"Tam kırk üç yılın ardından, gölgesini, artık içi boşaltılmış bir post gibi sürüklemekten yorgun, ondan kopup kurtulmak isteğiyle burada bulunuyor. Kendini ve geçmişini şu anda yorumlayacak halde değil. Umudunu umutsuzluğa dönüştüren insanlara, yaptıklarının hesabını sormaya kalkışmadan, onları da yalnızca aralarından çekilerek cezalandıracak; tıpkı kırk üç yıl önce buradakilere yaptığı gibi... Ardından koştuğu değerleri, düşleri, umutları, sevgileri, inançları bir başına ve daha çok içisıra yaşamayı deneyecek. Çok geç olmadan, ölümün sinsi bir yılan gibi sokulurkenki ıslığını duymadan, kendine dönmek, kendine çekilmek istiyor. Hayli dalgalı bir denizi tüketmiş gibi, kuytu bir koyda, bir iç limanda, bütün rüzgârların uzağında, yelkenleri sönük, berrak dip görüntüleriyle baş başa yaşamak! Bütün istediği bu." (s. 27)
Ya ardında bıraktıkları?
Hüseyin Yurttaş, romanın ilk bölümlerinde bir yandan Bekir'in iç dünyasını anlatırken; bir yandan da onu bu noktaya getiren kişileri ve olayları yansıtıyor değişik aynalardan. Bir ışık gezdiriyor insanların arasında. Bu ışık kimi zaman Bekir'i aydınlatıyor, kimi zaman da ötekileri... Geriye dönüş yöntemine sık sık başvurarak yapıyor bunları. Önce Bekir'in karısı Gül'ü tanıyoruz. Romanın asal kişilerinden biri olmasına karşın, sayfaların arasından başını çıkarıp da varlığını bir türlü haykıramıyor Gül. Tıpkı kendi yaşamında olduğu gibi. Roman ilerledikçe anlıyoruz ki, bunun da nedeni var Hüzünlü geçmişi izin vermiyor bu atılganlığa. Bekir'le ikisini evliliğe götüren, bir araya getirip yapıştıran da bu "eksik" geçmişleri zaten.
"...İkimiz de yalnız, kimsesiz insanlardık. Birbirimize sarıldık, birbirimize tutunduk, bugünlere geldik. Tıpkı iki kök sarmaşığın birbirine tutunarak yukarılara tırmanması gibi." (s. 19) gibi sözlerle ahlanıyor kocasının ardından. Arayıp bulma çabaları ise boşuna.
Kızı Özlem'e ve oğlu Özgür'e gelince... Özlem'in seçtiği yaşantı, Bekir'i yaralayan yaşam hançerlerinden biri belki, ama dayanılabilecek düzeyde. Fakat Özgür'ün militan bir dönemden ve hapishane sürecinden sonra, bir zamanlar karşı olduğu, çarpışıp dövüştüğü kişilerle işbirliğine girip hem kendi yaşamını hem de bütün ahlak anlayışlarını yerle bir etmesi yok mu; Bekir işte buna katlanamıyor ve son bir damlanın bardağı taşırmasıyla atıyor kendini yollara.
Köye yerleşme çabası içindeyken, biz de romanın öteki kahramanlarını tanımaya başlıyoruz. Hüseyin Yurttaş, bütün kahramanlarını "inanılmaz" bir inandırıcılıkla sunuyor okura. Bu başarısının sırrını yazarın "saklı olmayan" kimliğinde aramak gerekiyor kanımca. Kendini bu toplumdan soyutlamış, gömleği terle tanışmamış, villalarda vatan kurtaran yazarlardan değil çünkü o. Doğduğu günden bugüne kazandığı deneyimleri, yaptığı gözlemleri, yolculuk anılarını, ulusal ve evrensel ölçütleri hangi roman kahramanına, hangi dozda aşılayacağını çok iyi biliyor. Bütün bunların sonunda da ortaya ilginç "karakter"ler çıkıyor. Örnek mi istersiniz Ömrü değişik cezaevlerinin müdürlüğünde geçmiş kayınpeder (Müdür Baba), eski mahkûmlardan Ferzande Ağa, baldız gülümser, ilk gözağrısı Zehra, marangoz ustası Hilmi, asistan Hasan ve hepimizin bildiği Raşit, yani Orhan Kemal... Her biri içimizden, hepsi de bu toprağın insanları. Davranışlarıyla, onlara yaklaşımlarıyla, konuşma biçimleriyle gözümüzün önünde bir gelip bir gidiyorlar.
ROMANIN ÖTEKİ KATMANLARI
"Saklı Kimlik"in ilk katmanını böylece özetledikten sonra ikinci katmana geçebiliriz. İkinci katmanda, bu insanların iç dünyalarındaki çalkantılara ulaşmak mümkün. Bekir'in geçmişiyle hesaplaşması sırasında belli bir döneme tutulan ayna, artık tanımaya başladığımız kişiler arasındaki duygu alışverişini izlemeyi kolaylaştırıyor. Ancak romanın ruhunu iyi kavrayabilmek için bu insanların acı dolu geçmişlerini gözden kaçırmamak gerekiyor. Birçok ortak nokta, bu dokunaklı geçmişlerde barınıyor çünkü. Herkesin kendine özgü bir öyküsü var ve bu öyküler onları bir araya getirebildiği gibi, aynı zamanda ayrı dünyalara savrulmalarına da yol açıyor. Bekir'in ve Gül'ün bıçakla kesilmişçesine ikiye bölünen geçmişleri romanda varlığını sürekli duyumsatıyor.
Bekir, çevresinde olup biten olayların her birinden bambaşka yaralar alarak yaşantısını sürdürürken yaşamın içinde toplumsal bir yalnız olarak yer alıyor. Çocukluğundan beri sürüp gelen bu yalnızlığın, biçim değiştirmekten başka bir boyuta taşınamadığını ve taşınamayacağını anladığı anda da, bir anlamda tanım değiştirerek duygusal bir yalnızlığa sürükleniyor.
"Zeytinlikler arasında uzanan bu ince yolda ne aradığını düşünüyor bir an. Sonra gülümsüyor ve acıyla kendine itiraf ediyor Kendi ellerimle sildiğim adıma, adresime gidiyor bu yol."(s 18)
Söylemek gereksiz ama, Bekir sığındığı bu köyde de yalnızdır. Her ne kadar seçilmiş bir yalnızlık olsa da bu, daha önceki yaşamında sürdürdüğü toplumsal yalnızlık ile, içine düştüğü duygusal yalnızlığın bir bileşkesi olarak yakıcılığını iyice arttırmaktadır. "Sonra elenmiş bir sessizlik..."(s. 69) Michel de Castillo'nun tanımına uygundur artık yeni yalnızlığı "Gerçeği söylemek gerekirse, yalnızlık tek başına olmak demek değildir. Düşünceler yalnız insanlara her zaman eşlik eder. Çare bulunamayan yalnızlık başka bir şeydir. Gerçek yalnızlık, karşısındaki insanın bakışlarında kendini gösteren yalnızlıktır." Evet, Bekir İstanbul'da da, Kozbeyli'de de birtakım kişilerin arasında yaşamaktadır; ama kendisini bir kabuk gibi saran düş kırıklığının yarattığı yalnızlığı yenebilmesi olanaklı görülmemektedir.
Hüseyin Yurttaş, anlattığına inanan bir yazar. Gözlemlerinden yola çıktığı bölümlerle kurmaca bölümler arasındaki geçişleri öyle bir dengeye oturtmuş ki, kimyasal bir terimle söylersek başarılı bir "alaşım" çıkmış ortaya. Sanıldığı kadar kolay bir iş değildir bu. Değişik elementleri bir araya getirmenin sonunda alaşıma değil, kötü bir bileşime ulaşmanın riski de var çünkü; örneklerine sık sık rastladığımız...
SOSYOLOJİK ÖRTÜŞME
Gelelim romanın üçüncü katmanına. Burada da bir toplumun 12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşadığı çalkantılardan izler buluyoruz. "Saklı Kimlik" bir dönem romanı. 1930'lardan 1990'a uzanan bir zaman dilimini kapsıyor. Böyle bir dönemde 12 Eylül'ün taşlarına rastlamamak olası değil. Hemen her eve, dolaylı ya da dolaysız uğrayan bu bol hortumlu fırtınadan Bekir ve ailesi de etkileniyor elbette. Siyasal kavgaların çekirdeğinde yer alan oğlu Özgür'ü kurtarabilmek uğruna, ailece türlü sıkıntılara katlanıyorlar. Bekir, çekilen bütün bu acıları unutmaya hazır olsa da; Özgür'ün cezaevinde yaşadığı dönüşüm, serbest kalır kalmaz karşı saflara geçişi, iyice sarsıyor onu. Hele çek-senet mafyası gibi son derece aşağılık bir oluşumun içine düştüğünü öğrenince, yaşama ilişkin umutları birdenbire sönüyor.
Bütün bunlar bir roman gerçekliği içinde verilse de, yaşanan sosyolojik olgularla bire bir örtüşüyor. Neredeyse her köşe başında, bu tür savrulmalara, dönüşlere, gelgitlere hangimiz rastlamadık? Trafik kazasında ölmüş bir avukatın bürosunu, kendi çetelerine barınak olarak kiraladıkları zaman, avukatın her nasılsa duvarda unutulmuş fotoğrafıyla karşılaşan Özgür'ün sözleri çok mu yabancı bize? "Avukatın duvarda unutulmuş resmi ilişiyor gözüne. Bunca zamandır onu niye indirmemişler ki? Peki, en başta ailesi niye almamış? Hadi kitapları 'eşya'dan saydılar diyelim... Belki evde de aynısı vardır; kim bilir... Avukatla bakışları çakışıyor. Adamın yüzünde kibirli bir gülümseme var. Özgür. 'Gülümse' diyor ona, 'Hukukun üstünlüğü'yle gülümse!"
YURTTAŞ'IN DİLİ
Hüseyin Yurttaş'ın bir başka özeni de Türkçeye olan saygısı... Her ne kadar bu saygıyı, yazarın öteki kitaplarından biliyor olsak da, "Saklı Kimlik"in sayfaları arasında yeniden buluşmak, dilimizin geleceğine olan güvenimizi çoğaltıyor. Romanda fazla bilinmeyen kimi sözcük ve deneyimler de kullanılmış. Bunlardan kimilerini sıralamak hoş çınıltı (s. 25), sendir sündüre (s. 25), kurugazlaşmak (s. 28), camiye dönen dirsek (s. 71), tomta tomta etler (s. 73), temiz tendirisi (s. 73), tüysüz tümürsüz (s. 94), bir çala görmek (s. 98), cehennemin finnarı (s. 133), güleğen bir yüz (s. 139), kara kayıp gitmek (s. 159) gibi...
Yazar, yalnızca anlatım dilini değil, diyaloglardaki akıcılığı sağlamada da son derece başarılı. Hele romanın bir yerinde, Gülümser'in evden kaçtıktan bir süre sonra dayanamayıp telefon ettiği komşusu Esma Abla'yla yaptığı konuşma var ki; iki kadının sesleri yükseliyor sanki satırların arasından (s. 173).
Edebiyatın bütün türlerine, kitapların içeriğine ve biçimine saygımız var elbette; ancak "moda" olan kimi yazarlara iştahla uzanırken bizden olan, bizi anlatan bu tür kitaplara uzak durmak gibi bir alışkanlık oluştu toplumumuzda son yıllarda. Yani bir tür kendine yabancılaşma... Hüseyin Yurttaş, bu derginin okurlarına yabancı gelmeyeceğine göre bu yazının hedefi de başkaları olmalı aslında. Fakat nasıl? Her şeyden önce oturup düşünmemiz gereken belki de bu.
(*) Saklı Kimlik/ Hüseyin Yurttaş/ Roman/ Bilgi Yayınevi-2003/ 216 s.
(Cumhuriyet Kitap)
|