı şiirleri... / Onun için biz yazdık, / Bu dizeleri... (A. Akal)

Şiir demek yaşam demek... Yaşam demek şiir demek... Şiir gibi yaşayabilenleri ise saygıyla selamlamak gerek... Aytül Akal ve Mavisel Yener, şiir ve yaşamın buluştuğu iki isim... Yaşamın her dizesi şiirlerine sinmiş. Daldan dala konan iki kuş gibi duygudan duyguya taşıyorlar okuyucularını. Sevinçten kanatlanıp uçan bir çocuğa eşlik ederken, hüzünlü bir çağrıyla yavaşlayıveriyorsunuz. Ayaklarınız yere basıyor, ardından yine bir mutluluk dalgası sizi alıyor bulutların üzerine bırakıveriyor... Kuşlar uçup gidiyor ama şiirleri yüreğinize kazınıyor...

Renkler var bu dizelerde... Yağmur, rüzgâr, sis var... Hayvanlar var... İnsanlar var... Büyüklere küçüklere sessiz çağrılar var... Kitabın tasarımı da çok şiirsel. Daldan dala konan bir kuş gibi kitabı da evire çevire okuyorsunuz... Mavisel Yener'in şiirleri uçarken, Aytül Akal'ınkiler konuyor. Kitabı ters çevirdiğiniz zaman Aytül Akal'ın şiirleri uçarken bakıyorsunuz Mavisel Yener bir dalda dinleniyor... Ama kuş bu, söz dinler mi! Eninde sonunda özgürlüğüne kanat açıyor. Bize ise bıraktıkları şiirleri okumaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. 'Kuş Uçtu Şiir Kaldı', Mustafa Delioğlu'nun sevimli siyah beyaz çizgileriyle de birleşince ortalık acısıyla tatlısıyla yaşam sevincine kesiyor: Söz uçuyor. Yazı kalıyor! Yaşam her şeye rağmen devam ediyor...

NAZLİ CİHAN UZ / CUMHURİYET KİTAP EKİ / (Temmuz 2004)
Konuk Sihirli Değnek Kar Sesi, Aytül Akal, Mavisel Yener, Uçanbalık Yayınları, 2004 Soğuk Mevsime Sımsıcak Şiirler Yakın bir dostunuzun, yazdığı bir şiiri size gönderdiğini düşünün. Bu şiirden öylesine etkilendiniz ki, içiniz kıpır kıpır. Bir şiir yazarak siz de yanıt verdiniz ve bu şiir alış verişi zamanla bir oyuna dönüşerek sürüp gitti. Sonunda bir baktınız ki, elinizde bir yığın söyleşiyi andıran şiir var. İşte Aytül Akal ile Mavisel Yener'in ortak çalışması olan "Kar Sesi" başlıklı şiir kitabının ardında böylesi bir öykü yatıyor. Oysa çocuk şiirleri öncelikle akla ders kitaplarında yer alan ve çocuğa göre olmaktan çok çocuksu ürünler diye adlandırabileceğimiz düz anlamlı şiirleri getirir çoğunlukla. Bu şiirlerin birçoğu estetik duyarlıktan uzak, ilkel bir anlatım tutumuyla çocuğa bir şeyler "öğretme" çabasıyla kaleme alınmış şiirler. Bugün geldiğimiz noktada, çocuk yazınında yaşanan sıçramaların, özellikle de nitelik açısından, çocuk şiirine de yansıdığını sevinerek görüyoruz. İşte "Kar Sesi" adlı şiir kitabı da, çocuk şiirinde ne denli büyük adımların atıldığını bizlere kanıtlayan en son ve en keyifli örneklerden biri.

Mavisel Yener ve Aytül Akal'ın birlikte hazırladıkları kitap, "Kar Topu", "Kar Denizi" ve "Karda İzler" başlıkları olmak üzere üç bölüme ayrılmış. İlk bölümde her iki yazarın şiirleri karma bir biçimde yer alırken, ikinci bölüm yalnızca Mavisel Yener'in, üçüncü bölüm de yalnızca Aytül Akal'ın şiirlerinden oluşuyor. Kitabın ana teması olan kar, her şiirde farklı bir biçime bürünerek, belirli başlıklar altında işlenmiş. Bilindiği gibi, nitelikli bir çocuk edebiyatı ürününün en belirleyici özelliği, içerdiği konunun çocuğun yakın çevresinde karşılaştığı ve onun ilgisini çeken, onu mutlu eden nesne ve varlıklardan seçilmiş olmasıdır. Bu anlamda kitapta ele alınan kar konusu da çocukların en çok merakını uyandıran, düş dünyalarını harekete geçiren ve onları sevindiren bir olgudur. Bunu daha iyi anlayabilmek için kendi çocukluğumuza şöyle bir dönüp, karın yağmasını nasıl da sabırsızlıkla beklediğimizi anımsamak yeterli olacaktır. Çocuklar için karın yağması, yetişkinlerde olduğu gibi neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak gelişen bir doğa olayı değildir. Kar onlar için kartopu oynayabildikleri, kızaklarıyla yarışabildikleri, patenleriyle kayabildikleri, kardan adam yapabildikleri, dillerinin üzerinde eritip farklı tatlar alabildikleri sonsuz bir eğlence kaynağıdır. Üstelik de koca bir yıl boyunca yalnızca birkaç günlüğüne elde ettikleri, ulaşılmaz bir oyun aracıdır kar. İşte çocuğun karla karşılaştığı ve paylaştığı tüm bu eğlenceli anlara, kitaptaki şiirlerde tek tek yer veriliyor: Kar Sesini duymayı başaran; yastıklarındaki pamukları kar yapıp yağdıran ve sonra boşalan yastığını karlarla doldurup Kar Yaramazlığı yapan; göğün ve denizin mavi olmasına karşın, neden Mavi Kar değil de beyaz kar yağdığına bir türlü anlam veremeyen; beyaz karları düşlerinde boyayıp Renkli Kar elde eden; Karlı Gece'de yıldızların biteceğinden korkan; tek tek saydığı her bir Kar Tanesi ile birlikte uçmaya çalışan; Kar Dondurması satan; Karda İzler arayan; Korkunç Kardan korkmayan ve karı gelecek nesillere Miras bırakan çocuklar süslüyor şiirleri. Çocuk, kendi ilgi ve beklentilerini yansıtan bu şiirlerin her birinde, kendi düşsel gerçekliği ile buluşma olanağı buluyor. Ayrıca kendi yaşam deneyimleri ve bilgileri ile şiirdeki iletiler arasında ilişki kurabilmesi için gerçekçi ve doğal bir zemin hazırlanıyor.

Kitaptaki şiirlerde kolay anlaşılır ve çocuğun dünyasına özgü izler taşıyan dilsel yapılar kullanılmış. Böylece hem söyleyiş kolaylığı sağlanıyor, hem de şiirlerin çocuğun belleğine daha kolay yerleşmesi açısından son derece önemli bir işlev yerine getiriliyor. Çok uzun olmayan dizelerdeki kulağa hoş gelen ses örüntüsü, çocukta şiir okuma isteğini daha da artıracaktır. Ayrıca çocukların en belirgin özelliği olan soru sorma alışkanlıkları da şiirlerde karşımıza çıkıyor. Burada da yine çocuklarla ilgili çok iyi gözlemler yapıldığı kanısındayım. Gerçekten de hayatında birçok "ilk"leri yaşayan çocuk, etrafındaki olayları ve nesneleri anlamaya çalışır ve durmadan, yorulmadan sorular sorar. Çoğu zaman aldığı yanıtlarla da yetinmez, sorgulamaya devam eder. Bu açıdan baktığımızda, "Kar Sesi" adlı şiir kitabında yer alan şiirlerde çocuğun zihninde uyanan sorulara yer verilerek, son derece doğal ve özgün bir anlatım tarzıyla dilin anlatım güzelliği yansıtılıyor.

Çocuk yazınında son derece önemsenen bir başka yapıtaşı da, çocuklarda metinler aracılığıyla insana, doğaya ve hayvanlara karşı duyarlık ve sevgi oluşturmaktır. "Kar Sesi"ndeki şiirlerin birçoğunda kullanılan değişik hayvan figürleriyle çocukların bu yöndeki sevgi gereksinmesine de yanıt veriliyor. Şiirlerde kar ve hayvan motifleri, tıpkı çocukların düş dünyalarındaki gibi, aynı zeminde buluşturuluyor. Örneğin "Ay'da Kuşlar" adlı şiirde çocuğun, yuvasız kalan kuşlar için ayın üzerinde yeni bir yuva yapması, çocuğa hayvan sevgisini sezdiren bir imgedir.

Çocuk kitaplarında konular ve kullanılan dilsel araçlar kadar önemli bir öğe de resimlerdir. Resimler, çocuğun görsel algılama yetisinin eğitimi ve kitapla çocuk arasında bir sevgi bağı oluşması için son derece önemlidir. Bir kitabın tam anlamıyla çocuğa göre olabilmesi için, kitabın yazarı ile çizeri arasında işbirliğine dayanan bir ortaklığın söz konusu olması gereklidir. "Kar Sesi"nde bu ortaklığın başarılı bir biçimde sağlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mustafa Delioğlu'nun sanatçı duyarlığı ile hazırladığı resimler, hem şiirlerde anlatılanlara görsel bir renk katıyor, hem de iletiyi destekleyerek konuyu daha anlaşılır kılıyor. Pastel renklerin hâkim olduğu resimler, çocuğun imgesel düşünme becerisini öne çıkaran bir nitelik taşıyor. Kısacası, dilin anlatım gücü, estetik nitelikli resimlerle son derce başarılı bir biçimde bütünleşiyor.

NUR İÇÖZÜ / CUMHURİYET KİTAP EKİ / (Mart 2004)
'MAVİ AY' ve KONUK SİHİRLİ DEĞNEKLER Mavi Ay, Mavisel Yener - Aytül Akal, Uçanbalık Yayınları, 2004, 72 sayfa, Resimleyen Mustafa Delioğlu

Şiir yazmak zor iştir. Hele çocuklar için olursa bu zorluk ikiye katlanır. Elbette ki bazılarının sandığı gibi uyaklı bir takım sözcüklerin alt alta sıralanmasıyla oluşmaz şiir. Birkaç dizede derin duygulara sürükleyebilmesi, sözcüklerin melodisini duyumsatması gerekir. İşte o nedenle, duygusal ve düşünsel evreni yeni oluşan çocuğun, sınırlı sayıda sözcük dağarcına yepyeni bir melodi yüklemek, yalın ancak duygu yüklü sözcüklerle onu şiir tutkunu haline getirmek belli bir yetenek, birikim ve deneyim ister.

Mavi Ay işte böyle bir kitap. İki imzalı olması son derece anlamlı. "Sanatta rekabet olamayacağının ", sanatın bir yorumlama alanı olduğunun adeta bir göstergesi... Çocuk yazınında kendini kanıtlamış iki yazarın birbirleriyle yazınsal alanda paslaşarak ortaya koyduğu kitap, Delioğlu'nun nefis çizimleriyle batıdaki benzerlerinden farksız bir sunumla okuruyla buluşuyor... Başlığını yazarların adlarından aldığına bakmayın, (Mavisel'in MAVİ'si ve Aytül'ün AY'ı) şiirlerin her birinde Ay üzerine düşünülebilecek tüm güzellikler yer alıyor. Ancak bazıları Türkçe'nin sesdeş özelliklerini ortaya koyacak şekilde gülümseten sözcük oyunlarıyla karşımıza çıkarken (Ay! Dişim- M. Yener), kimisi farklı bir ad olarak kitaptaki yerine alıyor (Ayçiçeği, Ayçöreği - A. Akal) gibi. Gülümseten şiirlerin yanı sıra gözlerimizi dolu dolu edenler de yok değil. (Geceyi öperken bir yanın / küçülür öte yanın / Ağlamam ama bir şartla / dedemi de öper misin uzun uykusunda? M. Yener) (Benim dedem / Uzaklara gitti / Çok çok uzaklara / Biliyorum / Gökyüzünde uçarken / Ay'ı gördü beğendi / Dedem oraya yerleşti /Ay'da su yokmuş /Ağaçlar, kuşlar, çiçekler…/ Pastalar börekler.. / Çikolata bile yokmuş / Biliyorum… / Dedem Ay'da şimdi / Yoksa giderken yanına / Almayı unutmazdı / Dişlerini… A. Akal)

Vee… Kitabın sürpriz şiirine geldi sıra. Mustafa Delioğlu, arka kapakta okura şöyle sesleniyor: Sözcükler yağdırdılar / Masama / Ayışığı düştü / Boya kutuma / Dağlardan kuşlara / Denizlere Ağaçlara…

Çocuklarının duygu evreninde yepyeni, ışıl ışıl bir pencere açmak isteyen tüm anne-babalara ve elbette öğretmenlere duyurulur…

MEHMET ATİLLA / CUMHURİYET KİTAP EKİ / (2004)
Mavi Ay Mavisel Yener - Aytül Akal, Uçanbalık Yayınları, 2004, 72 sayfa, Kapak ve Resimler: Mustafa Delioğlu

Bazı kitaplar ilk görüşte heyecanlandırır insanı. Belki adıyla, belki kapağıyla, belki baskı kalitesiyle... Hele bir de sayfalarını çevirdikçe heyecanımız artıyorsa, olağanüstü bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu haykırmanın zamanı gelmiş demektir. Bundan sonrası, yüreğimizdekini eşle dostla paylaşmaktır ki, belki de işin en zevkli yanıdır bu. İşte böyle bir kitabı tanıtmak istiyorum bugün "Sihirli Değnek" okuyucularına. Adı, Mavi Ay. Bir şiir kitabı. İçinde iki usta edebiyatçının dizelerini barındırıyor. Kitapseverler ikisini de yakından tanıyor aslında: Mavisel Yener ve Aytül Akal. Çocuklar için, gençler için hiç yorulmadan yazıp yayımlayan, yetişkinlerin öykü dünyasına da seslenen çalışkan iki kalem. Ancak sözün burasında, unutmadan, kitabı böylesine olağanüstü kılan iki bileşeni daha belirtmeyi görev sayıyorum doğrusu. Biri baş döndürücü bir güzellikle resimleyen Mustafa Delioğlu, diğeri de inanılmaz bir özenle yayımlayan Uçanbalık Yayınları... Bu yazıyı yazmadan önce bir süre düşündüm; kitabın hangi özelliğini öne çıkarsam diye, ama birini ötekinden baskın kılmak öyle zor ki... Şairlerden başlayalım izninizle. Çünkü kitabın adı bile şairlerinin ilk isimlerinden besleniyor: Mavisel'in mavi'si ile Aytül'ün ay'ı birçok sözcüğün beceremediği anlamlı bir ortaklığı çıkarıyorlar gün ışığına. Hem de öylesine dengeli bir ortaklık ki bu, yetmiş sayfalık kitabın tam yarısında "Mavi" adı verilen ilk bölüm bitiyor ve "Ay" adındaki ikinci bölüm başlıyor. Kem gözlere inat bir dayanışmanın göstergesi... Günümüzün bencil ve kendini öne çıkarmayı her türlü etik kuralların üstünde gören sanatçılarının (!) anlayamayacağı bir incelik midir bilinmez ama kitabın bir yarısının, diğer yarısına ne denli saygı gösterdiğini görmemek için kör değil, olsa olsa duygu yoksunu olmak gerekir diye düşünüyorum.

Bir başka ilginçlik de son sayfada gizli. Buradaki yazışma örneklerinden anlıyoruz ki, ortak bir şiir kitabı oluşturma düşüncesi, iki yazarın (daha doğrusu şairin) elektronik posta aracılığıyla yazışmalarından kaynaklanmış. Dosyalarında epeyce şiir biriktiğini gören iki dost, bu şiirleri çocuklarla paylaşmayı akıl etmişler ve böylece Mavi Ay doğuvermiş kitapların arasından. Mavisel Yener'in şiirlerinde göze çarpan hem akılcı hem de düş kurmayı önemseyen yaklaşımın Aytül Akal'ın şiirlerinde de hiç aksamadan yol aldığını görmek, en azından şaşırtıp sevindiriyor insanı. Şiirlerin aynı duygu yoğunluğunun atmosferinde yazıldığını düşünerek bunu bir ölçüde olağan karşılasak da, kitabın omurgasının bunca sağlamlığı, hatta ilk bölümdeki dede / nine armonisinin ikinci bölümde de ıskalanmamış olması kolay rastlanır bir başarı değil. Bir bakıyorsunuz Mavisel Yener "Ay Tutulması" adlı şiirinde: 'Beni kandıramazsın Aydede! / Tutulmuş olsan / Yürüyemezdin gökyüzünde. / Ninemin ayakları tutulmuştu / kıpırdayamadı / Yerinde oturdu kaldı.' derken Aytül Akal bir başka açıdan karşılık veriyor bu uyuma. Şiirinin adı, "Ay Uykusu": 'Ninem, / Çok az uyur geceleri... / Diyor ki, / Azalır uyku, / Yaşlandıkça... / Aydede sen, / Hiç uyumazsın! / Yoksa ninemden / Daha mı yaşlısın?'

Şiirlerden örnekler vererek bu yazının hacmini zorlamak istemem. Zaten bir şiir kitabını bütünlüğü içinde okumak en doğru yoldur bence. Öyleyse gelin biz bir kez daha Mustafa Delioğlu'na dönelim. Bir ressamın, daha doğrusu bir "illüstratörün" bir kitaba nasıl güç kattığını göstermek istercesine çalışmış sanki sevgili Delioğlu. Hatta dayanamamış, arka kapağa bir şiir de o eklemiş. Bu kısacık şiir bile, resimleri yaparken Mavisel Yener'in ve Aytül Akal'ın sözcüklerinden nasıl etkilendiğini, boya kutusuna düşen ayışığının kendisine nasıl güç verdiğini özetliyor bir bakıma.

Bu ülkede yıllardır Batı'daki kitapların kalitesinden, bizdekilere göre üstünlüğünden söz edilir. Birkaç yıl öncesine değin geçerli bir yargı olabilir bu. Ama şimdi hayır. Artık bizim de bu işi bilen yazarlarımız, ressamlarımız, yayınevlerimiz var. Kanıtlarından biri de ortada işte. Baskı ve cilt olarak, renk ayrımı ve dizgi olarak, sayfa düzeni olarak incelendiğinde de emeği geçenleri tek tek alkışlamak istiyorum. Kısacası Mavi Ay, bu kitaba emek veren herkesin, her açıdan övünebileceği bir yapıt. Yıllar sonra bile eskimeyecek bir onur, bir saygınlık kitabı. Hangi kitaplığa konursa konsun, oradan farklı bir duruşla, insanlarımıza örnek olacak bir özgüvenle bakacağı kesin. Kutlamak ve teşekkür etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

AYTÜL AKAL / CUMHURİYET KİTAP EKİ / RÖPORTAJ
Mavisel Yener ile tele-röportaj
-Alo, Mavisel Yener?
-Evet buyrun...
-Sizin "Mavi Elma" adlı kitabınızı okudum. Adınız Yeşilsel ya da Grisel Yener olsaydı, kitabın adı Yeşil Elma ya da Gri Elma olur muydu diye merak ettim...
-Hayır olmazdı. İsimler arasında benim bildiğim bir bağ yok!
-Hiç kuşkusuz kitapta yazılan Antalya seyahatini siz de yaşadınız. Peki, bir mağarada da kayboldunuz mu gerçekten?
-Hayır, kaybolmadım. Ama kitabı yazarken İnsuyu Mağarası'na birkaç kez daha gittiğimi söyleyebilirim.
-Bu ilginç kurguyu nasıl yakaladınız?
-Bilmem, kendiliğinden geliverdi; siz de bilirsiniz ya, bazen öyle olur. Ben sonra kurguyu geliştirdim.
-Bu kitapta çocuklara dünya ve yaşamla ilgili iletiler var. Kitabınızın iletilerinde felsefeyi de barındırdığını söylesem...
-Son derece doğru olur. Aslında büyükler de okusun istiyorum bu kitabı. Çocuklar küçükken felsefeyi ufak ufak dozlarla alırlarsa, ilerde yaşamları daha mutlu olur, algılamaları kolay olur.
-Asıl mesleğiniz?
-Diş hekimiyim. 98 ve 99'da Gazete Ege'nin Çocuk Sayfası editörlüğünü yaptım. Sonra gazete kapandı.
-Kaç kitabınız yayımlandı diye soramayacağım çünkü bunun ilk kitabınız olduğunu biliyorum. Neden şimdi, neden ilk?
-Daha önce yazılmış öykülerim, masallarım vardı; bunlar çeşitli dergilerde yayımlandı. "Büyüklere Öyküler Televizyonu" adlı çocuk oyunum Karşıyaka Çocuk Tiyatrosu'nda sahnelenmek üzere hazırlanıyor. Cumhuriyet'in 75. yılı nedeniyle açılan bir yarışmada , "Al Sırtına Rüzgârı" adlı bir çocuk oyunumla başarı ödülü aldım. Yetişkinler için de bir oyunum vardı; prodüksiyonu yapıldı ve TRT'de yayımlandı.
-Basılı tek kitabınız olduğu için ben ödülleriniz olmadığını düşünmüştüm; bu soruyu atlayacaktım. Yoksa başka ödülleriniz de mi var?
-Masallarımdan biri Tömer'in 1999 masal yarışmasında ikincilik aldı. Yine Tömer'in "2000 Yılına Öyküler" başlıklı öykü yarışmasında "Su Yeşili" adlı öykümle başarı ödülünü aldım. Yetişkinler için bir öyküydü. "Teslim Alınmış Hayatlar" adlı tiyatro oyunum ise - bu da büyükler için - AIDS'le Mücadele Derneği'nin yarışmasında birincilik aldı; Ankara ve İzmir'de sahnelendi.
-Size yazmak isteyen küçük okurlarınız için adresinizi verebilir misiniz?
-Defne So. No. l/l Balçova, İZMİR.
-Son okuduğunuz çocuk kitabı?
-Her gün bir çocuk kitabı okurum. Son okuduğum Enid Blyton'un "Yaramaz Kızlar" adlı kitabı. Kelebek Yayınları'ndan
-Yeni projeler var mı?
-Sürpriz olsun! Çocuklar için bir şeyler hazırlıyorum.
-Size özel bir soru sorabilir miyim? Akıl ile duyguyu denge içinde sunan, öğreticiliğini hayal gücünün büyüsünde gizleyen bu kitabın yazarı olarak, çocuklarınızı da bu uyumlu denge içinde büyütebildiniz mi?
-Sanıyorum büyütebildim. Zaman zaman zorlandığım hep olmuştur ama her şey iyi gidiyor.
-Teşekkürler...
-Şunu vurgulamak isterim. Kitabın girişinde de yazdım. Ben bu kitapla çocuklara kapılar aralansın istedim. Umarım aralanmıştır. Bulsinler ki onlara öğretilen gerçekler yaşamın sadece bir kısmı...

AYTÜL AKAL / CUMHURİYET KİTAP EKİ / MAVİ ELMA
Mavi Elma Resimleyen: Figen Koyunoğlu K Yayınları Okuma Yaşı: 8-13
"Sen hiç mavi elma gördün mü? Ben gördüm." Bu kitabı yalnızca çocuklara önermek haksızlık. Mavi elmayı herkes görebilmeli aslında... Kitabın kahramanı Birce de, bütün ablalar gibi kız kardeşinin yaramazlığından yakınır. Üstelik kardeşi Ece, yaramazlığın yanısıra şımarıklık da yaparak ablasını kızdırır.

Öykü, Birce'nin ailesiyle Antalya'ya yolculuğu sırasında, İnsuyu Mağarası'na yaptığı bir ziyareti anlatıyor. Birce ile babası bu mağarada kaybolur ve öykü boyunca çıkış yolunu ararlar.

Öykünün asıl güzelliği, içerdiği felsefede. Birce ile babası, mağarada hiç bilmedikleri canlılarla karşılaşırlar; dünyayı, yaşamı sorgular, ilginç fikirler edinir ve bu düşünceleri okurlarla paylaşırlar. Mağaranın bilinmedik gizli bölümlerine doğru yürürken Birce, "Baba, bizim yeryüzü zannettiğimiz dünyamız da kocaman bir dağın içi olabilir mi?" diye sorar babasına. Sonra, düşünür: "Dünyayı kocaman bir dağın içindeymiş gibi gözümde canlandırabilmek istiyordum. Bu durumda güneş, tavana asılmış kocaman bir ampul oluyordu. İnsanlar da, aynı bu böcek gibi, başka evrenleri bilmiyorlardı." Birce bileğini burktuğunda, "İnsan bir bileği olduğunu ancak onu incitince hatırlar hep," der babası.

Birce'nin mağara içinde yaptığı bir ucu hayata, bir ucu yüreğine açılan bu yolculukta, okurlar da Birce ile birlikte büyülü bir dünyaya giriyorlar. "İnsan hiç bilmediği yollarda sorularının yanıtlarını daha kolay bulur. Yol, en iyi öğretmendir." Birce, bu yolculuğun sonunda, kardeşini sevmeyi ve ona anlayış göstermeyi de öğrenir.

Jostein Gaarder'in "Aynadaki Muamma", "İskambil Kâğıtlarının Esrarı" ya da "Orda Kimse Var mı?" adlı inanılmaz güzellikte kitaplarını okurken hissettiğim heyecanı ve şaşkınlığı yakaladığım bu kitap, yalnız çocuklara değil, büyüklere de önerilebilir. Kurgusu, dili, öğretici özelliğinin dikkatle dengelenmesi ve gerçeklerden düşlere doğal geçişleri ile, olağanüstü bir kitap.

YUNUS BEKİR YURDAKUL / VİRGÜL DERGİSİ / 2003
Yazarın Düşlediği Okul(Çocuk gözüyle-Y. Bekir Yurdakul)"Dinozorla Kahvaltı"yı Mavisel Yener yazmış. Onun başka kitapları da var. "Mavi Elma" ilk kitabı. Adını duyduğumda çok şaşırmıştım. "Mavi Elma" ve Mavisel Yener! Bir kitabının adını da "Kızlar Sünnet Olur mu?" koymuş. Kitaplarına hep böyle ilginç adlar veriyor. Kitaptaki olayları, anlatacaklarını o adın arkasına yerleştiriyor. Çocukları da merak ettiriyor. Aslında büyüklere de ilginç geliyor böyle adlar. Acaba ne anlatıyor bu kitap, diye onlar da meraklanıyor. Sözü çok mu uzattım? Peki peki anladık! Ay, bu da MFÖ'nün parçasının adıydı değil mi? Kitaplar böyle işte, insanı nerelere götürüyor..."Dinozorla Kahvaltı"yı daha önce okumuştum; ama sizin için bir daha okudum. Kitap, bir ilköğretimokulunda yaşananlardan bölümler sunuyor. Şeker İlköğretimokulu, şeker mi şeker bir okul. Öğrenciler hiç sıkılmıyor; çünkü soru sormaları engellenmiyor. Öğretmenler iddiacı değil! Her şeyi öğrencilerle birlikte yapıyorlar. Bir işin başına geçiyorlar. Herkes onlara yardım ediyor. Çalışmaya bir başladınız mı, iş yapacak herkes size koşar, yardıma gelir zaten. Kitapta da öyle oluyor. Bence Mavisel Teyze çocukluğunda böyle yapmış. "Mavisel Teyze!" dedim. Bilmem; öyle yazdım işte! Kitapta da, aynı şeyi, çocuklar yapıyor: Okula gelen dinozora "Dino Teyze" diyorlar. Belki de oradan etkilenmişimdir. Kitabın ilginç yanı, dinozorun ortaya çıkarılması için çocukların da çalışmasıydı. Sonra, yazar, hiçbir bölümde öyle ders verir gibi anlatmamış. Her şeyi söylemiş, ama hiçbir şeyi gözümüze sokarak dememiş. En çok neresini beğendim, biliyor musunuz? İnternette hazırladıkları sitenin Türkçe oluşunu. Kitaptaki kahramanların, Sinan ile Melda'nın yerinde olmayı isterdim. Niye, derseniz; hemen yazayım: Bu çalışmada, okuldaki herkes yer aldı. Dahası var: Kimse yaptığını, not almak için yapmadı. Kitapta anlatılanlar zaman zaman insanı çok güldürüyor, ama düşündürüyor da. Bu kitabı okuyunca şunu bir kez daha anladım: Düşünmek insanın yolunu açıyor, insana yeni yollar açıyor. Bu kitaptan ne anladığıma gelirsem; Mavisel Teyze, okullarımızın böyle olmasını istiyor, yani kitabında anlattığı gibi: Herkes, anlamadığını, bilmediğini, merak ettiğini sorsun. Dayanışma içinde çalışılsın. Türkçemizi her şeyden çok sevelim ve değerini bilelim. Milyonlarca yıl önce neler olduğunu merak edersek ve araştırırsak bugünü de, kendimizi de daha iyi tanırız. Böylece sahip olduklarımızın ve öğrenmenin değerini anlarız." Dinozorla Kahvaltı", "9 yaş ve üstü için" yazılmış. 48 sayfa. Resimlerini Ebru Öztaylan yapmış. Kapağında, kalın kalın kitapların üzerine çıkıp dinozorla boy ölçüşmeye çalışan dört çocuk var. Hepsi de mavi önlük giymiş. Dinozorun giysisi yeşil. Ellerinin arasında da kocaman bir paket var. Kanada gezisinin biletleri olabilir mi? Kitabı okursanız belki siz de Kanada'ya gidebilirsiniz. Bu kitapla ilgili bir de şikâyetim var: Çabucak bitti. "Dinozorla Kahvaltı", Mavisel Yener, çocuklar için öykü, Bu Yayınevi, 1. basım, İstanbul 2003

NİLAY YILMAZ CUMHURİYET KİTAP EKİ / EYLÜL 2004
BİR KİTAP İKİ YORUM... Mavi Zamanlar Mavisel Yener, Tudem Yayınları, 2003, 198 Sayfa Resimleyen Asuman Portakal (ilkgençlik) Elinize bir kitap aldınız, okumaya başladınız. Birdenbire kitapta şu uyarı ile karşılaştınız. "Onca kitabın içinden bunu seçmen bir rastlantı olamaz, değil mi? Şimdi bir sözleşme yapmalıyız seninle. Bu masalı okumaya başlarken bilmelisin ki, ya sonsuza taşımalısın bu gizemi ya da hemen bırakmalısın okumayı. Çünkü o sana, dereden tepeden, dumanlı dağlardan, ateşli sulardan geçip de geldi. Senin dünyan hangi zaman diliminde olursa olsun, suyun ateşinin kaynağındaki gizemi bulmalısın. Masalım seni Mavi Zaman'daki hamama götürecek, çözmen için gizemi. Sakın demeyesin, hamamın kubbesi yok, tası yok, kurnası yok! İşte ilk ipucu sana. Dünya güzeli su perisi hâlâ yıkanıyor orada" (S.10). Böyle bir uyarı ile 'siz' karşılaşmış olsaydınız ne yapardınız? Kitabı hemen elinizden bırakır mıydınız, yoksa okumaya devam edip işin gizemini çözmeye mi çalışırdınız? Birce, inatçı bir kız. Yarı yoldan hiç döner mi? Kitap kurdu olan Birce 'Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları' adlı kitabı kitapçıdan bulduğu günden beri onu elinden bir türlü bırakamıyor... Sadece kitap okumuyor Birce, öyküler de yazıyor. Üstelik yazdığı bir öykü, ilköğretim okulları arasında yapılan bir yarışmada ödül de alıyor. İşte kitabın gizemi de bu noktada çözülüyor ya da daha da karmaşıklaşıyor. Çünkü Birce kendini hem bir arkeolojik kazıda hem de bir masal içinde buluveriyor. Yarışmanın ödülü olarak 'arkeolojik kazı alanında bir haftalık tatil' kazanan Birce orada yaşıtları Işıl, Sevilay, Aktan ve Gilman ile tanışıyor. Onlar da Birce gibi bir süre sonra kendilerini bu kırmızı kaplı kitabın anlattığı masal ve sır perdesi içinde buluyorlar. Gençler su perisinin ve Dolunay Masalcısı'nın sırrını çözmeye çalışırken, İbrahim, Reşat, Necip ve Tony de dünyayı değiştirme planları içinde. 'Gerçekler' ve 'düşler' bir noktada kesişiyor, hayatlar su perisinin gizeminde birleşiyor. Acaba hangisi gerçek, hangisi düş? İlkgençlik dönemi çetin bir dönem. Bitmek tükenmek bilmeyen kaygılar, sorunlar, korkular... Yaşanılan aşklar, kırılganlıklar, arkadaşlıklar... İşin içine bir de ailelerin ve toplumun gençlerden beklentileri girince, arada kalan gönlü deli genç insanlar... Birce ve arkadaşları da 'arkeolojik kazı alanında geçirdikleri bir haftalık tatil' dönemine sanki bir ömür sığdırıyorlar. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında mekik dokuyor, su perisinin gizemini çözmeye çalışırken hem kendilerini hem de insanları tanıyorlar. İyi kurgulanmış bu öykü içinde her ayrıntının bir gizemi var. Öykünün çok katmanlı örgüsü içinde, sadece ilkgençlik döneminin sorunları yok. Toplumsal kaygılarımız da var. Allianoi!.. Zeugma gibi, yakında Yortanlı Barajı'nın suları altında yok olacak olan antik sağlık merkezi Allianoi olayın geçtiği yer... Ege'nin güzellikleri her satırda kendini gösteriyor, anlatılanlar bizi artık çok uzaklaştığımız doğaya çekiyor. Binbir koku burnumuzda tütüyor, gözümüzdeyse görmesini çoktan yitirdiğimiz doğa güzelliklerinin özlemi... "Ot kokuları, ılık meltemin büyüsüyle canlanıp Alyonoi eteklerinde nazlı nazlı dolandı bir süre; sonra uzak dağların doruklarına doğru yükseldi. Gecenin hiç beklenmedik bir anında, birden sabaha dönüştü sanki karanlıklar. Umutsuzlara umut, sevgililere aşk dağıtan, dev bir top fırladı ağaçların ardından; gitti gitti, ot kokularına bulanan dağın doruğuna durdu... Gümüş rengi gece kuşları, kartal süzülüşüyle konuverdi hatları ay ışığıyla çizilmiş billûr dağın doruğuna. Yıldızları kulaçladı bakışları. Mavi kanatlı kelebek, uyumayı unutan tırtıl, aydınlığa koşan pervaneler, sevgilisiyle ilk kez buluşmaya gidecek bir genç kızın heyecanını yaşardı her dolunayda. Tıpkı o gece olduğu gibi... Ay ışığı İlya'da yıkanırken, yer gök sus pus oldu. Ortalıkta çıt yoktu... Çocuklar dehlizin kapağını açtıkları gibi içeri atladılar" (S.162) Allianoi, bugünlerde yine sessiz çığlıklar atıyor. Geçtiğimiz haftalar da kazıya üç yıldır destek veren kurumun artık yardımını keseceği, yedi yıldır devam eden kazı çalışmalarının durdurulacağı haberi verilmişti. Ancak sağlık merkezinin sadece %10'u gün yüzüne kavuşabilmiş durumda. Kim bilir daha neler var yitirdiğimiz, yitireceğimiz! Mavisel Yener'in "Mavi Zamanlar" kitabı Allianoi'nin sessiz çığlığı! Allianoi'nin de bir Zeugma trajedisine döneceği kaygısındayken, kazılarda bulunan Afrodit heykeli, romanda su perisinin dilinden hepimize bakın nasıl sesleniyor... "Su perisi insanoğlunun açgözlülüğünü unutmuştu. Kuzey'i ve Güney'i koruyabilecek tek şeyin ne olduğunu biliyordu. İnsanoğlu, günün birinde Su Perisi'nin dünyanın merkezine uzanan köklerini yerinden oynatırsa, şifa dağıtan ateş, alevler kusacaktı yine... İzleri sürebilen gözler, aynada görecektir Dolunay Masalcısı'nın ipucunu. Yuvasına git ve kurtar Su Perisi'nin ikizini." (S.59) Yener'in bu romanı 2003 TUDEM Edebiyat Ödülü almıştı (İlkgençlik- Roman). Yazarın bu roman için uzun çalışmalar yaptığı, her detayı kazıdan çıkartılan bir parça dikkatliliğinde ele aldığı ve Egeli olmanın duyarlılığı ile dokuduğu hissediliyor. Bu kitapta tarih de var, arkeoloji de, mitoloji de... Bütün bunlardan bahsederken, okuyucusunu elinde tutmayı da başarıyor Yener. Gençleri belgeler içinde boğmadan, geçmiş günlerden bugünle konuşuyor. "Bülent bulduğu yontuya dikkatle bakarak, 'Kafada bir çatlak var, galiba!' dedi. Aktan pıskırarak gülmeye başladı. 'Kafayı çatlatmış senin yontu Bülent abi!' Arzu sesine romantik bir tını vererek konuştu:, 'Billur dağında bir deniz kızı yaşarmış. Binlerce yıldır 'Ahhh... Bülent beni kurtarsa' dermiş. Ama kafası çatlakmışşşşş...' 'Dağda deniz kızı ne arar Arzu abla?' 'Bu da kafayı çatlattı!' (S.78) İlkgençlik romanı olur da, içinde 'aşk' olmaz mı? O da var elbette. Üstelik romanın sonunda sizi tekrar kitabın başına döndürüp konuyla ilgili ipuçlarını aratacak, kitabı yeniden okutacak kadar gizli ve açık bir aşk! "Onca kitabın içinden bunu seçmen bir rastlantı olamaz, değil mi?" diyor kırmızı kitap! 'Gerçekler'imiz ve 'düşler'imiz Allianoi'de kesişiyor, hayatlar su perisinin gizeminde birleşiyor. Acaba Allianoi'de olanlar gerçek mi, düş mü? Allianoi de elimizden kayıp gidiyor... Uyuyor muyuz?.. Duyuyor muyuz?.. Mavi ZamanlarKitapta mat ikinci hamur kağıt kullanılmıştır. Uzun süre kullanıma uygun, çabuk yırtılmayan, kırışmayan ve kirlenmeyen nitelikte kağıt kullanılmıştır. 19x13 cm. boyutunda, hacim ve ağırlık yönünden taşınabilir durumdadır.Kitapta kapak çocuğun ilk karşılaştığı ileti durumunda. Ön kapakta kitabın içeriği ile ilişkili bir resim vardır. Arka kapakta verilen kitabın içinde de yer alan sözler etkileyicidir.("Ey okur... Mavi Zamanlar'a doğru yola çıkmaya hazır mısın? Yanına yalnızca bu kitabı al; bir de yüreğini... Sonra hiç korkmadan ilerle... Yolunu aydınlatan, Dolunay'dır." Dolunay Masalcısı.)Kapakta dayanıklı karton kullanılmıştır. Üzeri kaplanmamıştır. Cilt sırttan tutkalla yapıştırılmıştır. Sayfalar kolay açılmaktadır. Kullanıma uygundur. Kitabın arka kapağında kimlik bilgileri yer almaktadır.Kitap 198 sayfadan oluşmaktadır. Kitabın sonunda öyküde anlatılan kazı yerine ilişkin fotoğraflar yer almaktadır. Resim, metin ve sayfa kenarlarındaki boşluklar arasında bir bütünlük vardır. Oranlar iyi ayarlanmış, sayfayı okuma ve izleme rahatlığı sağlamıştır. Kitap içinde resim yer almamaktadır. Sonda büyüklü küçüklü 10 resim vardır. Bunlar kazı yerinden fotoğraflardır. Gazetelerden kesilmiş resimler de kullanılmıştır. Resimler metni anlamlandırmaya yardımcı niteliktedir. Kitaptaki harfler "14 punto" büyüklüğündedir. Kolayca okuyabilecek durumdadır. Satır aralarındaki boşluklar da harflerin boyutlarıyla orantılıdır. Başkahraman Birce'dir. Diğerleri: Gilman, Işıl, Sevilay, Aktan, Necip, Erkan, Sibel, Mustafa, Ece, Reşat, Ufuk, Ahmet Bey, Arzu, Pülmüz Teyze, Mehmet, Cerenimo, Erman, Canan Hanım, Doğu, Sezin Hanım, Tomy Açık Karakterler olarak Gilman, Birce ve Aktan'ı görüyoruz. Açık karakterler tüm yönleriyle ele alınmıştır.Kapalı karakterler:Işıl, Sevilay, Aktan, Necip, Erkan, Sibel, Mustafa, Ece, Reşat, Ufuk, Ahmet Bey, Arzu, Pülmüz Teyze, Mehmet, Cerenimo, Erman, Canan Hanım, Doğu, Selahattin, Davut Amca, İbrahim, Reşat. Tüm bu karakterler baş karaktere ve kurguya yardımcı roldedirler, belli özellikleri verilmiştir. Romandaki karakterlerin çoğu durağandır. Olaylar boyunca değişiklik göstermezler. Işıl, Aktan, Sevilay, Necip, Erkan, Sibel, Mustafa, Ece, Reşat, Ufuk, Ahmet Bey, Arzu, Pülmüz Teyze, Mehmet, Cerenimo, Erman, Canan Hanım, Doğu, Selahattin, Davut Amca, İbrahim, Reşat. Devingen olarak Birce baştan itibaren araştırma merakı ile gündeme getirilmiş ve başına gelen tüm olaylara karşın yılmayarak hedefine doğru yönelmiştir. Gilman da onunla birlikte bu devingenliği sürükleyicidir. Yazarın başarılı bir roman tekniği var. Romanın kurgusu iyi yapılmış. Kurgu üstüne kurgu yapılandırılmış. Bir yanda kırmızı kitaptaki masaldakilerin peşine düşen çocuklar, diğer yanda dünyanın manyetik alanında sapma yapabileceğini düşündükleri kristalin ardına düşen insanlar. Bir anda, aynı yerde ve zamanda birleşerek aynı kaderi paylaşmaya başlıyorlar. Oysa romanda ayrı ayrı olaylar içinde veriliyorlar. İpuçlarını bulma ve değerlendirme süreci baştan sona devam ettiğinden daima merak söz konusu. Sona yaklaştıkça merak da doruk noktaya çıkıyor ve okuyucu sürükleniyor. Özellikle ipuçlarının değerlendirilerek yeni bulgulara ulaşıldığı bölümlerde merak öğesi çok başarıyla kullanılmış. Kitabın adı bize kitabın içindekiler hakkında ipuçları vermektedir. Mavi suyu, zaman ise romandaki masalsı anlatımı işaret etmektedir. 'Mavi' ve 'zaman' sözcükleri sık sık tekrarlanmaktadır. Neden mavi zamanlar? Çünkü sonsuzluk, ebediyet, devamlılık. Geçmişten günümüze var olan değerlere sahip çıkışın bir öyküsü var bu kitapta. Roman anlamlı bir o kadar da düşündürücü bir sonla noktalanıyor... Gilman'ın kızın annesine gönderdiği not bu romanın hiç bitmeyeceğini düşündürüyor. Kitabın başında 32. sayfada Mehmet'in "Biter bitmez bir yenisi başlar heyecanımızın. Burada eski ile yeni uygarlıkların arasında tarihin oynadığı 'Ben sakladım sen bul' oyununu oynuyoruz. Nereye saklanmış? Ne zaman saklanmış? Bunları araştırmak çok heyecanlı." sözleri romanın sonu ile örtüşmektedir. Kitap sevgisi, hayvan sevgisi ve giderek insan sevgisi romanda önemli bir yer tutmuştur. Ağustos böceğinden yılana kadar pek çok hayvan ile tanıştırılan okura her birinin ayrı bir yönü sezdirilmiştir. Cerenimo adlı köpek romanda önemli bir rol üstlenmiş, baştan sona olayların odağında yer almıştır. Ona yüklenen özelliklere bakarak çocuğun köpeklerle (hayvanlarla) dostluk kurması mümkündür. Hayvanların dışında bitkiler de güzel bir anlatımla verilmiştir. Okurun bunlar üzerinde düşünmesi sağlanmıştır. Ayrıca müzik aletlerinden kavalın ele alınması da önemlidir. Kitapta 'görülen' ve 'örtük' iletiler fazla sayıdadır. Özellikle masaldan alınan bölümlerde verilenler, okuru düşünmeye zorlayacak niteliktedir."O zaman bu geceyi hatırlayacaksın. Sen çevrendeki kötülüklere hayır diyebilme gücüne sahipsin. İşler kötüye giderse hatırlayacağın cümle şudur: Gözler iz sürmeli, gördüğünün içine sızabilmeli, rengini bırakmalı baktığına. Uçsuz bucaksız düzlüklerde rastlayınca yüz çevirdiğimiz, tekerlek izleri gibi yol gösterebilmeli." (s.34)Aslıhan Küçükavşar, Öğretim Görevlisi, Ankara Üniversitesi

ECE ARAR EMENER / RADİKAL KİTAP / 17/12/2004
Mavisel Yener'in öykülerinde sıcak aile ilişkileri, tatlı çekişmeler, kardeşler arası diyaloglar, okul maceraları, düşler ve gerçekler var
17/12/2004 Radikal Kitap

·KIZLAR SÜNNET OLUR MU? Mavisel Yener, resimleyen: Murat Sayın, Bilgi Yayınevi, 2004, 80 sayfa, 6 milyon lira. Mavisel Yener'in dokuz öyküden oluşan kitabı 'Kızlar Sünnet Olur Mu?' aynı isimli öyküyle başlıyor. İkinci sınıfta okuyan kahramanımız, sınıfından Mehmetcan'ın sünnet olacak olmasına hayli içerliyor. Ne de olsa sünnet olmak birçok eğlenceyi de beraberinde getiriyor; sünnet olan çocuk ata binme şansını bile elde edebiliyor. Gelecek olan hediyeler de cabası... Ailesine kendisinin de sünnet olmak istediğini söyleyen kızımızın bu isteğinden nasıl vazgeçtiğini bulmak da yedi yaş ve üstündeki okuyuculara düşüyor.... 'Yaramaz Kim?', tadı damaklarda kalan bir öykü. Kahramanımızın evine bir çocuk misafir gelecek; ama onun kaygıları var; "İlk kez gördüğüm bir çocuğu yatak odama götürüp oyuncaklarımı ona göstermek zorunda mıyım? Büyükler yeni tanıştıkları insanları yatak odalarına alıp çekmecelerini, dolaplarını gösteriyorlar mı?" diye soruyor (s. 13). Hepimizin çocukken hissettiği bir duygu değil mi bu; anne ve babalarımızın zoruyla odamızı karıştırmalarına izin vermek zorunda kaldığımız çocuklara en az kitap kahramanı kadar kızmadık mı bizde? Mavisel Yener 'Yaramaz Kim?'de, bu duyguyu çok iyi yansıtmış okurlara. Her çocuğun 'evet, aynen öyle' diyeceği ve sonunda kahramanı ya da misafiri kendine benzeteceği bir öykü bu. 'Parmak Hesabı', hâlâ matematik hesaplarıyla boğuşan çocukları konu edinirken, 'Dişini Arayan Çocuk' yedi yaşına gelindiğinde süt dişlerine ne olduğu sorusuna yanıt buluyor, yeni çıkacak dişler hakkında bilgi veriyor. 'Uzaylılar Bize Geldi', Jules Verne'in uzaylılar tarafından dünyaya 'uzay yolculukları yapabileceklerini düşündürmek' için gönderildiğini söylerken, 'Balık Evi' çocukları balıklar ve akvaryum konusunda bilgilendiriyor, bir yandan da evde bir hayvanın sorumluluğunu almanın zevkini aşılamaya çalışıyor. 'Çorap Canavarı' ise kaybolan çoraplarla ilgili. Kahramanımız, "Sizin evde de çoraplar kayboluyorsa önerilerinizi bana yazın. Kayıp çorapların gizini çözeceğimize inanıyorum. (s. 65)" diyor. 'Prenses', insanların çalışmasının gerekmediği bir dünyayı konu ediniyor. Kızımızın her işini yapan bir robot var; sevmediği pırasayı yiyen, ödevlerini yapan, onun yerine çizgi film seyreden, uyuyan, onun yerine arkadaşlarıyla oyun oynayan... E tabii prensesimiz de bir süre sonra tembellikten sıkılıyor. 'Prenses', her çocuğun düşlediği bir durumun aslında nasıl sıkıcı olabileceğiyle ilgili. Ve 'Çikolata Tavşan'. Bir haftalığına Türkiye'ye gelen dayıya olan özlem; sıcak aile ilişkileri, yenmemesi gereken ama her gece bir kulağı, bacağı gizlice yenen bir çikolata tavşanın öyküsü bu... Mavisel Yener'in bu kitaptaki öykülerinde hep sıcak aile ilişkileri, tatlı çekişmeler, kardeşler arası diyaloglar, okul maceraları, düşler, istekler, gerçekler var. Tam yedi yaş çocuklarına uygun öyküler bunlar. En son Çocuk Edebiyatçıları Birliği Yılın Çocuk Şiiri Kitabı Ödülü'nü, 'Mavi Ay' isimli kitaplarıyla Aytül Akal ile birlikte alan Mavisel Yener'in Bilgi Yayınevi'nce yetişkinler için yazdığı 'Derin Yırtmaç' isimli kitabı da yeni yayımlandı. 'Kızlar Sünnet Olur Mu?', onun çocuklar için yazdığı otuzun üstündeki kitaptan yalnızca bir tanesi. Tüm çocuklara iyi okumalar...

"ARİTMETİK İYİ, KUŞLAR PEKİYİ"*
Zorlar, yorar, kararsız bırakır. Çocuğunuza şiir okumak istersiniz, hele de sevdiğiniz şiirleri. Ama o coşku size Cemal Süreya’ca bir tonlamayla ‘Hangi birini, hangi birini? Yüzlercesini yüzlercesini…’ dedirtmez. Karşınıza çıkan soru “İyi ama, hangisi? olur genellikle. Tabii bir esriklikle beraber, sevdiğiniz şiirleri, iyi şairleri tanıtmak istersiniz. Ama şiir dilinin zorluğu ve sansür uygulama zorunluluğu, bazen çocuğun sıkılması, bazen de onun çıtayı aşmasıyla birlikte okulda yaşadığı sorunlar sizi sınırlar. Ve eğer çocuk edebiyatıyla pedagoji üzerine kafa yormuşsanız; kendi beğeninizi erken bir zamanda çocuğa aşılamak değil, ona uygun, onun sevebileceği ve çocukça şiirleri onunla birlikte öğrenmek, bu arada da asıl kendinizi geliştirmek gerektiğini anlarsınız.

Velhasıl zorlar, yorar, kararsız bırakır. Yine de pek çok iyi şairden az sayıda da olsa “çocuklara okunabilecek” iyi şiir bulunabilir. Oysa bir de “çocuk şiiri” denilen bir tür var ki; keyfi, tadı, hazzı bambaşka. Hele bir de güzel resimlenmişse, zekice bir kitap tasarımı yapılmışsa, gel keyfim gel!

Genellikle içime sıkıntı basar, ama yine de çocuklar için hazırlanan şiir kitaplarına bakmaktan -neredeyse bir ödev duygusu ve sıkıntısıyla birlikte- vazgeçemem. İyi ki de öyle yapmışım. Okuduğum İngilizce çocuk şiirleriyle yaşadığım tatlı duyguları, ilk kez Türkiye’de basılan bir kitapta yaşadım. (Elbette kendi cahilliğimin, rastlantının önüme yalnızca yetersiz kitaplar çıkarmış olabileceğinin hakkını da teslim ederek) Kuş Uçtu, Şiir Kaldı! İşte ‘demek kaçırmışım, demek aramaya devamda fayda var’ işareti. Eğlenceli, zekânın parlak, ince kıvrımlarıyla yüklü, rahat ve tatlı bir akış içinde, üstelik değerli şiir düşünceleri barındıran, -bu haliyle de tıpkı bir yabancı dil gibi kendine has ayrı bir mantığı, işleyişi olan ve dolayısıyla da okuyucudan özel bir hazırlık, bir çeşit eğitim bekleyen- ‘şiir kültürüne-diline’ adım atmak için son derece yararlı, doğru bir kitap. ‘İyi çocuk’ kisvesine girme uğruna oturduğu dişçi koltuğunda güya gülümseyen, ama fena halde kasılan o tuhaflığı alkışlayan, çocuğu maskeyle dolaşmaya zorlayan şabloncu tarzdan değil. Çağırışımın büyük şiirlerinden de çok daha özgür olduğu tarzı benimseyen, âdet olduğu üzere çocuğu aptal yerine koymayan, bu nedenle de kalıplarla yürümesi gerektiğine inanmayan/zorlamayan, “çocuksu” denilen o özgür zekâya eşlik eden bir kitap “Kuş uçtu, şiir kaldı”.

Çocuktan öğrenmekten ya da çocuksu zekâdan korkanlar, onlara kendi büyüklenmiş tarzını zorlarken kendilerini de açığa vuruyor. “Bana uymazsan kötüsündür. Hadi bırak şu çocuksu ıvır zıvırlarını, benimkileri taklit et. Kafanda dört köşe (çünkü düzen ilahımızdır) bir oyuk açacak ve otoritemi içine sıkıcı marşlarla birlikte dolduracağım. Sıkıl, çünkü böylece otomatik çocuk olur, düzene hizmet edersin. Küflenmiş bir teknikle, bir şablonun tekrarı olan şiirlerimle kendime böbürlenme, sana da düşünceden yoksun sözlerle, düşünmeden alma, ezberleme hakkı tanıyorum. Aman ha iyi edebiyatla tanışma, yoksa benim kim olduğumu da fark edersin. Sıkıl çocuk, sıkıl çocuk, sıkıl ve itaat et!”

Kendi düşüncelerini bir alternatif olarak sunmak değil bu, illa da bu tarafa demek. Süleyman Garipoğlu’nun dediği gibi öğretirim demek ukalâlıktır, ayrıca saçmadır. Bilgi öğretilmez, paylaşılır. Çocuktan öğrenemeyen büyük, öğretecek ne elde edecek?

Aşırı olabilirim elbet tüm bu sözlerimde. Bu da okul yıllarımda nasıl bir azaptan geçtiğimin kanıtıdır. Bir çocuk fanatiği olduğum ise doğrudur. Onun için iyisi mi, susayım biraz da bu konuda ve kuş uçsun, şiir kalsın.

Son kertede söylemek istediğim; yalnızca çocuğuna saygı, sevgi duyan, onun zihinsel gelişimine destek olmak isteyen velilere ya da öğretmenlere değil, çocukluğa saygı duyan herkese öneriyorum bu kitabı. Ayrıca şiiri seven ve şiir için ciddi emek harcayan herkesin bu kitaptan keyif alacağını ve hangi türde yoğunlaşırsa yoğunlaşsın şairler için de hoş bir “şiir üzerine düşünme aracı” olacağına inanıyorum. Bir kaç gün önce keşfettiğim bu kitabı öğretmenlere ve sanatçılara tanıtmış olmaktan ve onların da benimle aynı heyecanı yaşamış olmasından büyük keyif duydum. Zaman açısından bulduğum ilk fırsatta da dergiler ve kitap ekleri için bir eleştiri yazısı yayımlamayı aynı keyif duygusuyla, heyecanla istiyorum.

Mutlaka başkaları da vardır. Ama “çocuk şiiri” alanında benim karşılaştığım ilk keyif oldu “Kuş uçtu, şiir kaldı” Daha sonra diğer kitaplarından tanıdığım Ayla Çınaroğlu’nun şiirlerini keşfettim. Beni kış günü birdenbire sapsarı ağaçların olduğu bir sokakta yakalayan tatlı, sarı gün ışığı gibi yakalayıverdi o müthiş resimleri. Pek çok şiiri için de aynı heyecanı yaşadım, ancak kimi zaman eskimiş temalar ve onların şablonları konusunda zaafa düştüğünü düşünüyorum. Belki de bir geçiş kitabıydı. Yakaladığı yeni damardan devam etmesinin hepimizi için bir armağan olduğunu düşündüğümü de eklemek isterim.

Sonuç olarak Ayla Çınaroğlu, Aytül Akal ve Mavisel Yener’i, son derece hoş, uygun ve yerinde resimlemeleri için tekrar Ayla Çınaroğlu’nu ve Mustafa Delioğlu’nu kutluyor ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Sevgilerimle,
Özlem Sezer

SEDA ÇAKIR/ SABAH GAZETESİ / 6/11/2004

"Kızlar Sünnet Olur Mu?" Çocukların merak ettiği pek çok sorunun yanıtını, birbirinden güzel öykülerin yer aldığı "Kızlar Sünnet Olur Mu?" isimli kitabında toplayan Mavisel Yener, "Çocuklarla bilim adamlarının önemli bir ortak noktası vardır: Merak!" diyor. Yener, çocukların merakını ders havasında değil, edebiyat tadını hissettirerek, eğlendirerek gideriyor. Mavisel Yener, çocuklar için eğlendirirken öğreten bir kitap yazdı. Dokuz öyküden oluşan 35'inci çocuk kitabını çıkaran Yener, şunları söylüyor: "Çocuklara, yetişkinlerin didaktik tercihleriyle değil, onların sıkıntılarından ve yaşantılarından yola çıkarak yazıyorum. Kitaptaki dokuz öyküde de çocukların kafalarını taktıkları konulara ağırlık vermeyi yeğledim. Örneğin; kitaba adını veren öyküde, sünnet düğünü olayını kız çocuğunun bakış açısıyla, gülmecenin penceresinden yansıttım. 'Yaramaz Kim' adlı öyküde de az gelişmişliğin en belirgin öğelerinden biri olan 'önyargı' kavramını, birbirini ilk kez tanıyacak olan iki çocuğun çekingenliğini yenmeye çalıştığı bir tanışma ortamında ele aldım." "Kızlar sünnet olur mu?, Uzaylılar eve gelir mi?, Dişim düştü, yaşlandım mı?, Çilli oğlanlar mı yoksa gözlüklü kızlar mı daha yaramazdır?, Sizin de bir çorap canavarınız var mı?" gibi, çocukların en çok merak ettikleri sorulara yeni kitabıyla cevap veren Mavisel Yener; çocukların öyküleri okuyarak, farkında olmadan merak ettikleri şeyleri öğreneceğini söylüyor. YANITLAR SATIR ARALARINDA GİZLİ Yener, çocuklarla bilim adamlarının tek bir ortak noktası olduğunu belirterek, sözlerini şöyle sürdürüyor: "Çocuklar da bilim adamları da 'merak' ederler. Bu merak, araştırmayı ve gözlem yapmayı da getirir beraberinde. Kitabımda çocukların merak ettikleri konulardan yola çıktım, ancak yanıtları satır aralarına gizledim. Öğretici metinler çocuğu kitaptan ve okumaktan soğutur. Bu nedenle onlara edebiyat tadını duyumsatarak seslenmek gerek..." Anne ve babaların çocuklarının merak ettiği konuları onun yaş grubuna uygun bir dille anlatabileceğini ve çocuklarla pek çok bilinmezi paylaşabileceklerini belirten Yener, paylaşımın en önemli öğesinin 'dil' olduğunu söylüyor. Yener, ebeveynlerin çocuğun sözcük dağarcığını bilerek, yalın, anlaşılır bir dil kullanarak onun merakını giderebileceklerini dile getiriyor. ÇOCUĞU KİTAPTAN SOĞUTMAMALI Türkiye'de çocuklarının okuma kültürüne katkısı olabilen aile sayısının oldukça az olduğunu anlatan Yener; şöyle diyor: "Gerek eğitim sistemimizde gerekse aile kültürümüzde çocuğa kitabı sevdirmek adına yapılanlar çocuğu kitaplardan soğutmak için planlanmış gibi. Kendi kitabını seçme özgürlüğü tanınmayan bir çocuk bu yetiyi nasıl kazanacak? İlerinin iyi okuru nasıl olacak? Ben bir yazar olarak ve bir anne olarak çocuklarımın okuyacağı kitapları asla seçmedim, bu seçimi kendilerine bıraktım. Yardımcı olma konusunda 'dayatmacı' değil 'yol gösterici' olmaya özen gösterdim. İkisi de iyi birer okur oldular. Anne, baba ve öğretmenler de 'dayatmacı' değil 'yol gösterici' olmalı."
SEDA ÇAKIR

ÖZLEM SEZER / KUM DERGİSİ / 2004 (Kar Sesi)
NERUDA’YA SORULAR: NEDEN KARLAR DÜŞERKEN SES ÇIKARMIYOR DA…………?

Aytül Akal Cumhuriyet Kitap ekinde beş yıl boyunca yazar da, Ihlara bunları okumaz mı, Aytül bu sayfadaki editörlüğünü bırakır da, Ihlara buna darılmaz mı, darılınca da tembellik etmeden veryansınlarını mektuplara taşımaz mı, bu mektuplaşmalar sürer de, Ihlara’nın annesi Mavisel bu mektuplaşmaya katılmaz mı? Derken efendim Aytül ve Mavisel, İstanbul-İzmir mesafesini elektronik posta aracılığıyla aşıp, birbirine kartopu atar gibi yıllarca şiir oynamaz mı?

“Kuş uçtu, şiir kaldı”, “Şiirimi kedi kaptı”. Kaptıysa kaptı, ben de gidip şiirimi “Kar sesi”ne, “Denizin büyüsü”ne “Mavi Ay” a sormam mı?

“Çocuk şiiri”ni araştırmanın yarattığı pek çok duygu ve düşünce var -ki hafiye gibi peşindeyim- ve bütün bunları aktarmak da epeyce uzun sürecek gibi görünüyor. Onun için Nazım Hikmet’in “La Fontene’den masallar”ına hakkını teslim edip, size bu alanda karşılaştığım en yüklü sevinçten Mavisel Yener ve Aytül Akal’ın çocuk şiirleri serisinden söz etmek istiyorum. Özensizliğin, şablonlarla yürümenin, çocuğu aptal yerine koyarken aptallaşan düşüncelerin, pedagojik cahilliğin, kötü resimlemelerin, çocuk şiiriyle, çocukluğa özlem şiirlerini birbirine karıştırmanın afagan kumbarası halinee geldiği bu alanda, eğer karın gerçekten bir sesi varsa, onlardan dinlediğime inanıyorum.

Aytül Akal ve Mavisel Yener, yaramazlığın hakkını vererek çocuk olmayı başarmış iki yazar. Mavisel Yener tam bir düş cadısı, külahının içinden her zaman acar bir buluş çıkıyor. Kimi zaman sitem, kimi zaman zekânın yaramazlığı, her zaman barış yaratacak bir çözümle noktalanıyor. Yeni yılın geldiğinin farkında değilmiş gibi karlar nazlanıyor. Mavisel de yastığını boşaltıyor, penceresine kar yağdırıyor. Kar yağınca da yastığını karla dolduracakmış… Onun dünyasında istenen ve hemen istenen her şey illa ki bir araya getirilir ve böylece imkânsız kendine eğlence edinir. Ressam karları mora boyar ve ilkbaharla karın keyfi aynı anda çıkarılır. Arsızdır ya yetinmez, yetinip de rahat bırakmaz Ressam Amca’yı. Ondan aya kar, kuşlara kanat rica etmek, kuş yuvalarını pembeye boyayıp, içine bir fil kondurmak için yararlanır. Ve ne yaparsa yapsın naziktir, yaramazlığının sonuçlarını düşünür, onlara yine düşsel çözümler düşünür. Yuvalarını file verdiği kuşları, aya gönderir. Sevinip kansınlar diye de ayı maviye boyar. İyi bir sek sek oyuncusudur, düşsel ilişkilerde sıçramalar yapmakta ustadır. “Kar tanesi-1” şiirini masal formatında verirsek de kızmaz sanırım: “Çocuğun çevresinde döndü durdu kar tanesi.... “Beni de al oyununa,” dedi, yavaşça. Kondu çocuğun burnuna. Şaşırdı çocuk: “Aaa, sen kanatsız uçuyorsun! Gel güvercin olalım, birlikte uçalım.” Şaşırdı kar tanesi: “Senin de kanadın yok ama!” Gümüş gökte beyaz güvercinler... Güldü çocuklar, güldü kar taneleri...”

Farklı tatda, hazda yaramazlıkları var iki yazarın ki karşılıklı atışmalarında hele ki “Kuş uçtu, şiir kaldı” da bunu müthiş bir keyife dönüştürüyorlar. Yine de onları ayrı ayrı düşünmenin de önemli olanaklar sağladığını düşünüyorum. Aytül Akal’a geçmeden önce, Özdemir Asaf’ın onunla birlikte anımsadığım bir şiirini paylaşmak istiyorum: “BİRİNCİ ŞİMDİ: Çocuklukta büyüktüm, oyunlara girmedim... /O bahçelerde kaldı oynanmamış oyunlar./Ben şimdi anlıyorum oyunda çocukları;/Ne zaman, nerde baksam beni de oynuyorlar.”

Hani halının üzerinde sessizce oynayan çocuklar vardır. Anne baba fısır fısır tartışırken arada dalgınlığa gelir de seslerini hafif yükseltir. Biri şışt der, çocuğu işaret eder, sonra ses lçalır, sonra bir daha yükselir, alçalır, bir daha, bir daha... O sırada çocuğun treni kayar, gider masanın altına girer. Çocuk heyecanla treninin peşinden koşar, o arada bir köşede duran bebeğini fark eder, alır kucağına bir sürü oytuncak, derken hep birlikte masanın altına yerleşirler. Trene bir istasyon, istasyona da kalabalık gereklidir çünkü. Anne baba göz ucuyla bakarlar, “Ne kadar da sevimli!”. Bu, onu tamamen unutmadan az önce olan bitendir. Sonra ‘zaten onlarla ilgilenmeyen’ çocuk tamamen unutulur. Günlük hayatın sorunlarının genel huya suya saldırmak için fırsat beklediği konuşma ise devam etmektedir.

Oysa bir imge çöplüğü gibidir çocuk. İlgilenip ilgilenmemekte kararsız kaldığı her şey -ki hepsi de küçük kırıntılardır- zamanında yarım yamalak dinlendiğinden büyüdüğünde tamamlanır.

Küçük şeylerin hüznü… Hani koskoca bir saksı bitkisinde, yeni filizlenen bir tohumun hemen yanında da olgun bir yaprakta incecik bir çatlak filizlenmiştir ya. Kimisi koparır atar onu: Nasılsa çok geçmeden bozulup başıma iş açacak. Kimi huzursuzlukla baş etmeyi bilir: Zamanı gelecek onu atmanın, o zaman atarım ve bunca çok yaprak varken... Kimi de o yaprağa takılır işte, içinde hiçbir şeye benzemeyen bir hüzün oluşur. İnce çatlak, onca yaprağın içinde seçilen ve akılda kalandır.

Aytül Akal’ın kimi şiirlerinde halının üstünde sessiz, masum ve etrafa kayıtsız görünen çocuğun, büyüklere dair her şeyi duyup görüşünü hissediyorum ben. Bir şeyin habercisi olan bütün o küçük tartışmalar, gündelik, sıradan eleştiriler… Sonra bir yanı büyük olan, ama sık sık çocukluğuna uğrayan değil de çocuk olan o yanıyla da sanki yaprağın ince çatlağındaki hüzünle birleşiyor: “Annem,/ “Bahçeyi düzenlesen ya,”/ dedi ama,/ babamın hep işi vardı.” Bahar çabuk kaçar, yaz hızlı koşar, sonbahar yaprakları uçuşur ve anne bahçeye hep kızgın kızgın bakar. Derken çocuksu bir çözüm sunmak üzere kış gelir ve her yer bembeyaz bir yorganla kaplanır. “Babam pek sevindi bu işe/“İşte bak,” dedi anneme./“Düzenlendi bahçemiz!/Her yer tertemiz...”

Şiirlerinde ve masallarında da örneğin heep anne babasının yatağında yatmak isteyen küçük fil hikâyesinde de aynı “karşı pencere”den görünenlerin ince sızılarını veriyor. Çok sevdiğim başka bir şey daha var Aytül Akal’da Neruda’nın sorular kitabını andıran şiirleri. “Yere düşerken karlar/Neden ses çıkarmazlar?/Karlara bastığımda/Şarkı söylüyorlar oysa..” Ya da “Gök mavi/Deniz mavi/Maviden maviye düşen karlar/Neden mavi değil/Bembeyaz?” gibi.

Dilsel oyunlar ve şiirsel zekâ da gücünü yerinde kullanıyor Aytül Akal’da: “Tek tek saydım / Kar tanelerini:/Bir, iki, üç, dört, beş... / Sayılar tükendi/Kuşlarla saydım ben de: / Güvercin, serçe, papağan, / Şahin, martı, saksağan... / Kuşlar bitince,/Başladım kedilere: / Tekir, Pamuk, Sarman, / Siyam, Ankara, Van...”

İki yazarın e-posta ile kartopu oynadığı, karların ise bereye saklanarak sınıflarda kaçak öğrencilik yaptığı kitap, Aytül Akal’ın veda(!) sıyla bitiyor. Yapacak işin gücün, gökyüzünde bekleyenin yok mu senin, deyip postayı koyuyor kara. Tabii sonra gönül almayı da ihmal etmeden: “Haydi kar, güle güle... / bir sonraki kış, / beklerim yine...

Ben de her daim kapımı açmış sizleri bekliyorum kömür deposuna kapatılmış çocuklara yaz kış renkli karlar yağdırmaya sevgili mavi kadın, ay kadın… Dedikodu bu ya, bu sene karların canı çok sıkılmış, ya tek tek şemsiyeleriyle ya da çocuklar okuldayken yalnız kalmamak için matematik derslerine kare, üçgen, dörtgen… şeklini alarak gelecek diyorlar. Ama tek bir Kafkas dansçısı gelecekmiş bu yıl, o da benim penceremi seçmiş. Setenay’ı sizin kitabınızın arasında ağırlayacağım… Şiire yapan karları tulaya devşirip, krizantem bir saray yaparak… Hoşsunuz zaten, hoş kalın…
Özlem Sezer

AHMET ÖZTÜRK / ŞEHİR DERGİSİ / ZONGULDAK / OCAK 2005
DERİN YIRTMAÇ Ahmet Öztürk İnsanı daha ilk sözcükte yakalayıp koynuna alıveren "mavi mektuplar" başlıklı bir yazı okumuştum, edebiyat dergilerinden birinde. Püfür püfür İzmir imbatıyla yüklü bu yazı, başlığına yakışacak bir sıcaklığı taşıyordu satırların arasında ve dönüp dolaşıp "maviye" bağlıyordu sözü. Bu yüzden imza kısmındaki "Mavisel" adının müstear olduğunu düşünmüştüm ilkin. Öyle ya; maviye böylesi tutkun bir yazar, bir çok çağrışım yüklü "Mavisel"i, takma isim olarak kullanabilir pekâlâ. Gerçeği Birol Üzmez'den öğrenince şaşırmıştım, Mehmet Yılmaz'ın başka bir nedenle yazdığı dizeler dilimin ucuna gelmişti de, yanlış anımsama korkusundan söylememiştim: "şiir gibi adı olan adam / bu bir itiraftır / şair bu adı sana veren baban" Bir dizi etkinlikte bulunmak üzere Zonguldak'a davet etmiştik sevgili Birol'u. Belediye Kültür Merkezi'nde "Zeytine Yolculuk" başlıklı fotoğraf sergisini açmış, Maden Mühendisleri Odası lokalinde de, "İki Siyah, İki Kara" başlıklı bir söyleşi yapmıştık. Yılar sonra ilk kez, aralarında çocukluk arkadaşlarının da bulunduğu bir toplulukla söyleşme olanağı bulmuş; bir maden işçisinin yaşamından kesitler sunan dialar eşliğinde, güzel bir madenci öyküsü okumuştu. Salonda bulunan maden mühendisi bir arkadaşın, gerçekle ilişkisi açısından itirazlarıyla karşılaşsa da, onun da reddedemeyeceği biçimde akıcı bir dille yazılmış, ustalıklı bir öyküydü bu. Etkinlikten sonra öykünün Mavisel Yener'e ait olduğunu öğrenmiştim. Öğrendiğim bir başka şey de, Birol ile sıkı bir dostluğu paylaştığıydı. Onun aracılığıyla, tanıştığım Yener ile, yazı tutkunu iki insan olarak, interaktif bir dostluğu paylaşıyoruz o günden beri. Mavisel Yener'in, Bilgi Yayınları arasında çıkan son kitabı "Derin Yırtmaç"ı, bu duygu yüküyle okudum. Kitap bittikten sonra bana kalanlar üzerinde düşündüm uzun uzun. Dönüp dolaşıp bir noktada odaklanıyordum; bu kitap "edebiyatın edepten geldiği" sözünü anımsatmıştı bana. Kültürel yaşamın dikkatli izleyicilerinin gözünden kaçmamıştır, sanatın bir çok dalına alışık olmadığımız garip bir dil hakim olmaya başladı son zamanlarda. Küfrün mezbul miktarda yer aldığı bir avam dili, kültürel yaşamımızı kötücül bir ur gibi sarıyor ne yazık ki. İşin tuhafı, en ünlü yazarların en çok okunan kitapları da, en ünlü yönetmenlerin en çok izlenen filmleri de, bu lümpen dile teslim olmuş durumda. Boyumu aşacak laf etmek stemem ama korkarım ki bu dil, sanatın tüm alanlarındaki yaygınlığı nedeniyle ileride, "iki binli yılların üslubu" olarak imlenecek sanat tarihçilerince. "Derin Yırtmaç"ta tam tersini yapmış Mavisel Yener. Sait Faik'in küçük adamları gibi sıradan insanları, edebiyatın büyülü diliyle anlatmış okurlara, üstelik avam diline teslim olmadan. Sarsıcı, tutkulu aşklar yok öykülerde. Kambur piyangocu ile yemci Münevver Teyze'nin aşkı var örneğin; güvercinlerden başka kimseler tarafından bilinmeyen. Bir başka öyküdeki dondurmacı Kara Hamza; şafak sökmeden uyanır her sabah. Üç tekerlekli şeker beyazı arabasının selesine atlayıp, yoğurtçu Bekir'den güğümlerini sabah sütüyle doldurur. Salebini ta Urla'nın dağlarından toplar, sonra döv babam döv, döv babam döv... Ülkesinde ortopedi hemşireliği yaparken, birden adı Nataşa'ya çıkan Ukraynalı Olga bir başka öykünün kahramanı.. En büyük düşü, bir gün ülkesine dönüp yeniden mesleğini yapmak. Yalnızca dili değil, içeriğiyle de son zamanlarda yayınlananlardan farklı bir kitap "Derin Yırtmaç". Hastalıklı bir ruh haliyle, marazi tutkuların peşinden, oradan oraya sürüklenen, marjinal insanların yaşamını değil, gündelik hayatın gailelileriyle boğuşan, ekmek parası peşindeki, "öteki Türkiye"nin insanlarını anlatmayı tercih edilmiş, tertemiz bir Türkçe ile. İmge yüklü sözcüklere yüklenen sınırsız çağrışım gücü, doyumsuz bir lezzet katmış kitaba. Bencileyin bir başka hoşlukta, kitaba adını veren "Derin Yırtmaç" adlı öykünün, Safranbolu'yu mekan tutmuş olması. Öykünün hiçbir yerinde belirtmemiş ama Arnavut kaldırımlı yaşlı sokakları, biri ötekine gölge etmeyen beyaz badanalı, sık pencereli evleriyle Safranbolu öylesine nakışlanmış ki, öyküyü okurken eski konakların o doyamadığım ahşap kokusuyla doldu içim. Bir anda hayranı olduğum kadim şehrin sokaklarına urdum kendimi. Öykünün son tümcesiyle de dekor tamamlanmıştı zaten: "ağzı lokumla doluyken nasıl gülecekti ki?" Mavisel Yener son öykü kitabında, "belleğinin derin yırtmacında" yolculuğa davet ediyor sizi. "Dostluklardan söz açıyor, bir anda gülen yürekler dolduruyor" dört bir yanı. "Bilmediğiniz iklimlerden koklamadığınız rüzgârlardan kopup gelen onlarca insanla" kucaklaşıp, "yeni sevdalara kanat veriyorsunuz hep beraber." "Kırlangıç olup gün ışığına, hiç bilmediğiniz diyarlara doğru kanat vurmak" istiyorsanız, buyurun davetlisiniz bu yolculuğa.(Derin Yırtmaç - Mavisel Yener - Öykü - Bilgi Yayınevi 2004)

HÜLYA SOYŞEKERCİ / ÜNLEM- 2005 (DERİN YIRTMAÇ HAKKINDA)
“Derin Yırtmaç” Mavisel YENER, Bilgi Yayınevi, Ankara, Ağustos 2004, 1. Basım

Derin Yırtmaç çocuk yazınında ustaca kaleme aldığı düşlerle dolu öyküleri ve masallarıyla tanıdığımız Mavisel Yener’in yeni öykü kitabının adı. Bu kez yetişkinlerin dünyasına giriyor Mavisel Yener. Masalların içindeki düş bulutlarını, olağanüstü ışıkları yetişkinlerin durağanlaşmış, tekdüze olmuş, giderek duyarlılığını ve sıcaklığını yitirmiş yaşamlarına gizlice yerleştiriyor. Böylelikle hem anlattığı olay, durum ve kişilere farklı bir gerçeklik kazandırıyor hem de okurun imgeleminde yeni düş pencereleri açarak yaşamın anlamlarını çoğaltıyor. Derin Yırtmaç çocukları iyi tanıyan bir yazarın, yetişkinlerin ufuklarına açılım kazandırmasının ve onların dünyasını öykülerindeki düşler aracılığıyla dönüştürmesinin şaşırtıcı izleriyle dolu bir kitap. Bu nedenle özgün bir boyutu var.

Kitabın adı ilk bakışta farklı çağrışımlar uyandırıyor. Sayfalar ilerledikçe okur “derin yırtmaç”ın dişillik çağrıştıran bir kavram olmadığını görüyor; onu yeni anlam ilişkileri içindeki yerine oturtuyor. “Derin yırtmaç” somut durumları değil, tam tersine ruhsal bir aralığı, sayrısal olmayan bir zihin yarılmasını, belleğin gizli derinliklerine açılmayı temsil eden bir kavram. Bir görünüp hemen kayboluveren bellek oyunlarını, yaşanmışlıkların şimşek hızıyla geçip giden görüntülerini dile getiren bir anlatım. Görüntüler, yaşantılar ve düşler o kısacık görünme anından sonra, bir gizemin içinde varlığını sürdürüyor. Bir özel’liğin ve kişisel’liğin (g)izlerini taşıyor “derin yırtmaç”. Bu anlatım, hem kitaba adını veren öyküde hem de Gölgeler Islanmaz’da yer alıyor: “Çocuk Melek’i anımsadı birden. Belleğinin yırtmacından komşuları Varlık Hanım sızıverdi dışarı.” (s.31) “Belleğinin derin yırtmacı açılırsa oğlan en mahrem bölgelerini görebilirdi. Biraz toparlandı, gerektiği kadarını anlatmalıydı ona.” (s.93) “Çeşitlememi yaparken bellek yırtmacımı fazla açmamalıyım diye düşündü.” (s.96) Mavisel Yener’in bu kitabı, bir bakıma hepimizin iç evrenine açılan derin yırtmaçlara dikkati çeken öykülerden oluşuyor.

Kent ve İmgeler
Kitaptaki öykülerin çoğu belirli bir yerde, belirli bir kentte geçiyor: Balkonları, pencereleri, bahçeleri sardunyalı, güneşli, sıcak bir Ege kentinde; İzmir’de. Mavisel Yener başarılı bir kent öykücüsü. Yazdıklarında bu mavi kentin özünü, ruhunu bütün yoğunluğuyla yansıtıyor. Hiç gitmeyenler bile yazarın mavi bakışından İzmir’i tanıyıp onu bir iç gerçek durumuna getirebiliyorlar. Çünkü Mavisel Yener, İzmir’in masalcısı. Masalların ve düşlerin tülleri ardındaki gizemli görüntüsüyle İzmir, bütün güzelliğini sergiliyor onun kalemi sayesinde. Yazar, kentin yüreğinde yer alan Saat Kulesi’ni okurun da yüreğine yerleştiriyor sanki: “Dokuduğu kilimin bir köşesinde bile vardı ışık kanatlı Saat Kulesi güvercinleri.” (s.8) “Nasıl binlerce kez övülmüşse güzelliği Saat Kulesi’nin, Münevver de öyle övülürdü bir zamanlar. Nasıl Konak’ın dökme dantelli alımlı kızıysa Saat Kulesi, Münevver de işte öyle alımlıydı.” (s.11) Kitabın ilk öyküsü “Güvercin Çağı”, Saat Kulesi ve Meryem’in birlikte yarattıkları söylencenin dokunaklı anlatımlarıyla dolu. Kent, yer yer kadınsı imgelere bürünerek karşımıza çıkıyor: “Gözüm takılamayacak Çatalkaya’nın her daim sütlü memelerine, Körfez’ in ıslak buklelerine...” (s.40) “Deniz yorgun gerinirken, imbat şehri emzirirken, başıboş bir öykü belki de sokak sokak arayacak beni.” (s.42)

Mavisel Yener’ in imgeler evreninde bu kente özgü pek çok anlatımın yer aldığı görülüyor: “Sümeyra’yı, Stavros’u ve aşklarının tanığı Alsancak garını bavuluma özenle yerleştiriyorum.” (s.45) derken ‘ben- öyküsel’ anlatımıyla öykü kişisi, Alsancak garını önce dramatik bir aşk öyküsünün içine yerleştiriyor; sonra da bir düş yolculuğuna çıkmak üzereyken, kendi bavuluna. Çünkü, hiç bırakılamayan bir kenttir İzmir. Başka bir öyküde ise kentin güzelliği, bütün şiirselliğini de içinde taşıyor: “Denize yaslanıp kenti katlayıp durmuşuz içimizde. Bulutların saçakları İzmir’e değerken, Çatalkaya’ ya mor çalmış. İkindi yıkımını gözbebeklerinden seyretmişim...” ( s.73) Urla için yazılan “Tuz” bence kitabın can damarında sürekli akan bir öykü. “Güvercin Çağı”nda kurmaca yazar şöyle konuşuyor: “Öykü kokan bu mavi kenti seviyorum.” (s.13) Ona esin veren bir mavi kenttir İzmir; öykünün asıl yazarı Mavisel Yener’e de.

Yerel tatlarla güzelleştirdiği öykülerinde, Mavisel Yener’in dildeki anlamları çoğaltan usta işi anlatımı öne çıkıyor. Bu anlatımın özünde, masallar dünyasından süzülen düşler ve imgelerin yanı sıra yoğun bir şiirselliğin yer aldığını vurgulamıştım. Yazar, kişileştirme, eğretileme ve diğer söz sanatlarıyla sözcükleri daha farklı görmemizi sağlıyor; algılarımızın kapılarını genişletiyor, yaşama düş katıyor. Kitapta bu konuyla ilgili pek çok örnek var, bunların bir kısmına burada değinmeyi, diğerlerini okurla yazarın öykülerde buluşmasına; o büyülü “okuma anına” bırakmayı yeğliyorum.

Mavisel Yener, varlıklara sık sık kişilik kazandırıyor: “Daha güneş Yamanlar’ın başını öperken yola düşer, yelkanat koşardı...” (s.8) kentin içindeki bir düş yolculuğunun anlatımı. Bir diğeri de şöyle: Kıyıda bulanık gezinen mavinin açıklarda gerçek yüzünü göstereceğinden emindi. Gözlerini denizden aldı, karaya koydu.” (s.8)

Betimlemelerin canlılığı ve hareketliliği de önemli. Güvercinleri şöyle görüyor öykü kişisi: “Gökyüzünün mavisine bata çıka havada birleşip bir buluta dönüşmelerini seyretti. (s.13) “Göl mü biriktirdin yine gözlerinde?” (s.101) sorusu ise imge yoğunluğuyla okuru farklı bir dünyaya taşır gibi.

Mavisel Yener’in imgeleri kulağa, göze ve yüreğe sesleniyor: “Yoğun bakım hastasının bağlı olduğu makineden duyulan ölüm sinyali gibi geliyordu kulağıma sesim. Biteviye, umarsız.” (s.20) derken o sesi sanki okura duyuruyor. “Heykel, bakışsız gözleriyle süzdü onu.” (s. 28) tümcesinde o taşlaşmışlığı, duygusuzluğu hissediyoruz. Betimlerin bazıları dokunma duyusuna yönelik: “Elindeki buz gibi anahtar avucunu yakarken, belleğinin kozaya aldığı anılar, onu terk eden ilk erkeğin evine ağıyordu.” (s.27) Sardunyaların anlatımında ışık ve renk dünyasına çağrılıyoruz: “İki katlı eski yüzlü evin kapısına dayanmış olan sardunyalar güneş ışınlarının tümünü gülümseyerek kucaklıyordu.” (s.27) Taşın serinliğini duyumsatan satırlar: “Şimdi garın taş örgülü bedeni daha çok sarıp sarmalıyor, kendisine katıyor beni.” (s.44)

Gölgeler Islanmaz’da “gölge” sözcüğü farklı anlamlar yükleniyor; belirsizlik, ruhsuzluk, yaşamın renklerinin içinde olmamak, dirimsellik taşımamak ve kişiliksizlik anlamları da ekleniyor “gölge”ye. “ ... gölgeler hiç ıslanmıyordu. Tıpkı ‘ kendi olmayan’ insanlar gibi... Ya babası nasıl biriydi? Hep ‘gölge’ olup asla ıslanmayan mı, yoksa yaşamın ayrıntılarının sırılsıklam ıslattığı biri mi? “ (s.29-30) Bazı satırlarda sokak çocuklarının her şeye karşın düşsüz kalmayan dünyalarına dalıyoruz: “Evimizin yanındaki Düşler parkında yatan sokak çocukları, sabahın umudunu iliklerine doldurup, alıp başlarını gidecekler kimbilir nereye?” (s.40)

Masal Dünyası
Kitabın birçok sayfasında masalların içine giriyor, masal anlatımlarını bir çocuk gibi yüreğimize dolduruyoruz: “Bir kuş katarı geçiyor tepemden. Katardan ayrılmış yük vagonları kuşlara bakıp bakıp sessizce yutkunuyorlar.” (s. 43) Belirttiğim gibi, kitabın en özgün yönü yetişkin yüreklerde güzellikleri, düşleri, umudu çoğaltan; duyarlılığı ve farkındalığı incelten bu masal anlatımları. Böylece, unuttuğumuz çocukluğu, yitirdiğimiz masumluğu anımsamaya yönelik bir iç yolculuğun biletlerini sunuyor yazar. Bu yolculukta içimizdeki güzellik ve duyarlılıkların üzerindeki ağır örtüyü de düşler aracılığıyla sıyırıp atmamızı sağlıyor. Başka örnekler de vermek istiyorum bu konuda: “Hiç bilmediği bu diyarda kırlangıç olup bu öyküyle birlikte gün ışığına doğru kanat vurmak istedi.” (s.96) “Masa örtüsünün mavisi karaya çalmış artık. Balkabakları fareye dönüşmeden bu kentten gitmeliymişim.” (s.73) “Üç tekerlekli arabasıyla dolaşan dondurmacıdan çok -giysileri yaptığı işi ele vermese de- kupa arabasıyla dolaşan prens gibi görünürdü çocukların gözüne.” Masalların düğüm noktasındaki “kırk katır” yine karşımıza çıkıyor: “Kırk katırın kuyruğuna bağlayıp salıvermişler beni dağlara.” (s. 50) “Bulut huylu oluyorum, tutamıyorum gözyaşlarımı” (s.52) Gölgeler Islanmaz’da öykü kişisinin hiç görmediği babasının evinde, ondan kalan eşyalar arasında bir masal kitabını, “Küçük Prens”i bulması ilginç.

Bir dostluk masalıyla dopdolu satırlar okuyoruz: “Gelin tülünce ak bulutlar toplaşıyor penceremin önünde. ‘Yolcu yolunda gerek, gideceğim başka yerler var’ deyip biniyor Gönül, kümebuluta. Esenleşiyoruz. Arı, duru bir ezgiyi İzmir’e yayarak gökdenizde gözden uzaklaşıyor.” ( s.53) Haşhaş Çiçeği’nin bir bölümünde –miş’li masal söyleyişine yer veriliyor: “Öykücü kadın gelinceye kadar ne çok fotoğraf biriktirmiş yüreğinde... Kadının gözlerinde her zamanki yakamozlar oynaşmıyormuş. Sıkıntıyla gülümsemiş. ‘Kimse bilmiyor burada olduğumu, tam bir kaçamak!’ demiş.” (s. 107)
Mavisel Yener’in imge evreni zengin ve çok renkli.

Görsellik ve Renk Evreni
Mavisel Yener, öykülerinde görsel algılarımızı sürekli devinimde tutuyor; renklerin, ışığın, gölgenin senfonisini duyumsatıyor yüreklerimizde.Yazarın dünyasında bence görsellik büyük bir önem taşıyor.Yaşamı bir ressamın bakışıyla anlamlandıran yazar, sözcükleri yeniden renklendiriyor, canlandırıyor. Mavisel Yener’in öykülerinde okur, masalların yanı sıra bazen bir tablonun bazen de bir fotoğrafın içine girmiş gibi oluyor.

Ebru sanatçısı olan öykü kişisinin (anlatıcının) zaman geçişleriyle çocukluğundaki hüzünlü bir anıya sürekli gidiş-gelişlerini dile getiren Tuz, bence kitabın en önemli öyküsü. Ebru sanatının inceliklerini de öğrendiğimiz rengarenk bir öykü bu. Ebrunun yanı sıra dondurmacılıkla ilgili ustalık ayrıntıları başarıyla aktarılıyor. Böylece gerçekçi bir öykü çıkıyor karşımıza. Bu öykü, emekle rengin ustalıklı bir kompozisyonunu da sunuyor. Öykünün şimdiki zaman boyutunda, ebru sanatçısı bir yandan renklerle uğraşırken bir yandan çocukluğuna geçiş yapıyor. Geçmiş zamana dönüş, hep bu ‘ebru zamanı’ içinde gerçekleşiyor. “Gül dalı ve atkuyruğundan yapılmış fırçasıyla, tahta teknedeki kitreli ölgün suya çocukluğunu serpti.” diye başlıyor öykü. Anlatıcı, çocukken, dondurma yapımından arta kalan tuzlu suyu her gün hanımelinin dibine döktüğü için çiçek yavaş yavaş kuruyor. Yıllar sonra ebru yapımı anında hanımeli kokusuyla gelen çocukluğunun içinde buluyor kendini: “Çocukluğunun gizli bahçesinde elleriyle kuruttuğu hanımelinin siteminden kurtulmak için, yine sarı serpmişti suya. Ölgün suyun üstünde benek gibi duran ilkyaz sarısı, çöp parçasının dürtükleyen cılız devinimiyle tatlı tatlı can çekişti (...) Solmaya, kopartılmaya, kurutulmaya alışkın, sarkık dudaklı hanımelinin suyun üstünde yeniden doğuşu, bir Urla meselinin ustaca anlatılışını muştuluyordu.” (s.63) Renklerin anlatımı, ebru yapım anı; hanımelinin sanatta ölümsüzleşmesi şöyle sürüp gidiyor satırlarda: “Toz kaldıran bir sarı vardı şimdi suyun yüzünde. Yel görmüş selvi gibi sağa sola salındı su, ince bir yol oluştu ebruda. Solmuş tütün sarısına döndü renk. Tütün kokusu hanımeli kokusuna karıştı.” (s.64) “Ebruli hanımelleri açmıştı suyun üstünde. Çiçek kokuyordu renkler.” (s.66) Suda mavinin dilini de okur öyküdeki sanatçı: “ Suyun üstünde baş döndüren onlarca mavi tonu vardı. Mavi boya, ebruli hanımeline usul usul yanaşmış, onu kolayca kandırmıştı. Mavi, tahta teknedeki kitreli suyun kimi yerinde halka halka, kimi yerinde bulutumsu, kimi yerinde de göz gözdü. Göz...göz...” (s.67) Uğursuzluk, nazar, büyü gibi gizemler de bu öyküye yansıyarak yazılanlara ayrı bir renk katıyor. Ebru sanatçısı, çiçeğin kurumasından kendini sorumlu görüyor; “derin yırtmaç” açılmış, hanımeliye yaptıkları görünmüştür. Öykü kişisi babasının işlerinin bozulmasını da bu kötü olaya bağlıyor. Mavisel Yener, bu öyküde insan psikolojisi ile ilgili ayrıntıları başarıyla vurguluyor.

Renklerle dolu bu öyküden başka birçok öyküde görsellik sürüyor. Gündüşü’nün ressam anlatıcısı, Alsancak Garı’nda düşsel bir resim yaparak, okurun yüreğini de bu resmin içine katıyor. Tuvale bütün düşleri, sevgileri, aşkları, trenleri, vagonları... İzmir’i sığdırmaya çalışıyor. “Güneş penceresi her şeyi anlayıp poz veriyor. ‘Fon, resmin ana rahmidir’ diyen ustamın kulaklarını çınlatıp fona Punta’ yı koyuyorum.” (s.44) Öyküdeki ressam, Alsancak Garı’nda, güneş pencerelerindeki renk ve ışık oyunlarını şöyle anlatıyor: “ Güneşin ışığını yumuşatan, renkli camlarla örtülü güneş pencerelerini görüyorum(...)Renkler kayıyor yüreğime, kıpır kıpır kıpırdatıyor içimi(...)Elli renkte boyanmış tabloları seyreder gibi seyrediyorum güneş pencerelerini. Onlara kadar yükselebilmek, burnumu renk ağıyla örülmüş pencerelere dayamak istiyorum. Işık önce kördüğüm oluyor, sonra çözülüveriyor usulca. Hangi yüzyılın ışığı olduğunu kim söyleyebilir ki.” ( s.42)

Gönül öyküsündeki anlatıcı, yattığı odadaki değişimi şöyle dile getirir: “Bir anda ışık bürüyor her yanı. Gönül giriyor kapıdan. Işıldayan yüzü, renk cümbüşüne boğuyor ilaç kokulu hastane odasını.” (s.50) Armağan paketini açınca, “Kapağında mavi bisiklet resmi olan bir okul defteri çıkıyor içinden. Mavi bisiklet, kalk gidelim diyor” hasta yatan anlatıcıya. (s.51) Başka bir dostu da gönderdiği mavi çorapların yanına şöyle bir not iliştirmiş: “Kısa zamanda aramıza dön. Mercan mavisi bir şaka yaptın bize sevgili Dilşad. Çabuk iyileş, işe yeniden gel ve bize bir masal anlat!” (s.52) Işıklar ve renkler yaşama direncinin, dostluğun bir anlatımı oluyor bu öykünün satırlarında. Başka bir öyküde Körfez’in anlatımı: “Güz güneşi mavi tabloyu pembelere boyamış, Körfez renk değiştirmişti.” (s.58) Bazen kişilerin iç dünyası, dış dünyadaki renklerle özdeşleşir: “İçinin karanlığı kenti de örtmüştü sanki. Umarsızlık çöktü yüreğine.”(s.59) Mağara Gülleri’nde sayfalara geleneksel takı sanatının pırıltıları yansıyor: “Özdemir’in elindeki kristalden, ışık demetleri fışkırıyordu. Pembelik mora dönüşüyor, bir sis yığını gibi göz kamaştırıyor, odayı boyuyordu. Menekşeye çalan yansımalar körfezde günbatımını anımsatıyordu ona.” (s.80) Bu renk ve ışıklar, cezaevi duvarlarından mahkûm Özdemir’in yüreğine yansır; takı öğretmenine duyduğu incecik bir sevgiye dönüşür.

Başka bir öyküde “sonsuz turuncunun, yeşilin yüreğinde bir ev” anlatılır. (s.101) Morun, mavinin, eflatunun egemenliğini okuduğumuz satırlar: “Maviyle mor sevişmiş, eflatun doğmuş... Eflatun hangi notaydı, ne kokardı? Kendimi bu çiçeğin yerine koysam ne duyumsardım? İçimden eflatun ırmaklar geçti...” (s.102) İzmir’deki tarihi Kızlarağası Hanı’nı şöyle anlatıyor yazar: “Rengiyle, kokusuyla, ezgisiyle sararmış bir resimden içeri girildiği duygusunu uyandıran bu handa, bakırcı, derici, gümüşçü, halıcı, nazarlıkçı, Hint işi giysiler satanlar...” (s.106) Görselliğin başka anlatımlarıyla da karşılaşıyoruz: “Gözlerini tavana dikti... Oradan aldı, dantelli, beyaz iş perdelere koydu. Oradan aldı, ağaç oymalı ve süslemeli yüklüğe koydu. Oradan aldı, fincanlığa koydu.” (s.88) “Su yeşili” HIV taşıyan düşsel bir Nataşa’nın göz rengi oluyor.(s.15) Gölgeler Islanmaz’da “Merdivenin karşısındaki duvardaki yağlıboya tabloda, uçuşan kızıl saçlı, yarı çıplak bir kadın vardı.” (s.30) “İki elinde mumlar tutan, başı hafifçe kapıya dönük görkemli melek heykeli Melek’ in karşısında duruyordu.” (s.28) sözlerinde resim ve heykel sanatıyla karşılaşan okur, aynı öyküde fotoğraf sanatından izler de buluyor: “Çoğu bu evin terasından çekilmiş, çekmeceye gelişigüzel tıkılmış günbatımı fotoğrafları...” (s.32) Gurbet öyküsünde, kimsesizliğin anlatımı şöyle: “Gurbet’ in gözlerinde ise koyu bir sessizlik vardı.” Öyküde sık sık yinelenen “koyu bir sessizlik” tir bu. Böylece, görselliğe işitsel bir boyut kazandırır Mavisel Yener.

Konular
Mavisel Yener, öykülerinin odağında yer alan İzmir’i anlatırken aynı zamanda kent insanının bireysel yaşantılarına da giriyor. Toplumsal konulara bireylerin penceresinden bakıyor. Okur, öykülerde asıl olanın “insan” olduğunu sezebiliyor bu şekilde.

Mavisel Yener bu kitabında insanların geçmişte, özellikle çocuklukta yaşadığı kırılmaların hüznüne ve bunların şimdiki zaman boyutundaki izlerine çokça yer veriyor. Tuz, Gölgeler Islanmaz, Gündüşü ve Derin Yırtmaç’ta yazar, öykü kişilerinin iç dünyalarına eğilerek, çocukluktaki kırılmalarının sürerliliğini ve etkilerini gösteriyor. Bunları yalın bir anlatımın içinde yoğunlaşmış derin bir ruhsal gerçeklik olarak aktarmayı başarıyor. İnsan psikolojisini kısa anlatımlarla, birkaç çizgiyle ama tüm somut gerçekliğiyle yansıtıyor. Anlamsal yoğunluk ve derinliğin birkaç sayfaya sığdırılmasının, öykü sanatının tam tanımı olduğunu iyice kavrıyoruz böylelikle. Gölgeler Islanmaz psikoloji yoğunluklu öykülerden biri. Yıllar önce terk edip giden hiç görmediği babasının ölümünden sonra, onun yaşadığı eve gelen anlatıcı, hüzünle karışık duygularla babasından kalan eşyalardan, onun yaşamını yansıtan bir şeyler devşirmeye çalışır. Geçmişin izlerini araştırır, babasının kendisine yazdığını düşlediği mektupların peşindedir Melek. Bulamadığı halde inatla sürdürür aramayı. Yazar, ayrıntılardaki gizli anlamlarla öykü kişisinin iç dünyasını açar okura: “Yüreğinde bir acı vardı. On iki saat yol teperek geldiği kıyı kasabasında yapayalnızdı ve anahtar kilide uymuyordu. Gövdesine taş fırlatan sapanın anlamını çözmeye çalışan bir kuş gibi, umarsızlıkla bezginliğin karıştığı sınırda durdu öylece. Yaşamı boyunca sağaltamadığı yarası yeniden kanamaya başladı(...)Yüzünü hiç görmediği, sesinin ezgisini hiç bilmediği, asla bağışlamadığı bir erkek: Babası.” (s.27) Babasının yıllar önce yaptığı yağlıboya tablodaki kadını merak eder. “Yoksa tablodaki kızıl saçlı, yuvarlak kalçalı kadınla bu yatakta sevişmiş miydi babası? Belli belirsiz bir kıskançlık duyumsadı. Elleri yüzüne kapandı.”(s.31) Satırlarda psikanalitik bazı bulguların altını çiziyor yazar. Mektupları bulamayan Melek, “eşiğe oturur, göklerce ağlar, derdini sardunyalara döker.” Dinginleştikten sonra yine mektupları aramaya başlar. Umarsız bir çabanın kararlılıkla çoğaltılmasının acıklı öyküsüdür bu.

Gündüşü’nde kente sığamayan, kaçıp gitmeyi düşleyen öykü kişisinin Alsancak Garı’nda çakılıp kalması öyküleniyor. “Sonu ufuğa saklanmış tren raylarından ürktüğünü bilen İzmir” onun elini tutar, bırakmaz. (s.46) Bu öyküde sokak çocukları, yoksulluk gibi toplumsal sorunlara göndermeler dikkati çekiyor. Ayrıca Türkçe sorunlarına anlatıcının ironik diliyle gönderme yapıyor yazar: “Sonra takıp takıştıracak, sürüp sürüştürecek, kahvaltısını ‘almadan’ önce.” (s.40) Anlatıcının ruh durumu birçok tümceye yansıyor: “Vagon pencereleri gözlerimin içine bakıyor, keder yüklü. Nedenini soramıyorum ki... Gizlice saate bakıyor vagonlar.” (s.42-43)

Derin Yırtmaç etkin zaman geçişleriyle öne çıkan bir öykü. Geçmişte babasının tutuklanmasından duyduğu derin acıyı yaşayan gazetecinin dünyası var bu öyküde. Bir yazarın iç çelişkilerini, yaşadığı her şeyi paylaşmaya cesaret edemeyişini okuyoruz: “Yaşadıklarının yüreğindeki yansımalarını köşesinde yazmak istedi, ama vazgeçti çabucak (...) Bu öyküyü anı hücrelerinin heybesine atsa daha mı iyiydi?” (s.96)
Mavisel Yener öykülerinde yaşadığımız teknoloji ve hız çağında kentlerde bireyin yalnızlaşmasına, duyarsızlaşmasına ve sevgisizleşmesine dikkati çekiyor. Özellikle Doğum Günü, Haşhaş Çiçeği, Güvercin Çağı öykülerinde bu konuyu başarıyla işliyor. Güvercin Çağı’nda Konak meydanında yığılıp kalan Münevver Teyze’nin dramını güvercinlerden başka kimse fark etmez. “Çünkü kimseye zaman yetmiyordu.” (s.12) diye sürer öykü. Hız öylesine olumsuz bir şeydir ki Saat Kulesi’nin tik taklarından bile hız yankılanıp durmaktadır yaşama. Yaşlı kadının ölüme gidişini göremez hızın içinde koşuşturan insanlar. Öykünün kurmaca yazarı görür olanları: “Yem satan kadının yerde yatan bedenini ayrımsamaya çalıştı. Yeryüzündeki saatlerin pervasız akrepleri, aceleci yelkovanları, tükenmeye yazgılı yaşamalarımızı nasıl da anlatmaya çalışır hep, diye geçirdi aklından. ‘tik tak... Tik tak... Tik tak...” (s.13) Güvercin Çağı öyküsünde kurgusal denemeler var. Öykünün kurmaca yazarı, yazdığı öyküye kendini de katarak yazdıklarını yeniden kurguluyor ve öykünün içinde yaşıyor. Büyülü bir atmosferi var bu öykünün. Mavisel Yener, kurmaca yazar için “Öyküyü beklerken hiç olmamış şeyleri oldurmuştu. Kendi kendisiyle ahbaplığa başlamıştı.” (s.14) diyor. Katmanlı bir öykü olan Güvercin Çağı farklı tekniğiyle de ilgi uyandırıyor.

Teknoloji ve hız çağının insan ilişkilerini aşındırması konusunda bence kitaptaki en çarpıcı öykü Doğum Günü başlığını taşıyor. İronik bir bakış açısıyla yazılmış olduğu halde okurun yüreğinde iç sızısı bırakan bir öykü bu. Gün boyunca dostları ve ailesi tarafından doğum gününün kutlanmasını bekleyen Cevat, “akşamın tülü İzmir’i örtmeye başladığında” yalnızlığını ayrımsar. Gün boyunca onun doğum gününü kutlayanlar çok farklı şeylerdir: Sabahleyin başucundaki cep bilgisayarı kutlar önce onu, bir sinyalle. Cep telefonuna gelen ileti ise şöyledir: “Doğum gününüzü kutlarız. Bank of Capital.” Başka bir ileti de gelmez; o gün pazardır ve herkes kendi içine çekilmiş, dinlenmektedir. Alışveriş merkezine gidip çerez, meze, içecek... vb. alır. Kasiyer kız da doğum gününü kutlar; müşteri kartında doğum günü yazmaktadır! Cevat, bu sanal doğum günü tebriklerine kendince sevinir. Eve gelir; gün boyu kimse onu aramaz. Akşama doğru, aldıklarını tek başına yerken internete bağlanır. Önce Superonline tarafından kutlanır. Ekrana “bugün benim doğum günüm” yazar, takma adı Cevoş’u kullanarak. O anda tanımadığı onlarca insan Cevat’ı kutlamaya başlar. Cevat için “büyük doğum günü partisi başlamıştır!” Bu öyküde insana özgü sıcaklığını yitiren kutlamalar anlatılırken, bunları yalnızca pazarlama ve satışa indirgeyen toplumsal sistemin de ironik bir eleştirisi var. İnsan bu teknolojik aldatmacalar içinde kendi yalnızlığını çoğaltırken, bir taraftan da avuntusunu sürdürmektedir. Bilinci tamamen sistemin eline geçmiştir. Tutsaklığının ve yalnızlığının ayrımında bile değildir. Bence kitabın en önemli öykülerinden biri Doğum Günü. Yaşamı tüketilirken, tüketildiğinin bile farkında olamayan tüketici Cevat’ta, insanımızın gerçeğinin izdüşümlerini buluyoruz.

Mavisel Yener, Haşhaş Çiçeği’nde de “tüketilmişliğimize” dokunduruyor kalemini. Sevgililer Günü’nü, anlatıcının bakışıyla şöyle yorumluyor: “Öyle ya, sevginin ya da aşkın yılda bir kez kanıtlanması mı gerekir ille de kırmızı ambalaja sarılı armağanlarla? Böylesine bir duyguyu ısmarlama bir güne sığdırmak, o duygunun yüceliğine yakışır mı?” (s.106) Başka bir yerde de şöyle: “Aşk yalnız yazarların, ozanların ilham kaynağı değil, satıcıların da ilham kaynağı olmuş.” (s.107)

Mavisel Yener’de toplumsal konularla ilgili göndergelerin yer aldığı alt metinlerin, birçok öyküsünün can damarını oluşturduğu görülüyor. Gurbet, toplumsal konularla ilgili en dokunaklı öykü bence. “Gurbetin gözlerinde koyu bir sessizlik vardı.” tümcesi, gizli bir dramı vurgulamak istercesine öykünün dört yerinde yineleniyor. Bu ilginç öykü, terk edilmiş bebek Gurbet’i bulan Kokoreççi Enver’in, onu polise götürmesinden itibaren olayları kendi düşleminde sürdürmesi üzerine kurulu. Enver, sanki bebeğin geleceğini okuyor; yuvaya verilmesi, bakımsızca büyümesi, yetiştirme yurduna gitmesi... sonra sigara, tiner... derken kötü yola düş(ürül)mesi... Her şey Enver’in zihninde geçiyor, tümü onun kurgulamaları... Sonra öykü anına dönülüyor. Enver, bebeği evlat edinmek istiyor ama bunda başarısız oluyor. Bin bir yasal zorluğu yığıyor önüne polisler. Enver ne yapsa boşunadır artık...

Mavisel Yener, sosyal etkinlikleri ve mesleki deneyimlerinden getirdiği tıp boyutunu da katıyor öykülerine. AIDS ve uyuşturucuyla mücadeleye verdiği destek, öykülerine de yansımış. Kitapta AIDS’le ilgili iki öykü var; Su Yeşili ve İdam Şöleni. Bunlarda da toplumun bilinçsizliği, kendi hastalığından kuşkulanan öykü kişisinin yaşadığı “kara mizahi” durum ve toplumun bu hastalığa bakışı, keskin bir gözlemle yansıtılıyor. Su Yeşili’nde ironinin, mizah pırıltılarının satırlardaki yansımalarını okuyoruz. Sayfalar ilerledikçe öyküde anlatılanların pek çoğunun, kahramanın kendi kurgulamaları olduğunu görüp şaşırıyoruz. Yener’in kişileri de birer masalcı gibi durmadan düşler kuruyor; okuru da bu düşlerin içinde dolaştırıyor: “Sahi, hastalık kapar mı yazarlar öykülerinden?(...) Benim aklımdaki öyküde bunlar yoktu ki... Gerçek ve gerçek olmayan aynı anda gözetliyor beni, şaşkınlık içindeyim. Başımdan geçmemiş ve asla geçmeyecek bir öyküde yan karakter gibi hissediyorum kendimi.” (s.25) “Öykü kahramanlarımı çarşının curcunasına bıraktım ve evime gittim.” (s.26) Okur, bu anlatımlarda mizahın yanı sıra yazar psikolojisini de buluyor.

Sokak kadınları, tinerci çocuklar, “kader kurbanı” mahkumlar da kentin öteki yüzünden gelip öykülerin satırlarına giriyorlar. “Kötü yola düşmüş” kadınların anlatıldığı sayfalarda toplumun da sorgulandığı görülüyor: “Onlar gibiler namuslu işi zor bulurdu. Ortalık namuslu geçinen namussuzlarla doluydu. Hep sorardı kendine: Namuslu kim? Bilen var mı?” (s.34) Mağara Gülleri’nde toplumun mahkûmlara önyargılı bakışı yansıtılıyor. Cezaevine takı kursuna gelen Sakine Öğretmen, öğrencisi Özdemir’deki ilerlemeyi, ondaki inceliği sevgiyle anlatmaya başlayınca ablası şöyle tepki gösterir: “Ayy... Ne komik! İncelikli bir katil!” (s.84) Utanç’ta kentin sokaklarını dolaşıp duran bir sokak kadınıyla özdeşleştirilen eski şevrole de durumundan duyduğu utancı dile getiriyor. Kara mizahın doruğa çıktığı bir öykü. Diyelim Ki Seninle’de öyküler kuran anlatıcı şöyle devam eder: “Falcı Kader, Susuzdede Parkı’nın kapısında. Helaya oturur gibi çömelmiş, ünlemeye başlamış: ‘Bakla atarım, fal bakarım...’ Yoldan çıkmış bir editör edasıyla, öykümüzü har vurup harman savurmuş.” (s.71) Mizahla dolu bir öykü bu da. Diyelim Ki Seninle’nin, ‘yabancılaştıran bir metin’ olması dolayısıyla farklı bir yönü var. Okurun, metnin içindeki dünyayla özdeşleşmeyip ona dışarıdan bakarak sorgulayıcı ve yorumlayıcı olmasını gerektiriyor. Bu şekilde, gerçekliği dönüştürebilecek etkin okur durumuna geliyor öyküyü okuyanlar.

Ebru, ciltçilik, takı yapımı, resim, heykel vitray, fotoğraf, mimarlık, karagöz gibi birçok sanat, öykülerin sayfaları arasında varlığını sezdiriyor. Çünkü sanata önem veren bir yazar Mavisel Yener. Dilin seslerine de dikkat ediyor: “Kusursuz bir mutsuzluk duyumsadı.” (s.84) örneğinde olduğu gibi.
Derin Yırtmaç’ta derine indikçe deneysel ve sağlam kurgulamaları, anlatımdaki akıcılığı, dilin özenli kullanımını, masal ve düşlerimize yeni şiir tatları kazandıran imgeleri birer birer keşfediyoruz. İnce bir toplumsal eleştirinin öykülerin dokusuna ustaca sindirildiğini de sezebiliyoruz. Kentin ışıkları, sesleri ve renklerinin, kentin insanlarıyla harmanlandığı; İzmir kadar canlı ve sıcak öykülerin yer aldığı bu kitap, Mavisel Yener’in, kendine açtığı özgün koridorda başarıyla yürüyeceğinin müjdeleriyle dolu.
Hülya SOYŞEKERCİ

BİLGİN ADALI / DENİZİN BÜYÜSÜ / RADİKAL KİTAP / 13/05/2005
Şiirin büyüsü sarsın çocukları
'Denizin Büyüsü' ve 'Kar Sesi'nde, mürekkep kokusu boya kokusu ile karışmış. Şiirler resimlerle et ve tırnak gibi bütünleşmiş

Kapı çaldı, postacı. Elinde sarı bir zarf. Belli ki bir kitap var içinde. Üstüne bile bakmadan açtım zarfı. Kitap kılığında bir şiir, şiir kılığında bir kitap, resimle şiiri etle tırnak gibi kaynaştırmış, şiir kadar güzel bir kitap çıktı zarftan: Denizin Büyüsü. Mürekkep kokusu, boya kokusu gitmemiş daha üstünden. Açmadan kabını okşadım bir sevgiliyi okşar gibi... Yazarları, Aytül Akal ile Mavisel Yener. Belli ki, ortak şiir kitaplarının bir yenisi. Resimleyen de her zamanki gibi Mustafa Delioğlu. Sonunda açtım kitabı açmasına ya, birbirinden güzel resimlere bakmaktan, bir tek dizeyi bile okuyamadım. Çılgınlar gibi çizmiş, deliler gibi boyamış Delioğlu. Resimlerin güzelliğini, desenlerin, renklerin büyüsünü sözcüklere dökmek olanaksız. İlk bakışta resimler şiirleri bastırmış diye düşünüyor insan, kendi şiirleriyle öne fırlamış resimler. Yok, öyle değil. İkinci kez uzun uzun baktıktan sonra resimlere, okumaya başladım şiirleri. Et ve tırnak gibi bütünleşmiş resimlerle şiirler. Üç insanın hayal gücü, yaratıcılığı öylesine birleşmiş ki, şiirin şiir, resmin resim olduğu, ama şiiri de resmi de aşan yeni bir tür, benzersiz bir yapıt çıkmış ortaya. Denizin Büyüsü'nün 'Deniz Yıldızı' başlığını taşıyan ilk bölümü, iki sanatçının aynı temaları işlediği, aynı adları taşıyan yirmi şiirden oluşuyor. Kimin yazdığı, şiirlerin altına konan adlarının baş harflerinden anlaşılıyor. O harfler kalksa, tek elden çıkmış gibi uyumlu şiirler. Hepsi birbirinden güzel de, hepsini alamam buraya. En sevdiklerimden biri, 'Harita1' başlıklı olan, Aytül Akal yazmış: Öğretmenim, Dün gece ben uyurken, Deniz taşmış Haritamı su basmış... Kâğıdın buruşması Yazıların dağılması Bu yüzden... Kitabın ikinci bölümü Mavisel Yener'in şiirlerinden oluşuyor: Mor Balık. Ben hiçbir yorum yapmayacağım. 'Resim Dersi' başlıklı şiiri alacağım yalnızca buraya. Herkes kendi yorumunu yapsın: Öğretmenimiz "Deniz resmi" çizdirdi. Boyadım resmimi yedi renge. Gökkuşağının ardına sakladım denizimi... Kimse göremedi kendini kuma gömen yengecimi... Mor Deniz başlığını taşıyan üçüncü bölümde Aytül Akal'ın şiirleri var. Yine yorumsuz bir alıntı: İçimdeki Deniz, Arkadaşım küstü diye İçime Deniz doldu... Çok dalga vardı Tutamadım Taştı Deniz Gözümden aktı... Denizyıldızları Sahile vurdu... Öptü beni arkadaşım, Yıldızları Gökyüzüne savurdu... İyi şeyler okumayı seven herkese sesleniyorum: Çocuğunuz varsa, mutlaka alın Denizin Büyüsü'nü. Eminim, insanın beyninde, yüreğinde iz bırakan 'şiir' tadını siz de yaşayacaksınız. Çocuğunuz yoksa yine alın. Çocuğunuz olduğunda arar da bulamazsınız belki, pişman olursunuz. Güzel bir kitapla başladım bugün günüme. Yukarıya tarihi onun için attım; anılarımı yazarsam ileride, unutmayayım bugünü diye. Şimdi yeniden alacağım Denizin Büyüsü'nü elime, yeniden okuyacağım şiirleri, ayrıntılarda gizlenenleri görebilmek için yeniden bakacağım resimlere teker teker... Bu yazının bittiğini sanmıştım ama bitmemiş. Doğrusu ben de bilmiyordum. Denizin Büyüsü'nü yeniden okumaya başladığım sırada, küçük kızlarım girdi çalışma odasına. Elimdeki kitabı görünce kaptı büyük kızım Yağmur, "Aaaa, bu kitaptan bizde de var!" diye bağırdı heyecanla. "Kızım sizde olamaz, yeni çıktı daha bu kitap," dedim. "Buna benzeyen başka türlüsü babaaa!" dedi küçük kızım Damla. Koşup kitaplıklarından Kar Sesi'ni getirdiler. Tasarımı, resimleri ve şiirleriyle, Denizin Büyüsü'yle aynı yapıda, 'kar' temasını işleyen bir şiir kitabı bu da. Eve giren kitapları mutlaka görürüm de, bu kaçmış gözümden her nasılsa. Yeni bir serüvenin içinde buluverdim kendimi. Resmi mi, şiiri mi öne çekmem gerektiğini bilemeden, oturup Kar Sesi'ni dinledim iki şairin sözleri ile bir ressamın gözlerinden. Yok, hiçbir yorum yapmayacağım ne şiirler, ne de resimler üstüne. Yorumu okuyanlar yapsın. Resimlerin üstüne bindirilmiş şiirler bile pek güzel okunuyor bu kitapta. Ama dikiş ciltli, böylesine özenle hazırlanmış kitabın, kullanılan kötü tutkal yüzünden olsa gerek, cildi kapağından kopmak üzere. Bu da ciltçinin ayıbı... Evet, bugün ışıl ışıl bir güne uyandım erkenden. İki kez mutlu oldum. Şimdi ne yazmak geliyor içimden, ne de okumak. Bahçeye çıkıp kaykılarak oturacağım. Yüzümü güneşe çevirip okuduğum şiirlerin, o şiirlerle bütünleşmiş resimlerin damağımda kalan tadını çıkaracağım. Sonra belki bir de şiir yazarım.
· DENİZİN BÜYÜSÜ Aytül Akal/Mavisel Yener, Uçanbalık Yayınları, 2005, 72 sayfa, 15 YTL.
· KAR SESİ Aytül Akal/Mavisel Yener, Uçanbalık Yayınları, 2004, 72 sayfa, 15 YTL.

ESER RÜZGÂR / VARLIK DERGİSİ /HAZİRAN 2005
Çocuk kitapları yazarı olarak tanınan, çocuklara okumayı sevdirmek amacında olan bir yazar-şair olarak karşımıza çıkan Mavisel Yener, “Derin Yırtmaç” adını verdiği bu öykü kitabında yer alan toplam 16 öyküyle okuruyla buluşuyor. Anlatının ilk öyküsü olan “Güvercin Çağı”nın Samim Kocagöz ve Ömer Seyfettin Ödülü birinciliklerini almış bir öykü olduğunu öykü severler hatırlayacaklardır. Ayrıca yazarın “Su Yeşili” adlı öyküsü de Ankara Üniversitesi TÖMER Anadili Dergisi “2000’e Öyküler” Yarışması mansiyonu almıştır.

“Mavisel Yener’in öykülerinde ne var?” sorusuna verilecek ilk yanıt “hayat var” olabilir. Çünkü yazar, öykülerini kaleme alırken hayat penceresini açık tutmaktadır. O pencereden tüm gözlem gücünü kullanıp karakterler oluşturmakta veya zaten var olan karakterlerle öykülerini kurgulamaktadır. Güçlü gözlemler sayesinde okuyucu okuduklarını göz önünde canlandırmakta, sözcüklerle resim yapmakta zorlanmamaktadır. Öyküler fantastik veya sürrealist unsurlardan uzak, alabildiğine realisttir.

Birçoğumuzun tanık olduğu olayları kendi cephesinden yazıyor Mavisel Yener. Gazete haberlerinden aşina olduğumuz yaşamlar veya Konak meydanında rastladığımız insanlar yazarın öykülerinin zeminini oluşturuyor. Ayrıca öykülerde sağlık konusunda duyarlılık da kendini gösteriyor. Bunda yazarın almış olduğu eğitim, AIDS ile Mücadele Derneği’nin yönetim kurulu üyesi olması ve derneğin programlarında aktif olarak çalışması etkendir.

Mavisel Yener’le ilk kez karşılaşan okur, onun bir Egeli olduğunu anlamakta zorlanmaz. Çünkü yazar, öyküleri aracılığıyla okuyucusunu Kemeraltı’na ve Konak meydanına götürür. 1962 İzmir doğumlu ve eğitimini de İzmir’de tamamlamış biri olduğu düşünülürse doğduğu topraklardan beslenmiş olması yadırganacak bir durum değildir elbette.

AIDS’li hayat kadını Olga’yla ilişkiye giren kahramanın şemsiyesi altında onun ruh halini anlatarak bu tarz ilişkileri yaşayan erkeklerin zihninde birer soru işareti oluşturmayı amaçladığı göze çarpmaktadır. Yazarın çağımızın vebası AIDS'i konu alan "Teslim Alınmış Hayatlar" isimli tiyatro oyunu, Sağlık Bakanlığı tarafından desteklenerek çeşitli illerde sergilenmiştir. Yazar bu konudaki hassasiyetini anlatılarına taşımaya devam etmektedir.

Yazar, öykülerinde benzer olaylara farklı bakış açıları oluşturmaktadır. “Su Yeşili” öyküsünde HIVli bir hayat kadınıyla beraber olan kahramanın iç çekişmesini anlatırken “İdam Şöleni” adlı öyküde de HIV’li bir kadının yaşam mücadelesini okuyucuya aktarmaktadır.

Yener öyküleri aracılığıyla gelişen teknolojiyi ve insan yaşamına etkisini sorguluyor. İnsanlar çevrelerine veya gökyüzündeki güneşe bakmak yerine cep telefonlarının dijital saatlerine daha çok bakıyorlar. “Doğum Günü” adlı öyküde ise otuzlu yaşlar yalnızlığı yaşayan birinin doğum günü kutlaması için alışveriş yapması ama kutlamaların hiç de beklediği gibi çıkmaması anlatılmaktadır. Cevat’ı kutlayanlar cep bilgisayarı, çalıştığı bankadan gelen cep telefonu mesajı, alışveriş yaparken kullandığı müşteri kartı sayesinde kasiyer kız, bağlandığı internet erişim paketi ve girdiği “chat” odasındaki tanımadığı insanlar...

Mavisel Yener, kahramanlarını gerçeklik çizgisinde oluşturmakta oldukça başarılı. Okur, “Güvercin Çağı”nı okurken Münevver teyzenin gerçekten Konak meydanında güvercin yemi sattığını düşünebilir veya “Gurbet”i okurken kokoreççi Enver’in kokoreç kokusunu duyabilir.

Toplumsal eleştirisini de eksik bırakmıyor yazar. Yetiştirme yurduna verilen bir çocuğu bekleyen yaşamı dile getirmekten çekinmiyor. Bu sistemde yanlış ve eksik olan birtakım şeylerin varlığını sorguluyor. Bir başka öyküde de bürokrasinin adeta olmazsa olmazı haline gelen kadrolaşmaya eleştirel bir şekilde değiniyor.

Gözlemler dışında insana ait ruh halleri de yansıyor öykülerine. “Gündüşü” adlı öyküsünde kahramanını içsel bir yolculuğa çıkarıyor. “Utanç”ta zorla raks ettirilen bir kadının ezikliğini dile getiriyor.

Yazarın kullandığı dil, anlaşılır ve sadedir. Kısa cümleler tercih etmiştir. Anlatılar bazen 3. tekil kişili yani şahit olunan (müşahit) bakış açısı, bazen de 1. tekil kişili yani kahraman yazar konumundadır.

Öykülerde hayata dair sorgulamalar da yer almaktadır. Zamanı hızlı tüketen insanların başka insanlara duyarsızlaşmalarını, düştüğünde –ki bu düşüş ölüm düşüşü de olabilir– dönüp bakmamalarını eleştirir.

“Gölgeler Islanmaz” ve “Haşhaş Çiçeği” adlı öykülerinde entrik kurgu sağlam, merak unsuru yüksektir. Bu sayede okur, öykülere tutunmaktadır. “Tuz” adlı öyküde çocukken bir hanımeli ağacını kurutmuş olmanın vicdan azabı, “Mağara Günlerinde” bir mahkûmla el sanatı öğretmeninin yakınlığı, “Alzheimer”da belleğin tozlu raflarını havalandırma çabası okuru farklı dünyalara götürmektedir.

Yoğun geçen bir haftanın ardından hafta sonu uyandığında yatağından kalkmadan önce veya kahvaltı sonrası kahvesini yudumlarken yaşamına birkaç gerçekçi karakter eklemek, yeni yaşamlara konuk olmak isteyenler için uygun bir kitap.

ASUMAN KAFAOĞLU BÜKE / CUMHURİYET KİTAP/ 24/03/2005
YAZARIN 24 SAATİ

“Artık ne olursa olsun bugün çalışmalıyım.” Ev hava alsın diye açtığım pencereyi kapatırken derin bir soluk aldım. Bembeyaz bir gemi körfezde süzülüyor, aşk gemisi midir nedir… Canım dışarı çıkmak istedi. Uzun bir yürüyüş yapsam, İzmir’in sabırsız baharını merhabalasam, imbatı koklasam, ardından deniz kenarına oturup çayımı yudumlasam, gazetemi okusam… Sonra, “Taş ve Ten”in kalan son bölümünü bitirebilsem.

Bu düşünceleri kafamdan kovup çalışma masama oturdum. Bilgisayarım, kalemlerim, kağıtlarım, ataçlarım... “Bu masayı seviyorum.” diye geçirdim içimden. Pencereyi iyi ki kapattım, sokağın gürültüsü dolmaz içeri, sessizlikte rahat çalışırım.

Bilgisayarı açtım, daha önce yazdığım notları çıkardım çekmecemden. Her şey hazır. İlk cümle çok önemli öyküde…

Kapının ziliyle irkildim.
“Merhaba, ben üst kat komşunuzun kardeşiyim. Ablam size bir davetiye gönderdi. Dayımızın oğlu evleniyor da…”
Hayırlısı olsun, dedim. Teşekkür edip yolladım. Davetiyeyi masama koydum, yeniden oturdum. Kafamdaki öyküyü kâğıda (ekrana) dökebilirdim artık. Düşünmeden paldır küldür yazılmıyor ki.

Tam bu sırada telefon çaldı. Arkadaşımın sekreteri Nil, Sokak Çocukları Derneği’nin adresini isteyecekmiş. Çekmeceyi karıştırıp adres defterimi buldum, Nil’e adresi yazdırdım.

Öyküme başlayabilirdim artık. “Tram ta ta ta…”. Evin içine bando girmiş, marş çalıyor… Meğer, takımının marşını telefona yüklemiş benim küçük kız.
Arayan, İstanbul’dan arkadaşım Filiz. Orada yağmur varmış da İzmir’i merak etmiş. Burada havanın güzel olduğunu duyunca kızdı bana:
“Aaa, hava güzelse ne işin var evde? Çık dolaş, hava al. Öykü nasıl olsa yazılır, sen hayatı yakala!”
“Peki yakalarım canım sağ ol, kapı çalıyor kusura bakma kapatmalıyım.”

Gelen Hayat hanım… Yoğurt kuracakmış, benden maya için biraz yoğurt istiyor. Getirdiği kâseye yoğurt koydum, iki çift laf konuştuk, gitti.
Ayağa kalkmışken bir bardak su içmeli. Suyun yarısını içmişken telefonun zırıltısıyla çalışma odama koştum.
“Alo!”
“İyi günler efendim. Biz İzmir televizyonundan arıyoruz. Sizi edebiyat programımıza konuk almak istiyoruz…”
“Elbette ben de isterim programınıza katılmayı. Hangi gün? Bir dakika izin verir misiniz takvimimi alayım…”
Artık yazabilirim öykümü. Öykünün giriş cümlelerini belirledim kafamda. Saat kaç oldu ki?
Aaa, küçük kızımın okuldan gelmesine yarım saat kalmış. Eyvah! Gelince yemeği hazır bulmalı!
Çorba, pilav tamam, salatayı yaparken zil çaldı. O ellerini yıkayıp formasını çıkarana kadar salata da yapıldı. Birlikte yemeğe oturduk. Hem karnımızı doyurduk hem de sohbet ettik. Ortalığı topladım, bulaşıkları hallettim. Çamaşır makinesine kirlileri atıp, çalıştırdım. Kızım dersine oturduğuna göre ben de çalışabilirim.

Öykünün girişi aklımda, hemen başlayacağım yazmaya…
“Anneeee, bi bak!”
“Efendim?”
“Matematik öğretmenimin verdiği ödevi eksik yazmışım Elif’e telefon edebilir miyim?”
“Evet!”
Ortalık sessiz, o dersine döndü, ben de rahatça çalışacağım artık. Öğlen yemeği sonrası kahve içmezsem aklım başıma gelmiyor. Köpüklü kahvemi pişirdim, masama geldim. Benden keyiflisi yok artık. Bu güzel öyküyü yazacağım. Bugün sıkı çalışsam iyi olacak. Bir saat “Taş ve Ten”i mi okusaydım ki? Yok, gece okurum, şimdi çalışmalı.
Ne yazacaktım… tamam anımsadım…
“Anneeee! Bana denizlerin isimlerini ezberletir misin?”
“Kendin ezberle!”
“Ben ezberledim ama bazılarını hep unutuyorum, seninle olursa…”
Ezberini yaptırdım, çamaşırları astım, kızıma sütlü kahve yaptım, yanında da kek verdim. O arada zil çaldı, büyük kızım fırtına gibi girdi içeri:
“Anne aşık oldum, dinle bak!”
Onunla aşk üzerine sohbet ederken bir yandan da boş durmayıp, akşam yemeğini hazırladım.
Evet, her işim tamam. Masamın başına geçtim. Hava iyice kararmış, masa lambasını yakıyorum. Öykümü çalışabilirim artık.
“Anneee, şuna bak ya, kalemimi aldı!”
“Anne, kızına bir şey söyle, o kalem onun değil benimdi.”
“Aa, kocaman kızlar kalem kavgası yapmayın ama!”
“Ya anne, en sevdiğim kalem ama o benim!”
Neyse ki zil çalıyor, babaları gelince tartışmayı unutuyorlar. Ben hemen yemekleri ısıtıyorum; akşam yemeği, akşam kahvesi, kopan düğmenin dikilmesi, küçük kızımın masal okuma saati, büyük olanın aşık olma macerasının bir kez daha dinlenmesi... İkisi de yatma hazırlığında artık.
“Ben biraz çalışayım.” dedim eşime.
“Ah, hayatım çok yorgun görünüyorsun, bütün gün yazı yazmışsındır zaten. Biraz da dinlen! Gel sohbet edelim!” dedi.

Uyku gözümden akıyordu ama kararlıydım çalışmaya. Evdekiler uyuduktan sonra yazacaktım öykümü. İki çocuklu yazar bir annenin yapacağı en iyi şey gecenin kanatlarına sığınarak çalışmaktı. Hepsi derin uykuya daldı, artık kimse beni durduramazdı! Saat epey ilerlemişti, biraz da üşümeye başlamıştım. Kahvemi aldım, masama oturdum, öykü ülkesine gidebilirdim artık. Yazacağım cümleyi kafamda toparlamak üzereydim ki birden ortalık zifiri karanlık oldu. Elektrikler kesilmişti. Ayaklarımın ucuna basarak yerimden kalktım, sessizce yatak odama süzülüp yattım.

Böyle geçti 24 saat, yenisi nasıl başlar bilinmez…

Vampir Komik Olur mu?
Mavisel Yener'den yeni bir öykü kitabı... Ama çocuklar kitaba adını veren "Vampir Öyküsü"nü çok merak etseler de biraz bekleyecekler; çünkü bu öykü en sonda... Aslında kapağa bir göz atınca biraz ipucu bulmak olası. Kapakta Mavisel Yener ne yapacağını şaşırmış bir halde... Kapı bir yandan çalmakta, cep telefonları susmuyor; iki kızı okuldan gelmiş belli, onların da telefonla işi var; komşular rahat vermezken yemek hazırlama telaşı bir tarafta... Kapakta bir tane de yarasa gülümseyip durmakta...

7 yaş ve üstü çocuklar için yazılmış öykülerden ilki "Güneş Hep Oradaydı". Kahramanımız bir anneanne. Anneanne öykü anlatmayı seviyor; eh böyle bir anneanneleri olduğu için çocuklar şanslılar, onlar da anneannelerini dinlemeyi seviyorlar. Yoksa artık büyüdüklerini düşünüp bu "öğütlü öyküler"i artık dinlemek istemiyorlar mı?

"Kaç öykü dinlemiştim kimbilir. O kadar sıkılmıiştım ki artık buharlaşmak üzereydim. Anneannem diş macununu kazaklarımın arasında bulunca öğütlü bir öykü anlatmaya koyuldu yine...Macunun duygularını anlatan, göz yaşartıcı bir öyküydü! Yaramaz çocuk öykünün sonunda macun tüpünün önünde diz çöküp özür dileyince kahkahalarımı tutamadım artık Anneannem güldüğümü görünce gücendi bana." (sf: 9)

Eee, insan büyüdüğünü fark edince, anneanne öykülerini küçümsüyor tabii. Ama büyüklerin her masalında, öyküsünde hep bize ait bir şeyler var; dolayısıyla büyüklerini küçümseyen çocuklar, bu öyküyü okuduktan sonra öyküdeki gibi belki yeniden anneanneleri yeni bir şeyler anlatsın diye gidip onların dizlerinin dibine oturacaklar. "Mars'a İlk Ayak Basan Kim?" sevimli bir mücadelenin öyküsüyken; "Sihirli Kekik Çayı"nda da bu kez bir babaanne macerası var. "Bebek"; eve gelen kardeşi paylaşamayan iki kız kardeşi anlatırken; kitaba adını veren son öykü yazarın hayatından bir kesit sunuyor.

Benim en çok ilgimi çeken öykü de bu son öykü oldu. Yazarın yazma mücadelesini eğlenceli bir dille küçük okuyucularla paylaşmasını sevinçle karşıladım. Yazmanın aslında nasıl bir özveri gerektirdiğini anlatan yazar; başka işlerle uğraşırken bir yandan da minik okuyuculara öykü yetiştirmenin ne zor olduğunu anlatıyor öyküsünde. Mavisel Yener'in mavi dünyasını seven çocukların da bu vampirli öyküden çok hoşlanacaklarına eminim ben.

Sayın Yazar,
Size kızgınım. Kızınız sizden vampir öyküsü istediğinde, sonunda bizim de sorunlarımıza eğilecek biri çıkıyor diye çok sevinmiştim. Öyle ya sizler yazmazsanız, biz vampirler var olmayan bir hayal ürünü olarak kalırız. Hem, kaldığım yer rutubetli, tabutumun ahşabı çürümüş, belki bu sorunları da ele alırsınız diye umutlanmıştım. Nerdeeee? Bir türlü öykümü yazamadığınız gibi, gidip yattınız, üstelik öyküyü yazmayı da bana bıraktınız.
İnanamıyorum. İşte burda oturmuş, size mektup yazıyorum...

Siz uyurken “Vampir Öyküsü”nü bitirdim. Siz benden söz etmediniz ama, size inat, “yazamama” halinizi anlattım öyküde, çok komik oldu. Okuyanlar gülecekler halinize. Sonra dayanamadım, önceki öykülerinize bir göz atayım dedim. Ay ne komik öyküler onlar öyle. Her durum için torunlarına bir öykü uyduran anneanne var ya, benim öyle bir anneannem olsaydı, vampir olmazdım, belki ben de bir yazar olurdum.

“Mars’a İlk Ayak Basan Kim?” diye sormuşsunuz bir öykünüzde. Bana mı soruyorsunuz? Yoksa çocuklara mı? Eğer bana soruyorsanız, ben öyküyü okuduğum için, biliyorum. Söylemeyeyim, çocuklar da merak etsin. Ay çok komik...

Bir de babaanne öyküsü ilişti gözüme. Siz diyorsunuz ya, babaanne nereye gidileceğiyle ilgili bir kitap okuduğu için o konuda bir rüya gördü. Bence hiç de öyle değil. Babaanne, sizin nereye gideceğinizi öğrendiğinde, size oyun oynadı. Sanki rüyasında görmüş gibi anlattı ama, bütün bilgileri Antalya ile ilgili bilgi veren o kitaptan öğrendi. Merak ettim, Tanrıların ateşi denlen Yanartaş ateşinde yapılan kekik suyu, gerçekten diz ağrılarına iyi geliyor mu? Benim de son zamanlarda dizlerim ağrıyor... Dedim ya, rutubet...

En komiği de, “Bebek” öyküsü... Bebek, eve gelirken kundağında küçük kardeşine armağan getirdi ya... Ben yazsaydım o öyküyü, kundağa oyuncak bebek değil, bu komik öykü kitabını koyardım. Küçük çocuk severdi bu kitabı. Hele son öyküyü benim yazdığım düşünülürse...
Siz uyumaya devam edin Sayın Yazar. Ben sizin yerinize yazıyorum burda J Şiir de yazayım mı?

İmza: Vampir
Dr. Canan Metin Aslan... Cumhuriyet Kitap....01/06/2006

Merhaba Çocuklar, Ben bugün size Uçanbalık Yayıncılık’tan çıkan yeni bir şiir kitabını tanıtmak istiyorum. Kitabın adı: “Ay Kaç Yaşında?”. Yazarları: Aytül AKAL ve Mavisel YENER, Resimleyen: Mustafa Delioğlu.

Gerek kapağı, gerek içerikle ilintili resimleri (bu nitelikteki resimler çocuğun şiirlere önceden düşünsel bir hazırlık yapmasına katkıda bulunur), gerek sayfa düzeni (tasarımı), gerek harflerin boyutları (çocuğun sözcükleri kolayca okuyup anlamlandırmasına olanak sağlayacak boyutlarda), gerek sayfadaki tüm öğeler arasındaki oransal uyum (estetik denge) gerekse de şiirlerinin içeriği açısından çocuk okura uygun bir anlayışla hazırlanan bu kitap, aynı yazarların öteki şiir kitaplarını (Mavi Ay, Kar Sesi, Kuş Uçtu Şiir Kaldı, Şiirimi Kedi Kaptı, Denizin Büyüsü) aratmayacak nitelikte. İç kapakta bir dolunay resmi. Bu sayfadan sonra bir dolunay daha… Çevresinde ise, kitabın içindeki şiirlerin adları ve sayfa numaraları, yine farklı bir tasarımla… Hemen sonra şiirler başlıyor.

İç yapı (içerik) özellikleri açısından incelediğimizde, “çocuğa göre”lik ilkesinin her şiirde yaşama geçirildiğini görebiliriz. “Çocuğa göre”lik, yazarın, metnini çocuğun ilgi, gereksinim ve dil evrenine uygun olarak kurgulamasıdır.

Kitabın adı “Ay Kaç Yaşında”; ama içindeki şiirler yalnızca Ay ile ilgili değil. Güneş, rüzgar, yağmur, deprem gibi doğa olayları da var izlek olarak. Çocuğun dünyasını, özlemlerini, nefretlerini, isteklerini duyumsatan; bunu yaparken de onu gülümseten ve düşündüren bu şiirlerden bazılarını özellikle aktarmak istiyorum size. İşte, sınavdan, nottan, kurslardan, sıcak, güneşli yaz günlerinde ders yapmaktan, derse girmekten sıkılmış bir çocuğun duyguları:

RÜZGÂR
Uçur rüzgar Uçur öğretmenimi sevdiği kentte tatile. Uçur not defterini bilinmeyen uzak ülkelere. Uçur sınav kâğıtlarını uçur uçur uçur aydedeye. Çikolataları düşüreyim deme, Onlar, bizim eve. (s.17)

GÜNEŞGüneş, Gizlice girdi sınıfımızaUsulca dolaştı sıralarda. Beni seçti, Aldı götürdü uzaklara…Sıcacık bir kumsalda,Dalgaların sesi kulağımda…

Gülümsedi Gülümsedim…Uzattım elimi Işığına…O sırada, Öğretmenin sesi ulaştı kulağıma: “Dalga geçme! Soruyu yanıtla!” Hemen döndüm sınıfa, Güneş çağırsa da inatla… (s.16)

Çocuğu düşünmeye, sorgulamaya, araştırmaya ve öğrenmeye güdüleyecek ve onların eğlenmelerini sağlayacak şiirler de var kitapta:
ÇEKİM Olmasaydı yerçekimi Aydedeyle yıldızlar, Havada mı uçardım? Göğe nasıl kaçtılar?

Onları orda tutan Gökçekimi mi var? (s.10)

GÜNEŞİN DOĞUM GÜNÜ Her gün yeniden Doğmuyor mu güneş? Pasta yiyeceğiz Bilin bakalım Bir yılda kaç kez? (s.9)

Şiirlerin izlekleri, çocuk kitaplarında bulunması gerektiği gibi, açık, yalın ve kesin. Bir başka deyişle, çocukla paylaşılmak istenen iletiler oldukça açık. İzleği, “hayvan sevgisi” olan birini hemen size sunalım:

AKVARYUM Gelin bakın arkadaşlar Benim artık akvaryumum var! Kırmızısı mavisi Çizgilisi beneklisi… Acıkınca balıklarım Onlara ben bakarım.

Vereyim mi simidimden, Susamından ekmeğinden? İster mi balıklarım Al dudaklı elma şekerimden? (s.27)Sever (2003:191)’e göre yazınsal çocuk kitaplarında, çocukların kavramsal gelişimlerine katkı sağlayacak bir anlatım yeğlenmeli, çocuklara Türkçemizin anlatım olanakları ve kuralları sezdirilmelidir. Bu yargıya uygun olarak çocuklara dilimizin sözvarlığını [yapış yapış, şaşkın şaşkın (s.26), mırıl mırıl, ışıl ışıl, mavi mavi (s.21), takur tukur, şakur şukur, şarul şurul (s.41) vb. ikilemeri; muştulamak (s.15), sele (28), burç (s.33), beste (s.35), karabatak (s.43), fiyonk (s.50), çömlek (s.59) vb. sözcükleri; iz sürmek (32), uykusu dağılmak (s.47) vb. deyimleri] sunma bakımından da “Ay Kaç Yaşında” adlı şiir kitabı başarılı bir çalışmadır. Ayrıca, çocuğun kolayca anlamlandırabileceği söz sanatları (kişileştirme) da kullanılmış, bu yolla çocuğun yazınsal alanlara açılımı sağlanmıştır:

SONBAHAR Üzüldü ağaç; Güldü ağaç dalları kuru Güldü kuşlara kuşları yolcu… Güldü sonbahara… (s.18)

Sever (2003:190), çocuk yazınının temel amacının “(...) Çocuklara yaşam ve insan gerçeğine ilişkin sanatçı duyarlığı ile kurgulanmış ipuçları sunmak, anadilinin kullanım olanaklarını sezdirmek ve onları yazılı kültürle sağlıklı ve sürekli etkileşim kurabilen bireyler kılabilmek” olduğunu söylemektedir. Tanıtımımızı, “yaşam ve insan gerçeğine ilişkin ipuçları veren” yine bu kitaptaki bir şiirle bitiriyor, yukarıda değindiğimiz tüm özelliklerinden dolayı “Ay Kaç Yaşında?” adlı şiir kitabını ilköğretim öğrencilerine salık veriyoruz:

ÇOCUK OLSAK Babamın gökyüzüne uçan sesini Uçurtmaya takıp çeksem ipini Babam gelir mi geri?

Annemin denize düşen yüreğini Ağ atıp çeksem geri Annem kurutur mu gözlerini?

Çocuk olsa babam Çocuk olsa annem Birlikte oyun oynasak Kuşları kedileri kovalasak…

Akal ve Yener, Ay Kaç Yaşında?, s.44

Arş. Gör. CANAN ASLAN Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Programları ve Öğretim Anabilim Dalı Güzel Sanatlar Eğitimi KAYNAKÇA
Sever, Sedat (2003) Çocuk ve Edebiyat. Ankara: Kök Yayıncılık