Gülseren ENGİN


1946 da İstanbul’da doğdu.  
Çocukluğu ve gençlik yılları Ankara’da geçti. 
1971 de hekim oldu. Ülkenin pek çok yöresinde ve Almanya’da çalıştı.

İlk şiiri 1963’de Gözgü Dergisi’nde,
iilk öyküsü 1965’de Ankara Sanat adlı dergide yayımlandı. 
Halen pek çok dergi ve gazetede yazılar ve eleştiriler yazmakta. 

Ödülleri:
2001 Orhan Kemal Öykü Birincilik Ödülü
1998 Yunus Nadi Öykü Ödülü
1994 Ömer Seyfettin Öykü özel ödülü
1993 Ömer Seyfettin Öykü ikincilik ödülü

Senaryoları:
2013 Cehennemde Bir Ada (Dizi)
2012 Yorgun ve Yaralı (Dizi)
2012 Aşk Düğümü/ The Knot of Love (Film), (Gülseren Engin, Emek Erel)

 

 

Kitapları:

Ortak Kitapları:

2017 SMYRNA'NIN GÖZYAŞLARIS (Roman), Remzi Kitabevi
2012 AĞLAMA SMYRNA DÖNECEĞİM (Roman), Remzi Kitabevi
2008 SANCILI KENT ANKARA (Anı-Roman), Heyamola Yayınları
2004 YORGUN VE YARALI (Roman),  Remzi Kitabevi  (2007, 3. Baskı)
2003 KURUTULMUŞ ÇİÇEK BAHÇESİ (Öykü), Remzi Kitabevi  (2012 , 2. Baskı)
2002 GEÇ KALAN ÖYKÜLER (Öykü), Remzi Kitabevi
2001 CEHENNEMDE BİR ADA (Roman), Remzi Kitabevi  (2014   6. Baskı)
2000 GEZİ İZLERİ (Gezi- Anı), Gerçek Sanat Yayıncılık
1994 KAÇIŞ DÜŞLERİ (Öykü),  Demet Yayıncılık   (2000, 2. Baskı)
1992 SEVGİNİN MASALI (Masal),  Demet Yayıncılık
1989 YORGUN KONAK (Öykü), Ekol Yayıncılık

2015 ANNEM VE BEN (Öykü- anı) Anka Kadın Araştırma yayını
2014 BİR KADIN VARMIŞ BİR KADIN YOKMUŞ (Öykü), Bence Kitap
2014 GÜNYÜZÜ MEKTUPLARI (Mektup),EKYAZ ve Yakın Kitapevi
2011 GÜNEŞİ ÖPMEK İÇİN (Şiir), EKYAZ ve Kum Yayınları
2011 KIZLAR VE BABALARI (Anılar)  Paradigma Yayınları
2010 KENTİNSAN (Öykü), EKYAZ ve Lacivert Yayınları
2009 KADIN ÖYKÜLERİNDE İZMİR (Öykü), Sel Yayıncılık
2009 KADIN ÖYKÜLERİNDE KARADENİZ  (Öykü), Sel Yayıncılık
2009 İZMİRLİ ÖYKÜLER (Öykü), Şenocak Yayıncılık
2008 KADIN ÖYKÜLERİNDE ANKARA  (Öykü), Sel Yayıncılık
2008 SAVUR SAÇLARINI EGE (Öykü), EKYAZ ve Afrodisyas Yayınları

DT Tarafından  Kabul Edilen Tiyatro Oyunları:

Yeni Oyunları:

2011 YILLARDAN SONRA YENİDEN
2010 KIRMIZI KARANFİLLER (Radyo oyunu), TRT2 de yayımlandı
2010 RESMİ NİKÂH Gazi Üni. Tiyatro Bölümü ve Atatürkçü Düşünce Derneği
Yenimahalle oynadı
2010 ALTIN BİLEZİK, Lefkoşe Belediye Tiyatrosu’nda oynandı.

 

2014 TUTSAK
2014 ŞÜKUFE HANIM KÖŞKÜ


Ağlama Smyrna Döneceğim

İzmir kentine ve burada kaderini arayan İzmirli genç  Rum kızına ağıt… 

Yıl 1914… Osmanlı İmparatorluğu giderek zayıflamaktadır. Başta  İngilizler olmak üzere tüm Avrupalıların planı, “hasta adam” ilan ettikleri Osmanlı’yı parçalamak, topraklarını işgal etmektir. İngilizlerin  Yunanlılarla birlikte hedefi İzmir''dir. Böylece hem Ege''nin zenginlikleri  ele geçirilecek, hem de İzmir, İstanbul’un işgali için üs olarak  kullanılacaktır. İlk adım, İzmir Körfezi''nin girişini bir tıpa gibi tıkayan  Kösten Adası’nı ele geçirmekle atılır. 

Adanın kendi halinde masum güzeli Rum kızı Smyrna henüz on üç  yaşındadır. Ancak İngilizlerin işgali, her şeyi değiştirir. Genç kızın bir  anda altüst olan yaşamındaki tek ışık, Çakır Osman''a duyduğu  tutkulu aşk olur. 

Bu aşkın gücü, Smyrna''nın kaderini değiştirmeye yetecek midir?

 

 

 


Gülseren Engin ile “Ağlama Smyrna, Döneceğim” Üzerine Söyleşi
İzmir’in İşgaline İki Günde Karar Verilmedi

Yıl 1914, Osmanlı İmparatorluğu giderek zayıflamaktadır. Başta İngilizler olmak üzere tüm Avrupalıların planı, 'hasta adam' ilan ettikleri Osmanlı'yı parçalamak, topraklarını işgal etmektir. İngilizlerin Yunanlılarla birlikte hedefi İzmir'dir. Böylece hem Ege'nin zenginlikleri ele geçirilecek hem de İzmir, İstanbul'un işgali için üs olarak kullanılacaktır. İlk adım, İzmir Körfezi'nin girişini bir tıpa gibi tıkayan Kösten Adası'nı ele geçirmekle atılır. İngiliz işgaliyle her şey değişir, tıpkı Rum kızı Smyrna'nın yaşamında olduğu gibi. Gülseren Engin'in Ağlama Smyrna, Döneceğim adlı romanı, İzmir'e ve burada kaderini arayan İzmirli genç Rum kızına ağıt niteliğinde. Engin'le romanı üzerine söyleştik.

Hilal KARAHAN: Sevgili Gülseren Engin, son romanınız Ağlama Smyrna, Döneceğim Mart 2012’de Remzi Kitabevi’nden çıktı. Bu, sizin Cehennemde Bir Ada (2001),Yorgun ve Yaralı (2004), Sancılı Kent Ankara (2008)’den sonra dördüncü romanınız. Ayrıca öykü, masal, gezi, yemek kitaplarınız ve tiyatro oyunlarınız da var… Romanlarınızda genellikle belli bir dönemi yazıyorsunuz: Yorgun ve Yaralı’da 1. Dünya, Balkan ve Çanakkale savaşlarını; Cehennemde Bir Ada’da 2. Dünya Savaşı’nı,Ağlama Smyrna, Döneceğim’de ise İzmir’in işgalinden önceki dönemi ve kurtuluş savaşını… Savaşlara ve tarihe merakınızın belli bir sebebi var mı?

Gülseren ENGİN: Evet, çocukluğumdan beri tarihi severim. Tarih kitabıyla ilk karşılaştığımda ilkokul dördüncü sınıftaydım. Kitap eve geldiğinde o kadar ilgimi çekti ki oturup baştan sona okudum. Bizden yüzlerce, binlerce yıl önce insanların nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını o zamandan beri merak ederim. Tarih bir masallar, hikâyeler, romanlar bütünüdür bence… Geçmişe duyduğum merak okuma ve araştırmaya itiyor beni. Tarihle ilgili yeni şeyler öğrenirken aslında düş gücümün beslendiğini fark ediyorum. Okuduklarım, öğrendiklerim kafamda öyküler oluşturuyor. Bu öyküler giderek romana dönüşüyor. Bir yandan da öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşmak için yanıp tutuşuyorum. Böylece tarihi olayları anlatan romanlar yazıyorum. Bunun yararlı olduğuna da inanıyorum. Nedense tarih dersleri sevilmez. Bu yüzden de tarihi doğru dürüst bilmez gençlerimiz. Oysa roman okurken tarihi öğrenmek çok keyifli bir şey. Benim çocukluğumda gazeteler tarihi romanları günlük yayımlarlardı. Tadına doyamazdım. Ne yazık ki günümüzde bu yok; gazeteler magazinle doldu artık…. 
Savaşa gelince… Ben savaşlara karşıyım. İşgallere de… Romanlarımda savaşın acımasızlığını, çirkinliğini vurguluyor, ona karşı çıkıyorum.

Hilal KARAHAN: Ağlama Smyrna, Döneceğim son derece simgesel bir anlatıma sahip. Smyrna, Çakır Osman, Nikos, Mr. White kangreninde aslında İzmir’in Osmanlı’yla ve Yunanistan, İngiltere gibi diğer devletlerle ilişkisi anlatılıyor… Romandaki her karakter belli bir devleti simgeliyor sanki… Yanılıyor muyum?

Gülseren ENGİN: Hayır yanılmıyorsun sevgili Hilal, doğru yakalamışsın. Smyrna İzmir’i simgeliyor. Çakır Osman, vatansever Osmanlı ordusunu, Nikos Yunanistan’ı ve Mr.White İngiltere’yi… Yaşananlara, ilişkilere dikkatli bakılınca bunu fark etmek mümkün. O dönemde İzmir yabancıların sömürdüğü bir kent. Hemen her devlet İzmir’in yeraltı, yerüstü tüm zenginliklerini hoyratça kullanıyor. Smyrna’ya yapılan da bu. Ancak sömürüyle doymuyor yabancılar; İzmir’i tamamen ele geçirmek istiyorlar. 

Hilal KARAHAN: Romanı okurken, anlatılanların sadece o dönemle sınırlı kalmadığını; günümüze de pek çok gönderme içerdiğini düşündüm. Devlet çıkarları, politikacıların riyakârlığı, derin devlet, çeteler-PKK ilişkisi… vs. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Gülseren ENGİN: Çok haklısın. Günümüzde yaşananlara dikkatli bakıldığında, o günlerin bir benzerini yaşadığımız görülür. Padişah ve hükümet, din ağırlıklı bir idare peşinde, yabancı devletlerin kuklası; onlar ne derse onu yapıyorlar. Ülkenin bütün zenginlikleri yabancılara satılmış; limanlar, demir yolları yabancıların elinde… Vatanseverler “eşkıya, vatan haini” suçlamalarıyla hapse atılıyorlar. Topraklarımıza göz dikenler var. Topraklarımız üzerinde kendi devletini kurma hevesinde olanlar da var; yabancı devletlerin korumasındalar. Terör estiriyorlar; ama bunu yabancı ülkelere “Türkler terör estiriyor” diye duyurup mazlumu oynuyorlar. Halkımız derin uykularda. Aydınlarımız aymazlık içindeler. Gösterilerle, bildirilerle yaklaşmakta olan kötü sonu durdurabileceklerini sanıyorlar. Ne dersin bütün bunlar sana tanıdık gelmiyor mu?

Hilal KARAHAN: Ağlama Smyrna, Döneceğim İzmir’in işgalinden önceki karanlık dönemle başlıyor. Henüz savaşın emaresi bile yokken, İngilizler gelip Kösten adasını işgal ediyorlar; İttihatçı Vali Rahmi Bey’in verdiği inanılmaz gözdağı karşısında geri çekiliyorlar! Oysa tarih kitaplarında sadece İzmir’in işgali ve kurtuluşu önemsenir; sanki öncesi ve sonrası hiç yaşanmamış gibi… Bu dönemi yazmak istemenizi manidar buldum, sizce de öyle mi?

Gülseren ENGİN: Gerçekten bu dönem karanlıkta kalmış. Tarihçiler ve birkaç araştırmacı dışında diğer insanların bu dönemi bildiklerini sanmıyorum. Oysa o zaman dilimi ve yaşananlar çok önemli. İzmir’in işgali iki günde karar verilip apar topar yapılan bir şey değil. Uzun yıllar öncesinden düşünülüp ince ince planlanıyor. Kösten adasının işgali ise bu planın başlangıcı… Amaç İzmir’i işgal edip kukla bir prenslik yapmak; Çanakkale’den geçmek için üs olarak kullanmak… Hedef sadece İzmir değil, İstanbul… Hatta tüm Anadolu… Büyük bir planın sadece küçük bir parçası İzmir’in işgali… Anadolu’nun işgalini Yunan ordusunu öne sürerek gerçekleştirme planı bu… Mondros ateşkesi ile zaten bütün önemli kavşaklar ele geçirilmiş durumda; ama bu da yeterli değil. Daha fazlasını, çok daha fazlasını istiyor yabancı devletler. Başta İngiltere… Bu dönemi anlatmayı bu yüzden önemsiyorum. İnanıyorum ki tarihi bilmeyen bu günün olaylarını doğru değerlendiremez.

Hilal KARAHAN: Romanlarınızda kahramanlarınız hep etnik azınlıklar. Merak ediyorum, İzmir’in hikâyesini niye bir Rum kızın ağzından anlattınız, niye Smyrna?

Gülseren ENGİN: Az önce söylediğim gibi o bir simge… İzmir’in simgesi… Öte yandan o dönemde Müslümanlar nüfus olarak çoğunlukta olsalar da etkin bir topluluk değiller. Osmanlı ardı ardına savaşlar yaşamış. Balkan savaşları, Çanakkale, Birinci dünya savaşının bütün cephelerinde savaşanlar ve ölenler hep Türk erkekleri… Köylerde, kentlerde hiç erkek kalmamış. Kalanlar da savaştan dönen, çoğu sakat erkekler… Bu yüzden ne ticarette ne tarımda erkek iş gücü yok. Dul kadınlarsa ne dükkân işletebiliyorlar ne tarım yapabiliyorlar. Ticaret ve tarım Rumların elinde… Sanayi yabancı devletlerin… Ayrıca Ermeniler, Yahudiler, Levantenler yaşıyor İzmir’de. Bu yüzden bir Rum kızının kahramanım olması daha doğru geldi.

Hilal KARAHAN: Romanlarınızda sinematografik öğeler baskın; konuşmalar, aksiyon, dönem ve kültür tarihi öne çıkıyor… Betimlemeler, düşünceler neredeyse yok gibi… Romanı okurken, sanki film izliyormuşum hissine kapıldım. Bunda tiyatro oyunu yazıyor olmanızın etkisi olabilir mi?

Gülseren ENGİN: Sanmıyorum. Sinemayı çok seviyorum. Yazarken de düşlerimi sanki görüyorum. Film seyreder gibi… Yani gördüklerimi yazdığım için görsellik ağır basıyor roman ve öykülerimde. Diğer özelliklere gelince: Uzun uzun betimlemelerden vazgeçeli çok zaman oldu. Birkaç fırça darbesiyle resim yapmak gibi, birkaç sözcükle betimlemeyi kısa kesmeyi yeğliyorum. İstiyorum ki okur kendi düş gücüyle canlandırsın okuduklarını. Bu da öykücülüğümden gelen bir alışkanlık… Bilirsin, öyküde kısa, öz ve etkili anlatım önemlidir. Aksiyona, merak öğesini diri tutmaya da önem veriyorum. Kurgu belli bir hızda gitmeli ve okur hep bir sonraki sayfada ne olacağını merak etmeli… Aksi halde okura yüzlerce sayfalık bir kitabı okutamazsınız. Elbette estetiği, edebi kaygıları dışlamadan yapılmalı. Bu konuda başarılı olup olmadığıma okur karar verecek.

Hilal KARAHAN: Dönem romanı çok sık yazılmıyor maalesef. Uzun bir çalışma ve derin bir tarih bilgisi gerekli. Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Turan Tan, Nezihe Aras, Yılmaz Karakoyunlu, Ayşe Kulin hemen aklıma geliveren isimler. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Gülseren ENGİN: Dönem romanı yazmak zor iştir. Okura doğru bilgi vermek zorundayız. Ancak bu da yazara büyük sorumluluk yüklüyor. Tarihi olayları yazarken doğru bilgilere ulaşmak gerek. Bu da çok yönlü araştırmayı gerektiriyor. Sadece resmi tarihi değil, farklı belgeleri, anıları, mektupları, dönemin gazetelerini araştırmak çok zaman ve emek istiyor. O nedenle dört yılda bir çıkıyor bir roman.

Hilal KARAHAN: Dönem romanı yazıyorsunuz ama aslında Ağlama Smyrna Döneceğimbir aşk romanı… Tarihi olaylar sadece zemini oluşturuyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Gülseren ENGİN: Ben tarihçi değilim; romancıyım. Benim işim hikâyeler kurgulamak. Tarihe olan ilgim nedeniyle dönem romanları yazıyorum ve romanın zemininde, kurgunun içinde tarihi olayların akıp gitmesini seviyorum.

Hilal KARAHAN: Romanın sonunda okur bir ‘yarım bırakılmış’ duygusu yaşıyor. Bazı şeyler açığa kavuşmuyor. Kitabı kapattıktan sonra bile o merak duygusuyla “Acaba bundan sonra ne olacak?” diye düşünüyor insan. Neden?

Gülseren ENGİN: Evet, romanın sonunu özellikle ucu açık bıraktım; çünkü devamını yazıyorum. Yakında ikinci cilt de gelecek. Çakır Osman Smyrna’ya bir söz verdi.

Hilal KARAHAN: Sizinle sohbet bir zevkti. Teşekkürler sevgili Gülseren Engin. 

Gülseren ENGİN: Ben teşekkür ederim. Sevgili Hilal Karahan. Romanı çok dikkatli okumuş ve şifreleri çözmüşsün. Ben de çok keyif aldım, teşekkür ederim.

Ağlama Smyrna, döneceğim

Gülseren Engin'in, Cehennemde Bir Ada(2001), Yorgun ve Yaralı(2004) romanlarını bir açıdan bütünleyen son romanı" Ağlama Smyrna, Döneceğim" Remzi" yayınları arasında yerini aldı.

Yorgun ve Yaralı’da Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde geçen tutkulu bir aşk hikâyesinin yanı sıra savaşla, göçlerle topraklarından ayrılmak zorunda kalan insanlar, açlık ve yoksulluk içinde yaşam savaşı veren kadınlar, dört bir yandan saldıran düşmana karşı kısıtlı olanaklarla ülkesini korumaya çalışan erkekler; sözün kısası Çanakkale'de, Süveyş'te, Bağdat önlerinde savaşarak tükenmiş bir imparatorluğun yorgun ve yaralı insanları anlatılır.

"Cehennemde Bir Ada"da, kendini ateşin dışında tutmayı başarsa da savaş cehennemi ile çevrilen Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'ndaki sıkıntıları konu alınmıştır.

Bu iki romanla savaş düzleminde buluşan son romanı "Ağlama Smyrna, Döneceğim" 23 Şubat 1914’te İzmir’i işgal etmeyi planlayan İngilizlerin Kösten Adası’nı ele geçirme girişiminde evleri bombaların hedefi olan Balıkçı Bedros ve ailesinin adayı terk etmek zorunda kalışlarını anlatan bölümle başlar. On altı Yunan asker taşıma gemisinin destekçileri muhriplerle, işgal etmek üzere Körfeze girerek, İzmir’e doğru  ilerlediği 14 Mayıs 1919’da biter.

Bu tarihsel süreçteki gerçek olaylarla kurgusal ögeler ustalıkla iç içe yedirilmiş, İşgal düzleminde hem aşk ögesi (Çakır Osman’la Smyrna’nın aşkları), hem de işgalin, savaşın acımasız yüzü verilmiştir. Savaşların yalnızca, ülkelerin bağımsızlıklarını tehlikeye sokmadığı, insan onurunu da aşağıladığını düşündürürken,  kadınların işgalciler tarafından birer cinsel nesne görülerek ayrıca işgal edilme tehlikesini de akla getiriyor. Gerçi romanda işgal güçlerinden yüz bulan bir Rum tarafından bu taciz olayı gerçekleştiriliyor. 

Gülseren Engin, Tarihsel olayları roman duyarlığında ve roman örgüsü içinde kurgulamada oldukça başarılı. “Yaralı ve Yorgun”,” Cehennemde Bir Ada” romanlarında da buradaki gibi başarılı kurgulanış yanında, “Sancılı Kent Ankara”da da Ankara’nın tarihi yanında anı-inceleme özelliğini verirken de hem kurmaca, hem de gerçeklik ögelerini dengelemiştir. Bir kurmaca anlatı türü olan romanda, anlam boyutunun gerçekleşmesini sağlayan en önemli ögenin olay olduğunu çok iyi bilen Engin, gerçeklikle kendi imgeleminin kesişmesiyle romanı kurgulamıştır. Roman okunurken gerçek olayların içinde yer alan kurmaca karakterlerle, hem kurmaca hem gerçeğe uyan mekanlar yaratmada ne denli başarılı olduğu görülmektedir. Romanda sözü edilen aile evleri gerçek mekanlardan biridir. Yazar iyi bir araştırmayla olayların geçtiği mekanları gerçek yerlerden alarak kurgulamıştır.

Romanda, özellikle Smyrna’ya Ustabaşı Nikos’un tecavüzünden itibaren melodramatik olaylara geniş yer verilerek, merak ölçeği yüksek bir kurgulanışla olaylar hızlı bir gelişim gösterir. Bu da romanı sürükleyici kılmaktadır. Art arda gelen serüvenler rastlantısal gibi görünmekle birlikte(Smyrna’nın ardı ardına yeni  bir yaşam biçimine geçmesi) okuyucunun merakı romanın sonuna kadar diri tutulmuştur. 

Olaylar romanda daha çok öne çıkmış olmasının, diyalogların olmasının da bunda çok etkisi olmakta.      

Rahat okunup anlaşılabilen bir roman “Ağlama Smyrna, Döneceğim”. Yazar sanat yapma kaygısıyla dili ve anlamı feda etmiyor. Açık, yalın bir dil kullanıyor. Düz bir anlatımı yeğliyor. Sadık Aslankara bu konuda şöyle diyor:”…bir halk yazını ardıllığını benimseyip sürdürdüğü anlaşılabiliyor.” Ancak, tarihsel bir gerçekliğe dayanan bu tür romanların, kurgusal olmakla birlikte sanat yapma boğuntusuna getirilmeden çoğunluğun anlayabileceği bir dil ve anlatımla yazılmalarının gerekli olduğu da bir gerçek, diye düşünüyorum.

Roman karakterleri kendi çelişkileriyle birlikte doğru yapılandırılarak; iyi kötü, zayıf-güçlü yönleriyle verilerek romanın gerçekçi özelliği de yükseltilmiş. Bedros’un hem İzmir Valisi Rahmi Bey için çalışması, hem de İngiliz askerleriyle dostluk kurarak orada neler olup bittiğini anlatmayı kabul etmesindeki ikiyüzlülüğü yansıtılmış, yine paraya olan zayıflığı da. Ağabey’in kardeşini dinlemeden onunla ilgili yargıda bulunması, aynı zamanda Yunanlıların İzmir’i işgal etmelerini isteyerek yaşadığı ülkesine ihanet edebilmesi; Smyrna’nın çaresizliği yanında koşullara göre kendisini kurtarmak için çaba içine girişi, Çakır Osman’a olan aşkı canlı kanlı hale getiriyor onları.

Karakterlerin simgelediği şeyler var. Nikos, Yunanistan’ı, Smyrna İzmir’i, Çakır Osman vatansever Osmanlı Ordusunu, Mr.White da İngiltere’yi temsil ediyor.

Smyrna’nın çok eziyet görmesi, tecavüze uğraması, çok zor bir dönem yaşaması oldukça anlamlı görünüyor.  İzmir’in işgal edilmesi ile Smyrna’nın tecavüze uğraması arasında bir ilişki kurulabilir. Bu Rum kızının adının Smyrna olması da bu ilişkiyi güçlendiriyor. Simgelerle anlatılan roman bir anlamda alegorik bir özellik taşımaktadır.

“Maşatlık Mitingi” adlı son bölüm “Maşatlık’ta çoban ateşleri yanıyordu” cümlesiyle başlar ve biter. . Başta İngilizler olmak üzere tüm Avrupalıların planı, "hasta adam" ilan ettikleri Osmanlı'yı parçalamak, topraklarını işgal etmektir. İngilizlerin Yunanlılarla birlikte hedefi İzmir'dir. Böylece hem Ege'nin zenginlikleri ele geçirilecek, hem de İzmir, İstanbul'un işgali için üs olarak kullanılacaktır Yunanlıların İzmir’i işgal edeceği haberi gelmiştir. Osmanlı’ ordusu’nun durumu kötüdür. Mondoros’tan sonra silahları alınmıştır. Rumlar sevinç gösterileri yaparlar, oysa Frenk mahallesi dışında kentin ışıkları sönmüştür Müslüman mahallesi karanlığa gömülmüştür. Herkes derin uykuda gibidir, ama erkekler Maşatlıkta toplanmıştı. Kadınlarsa ışıkları söndürmüş, pencerelerde, erkeklerinin eve dönüşünü bekliyorlardı. Maşatlıkta çoban ateşleri yanıyordu, sürekli ve hep yanacaktı. Gülseren Engin’in romanda vurguladığı “Yarım bin yıllık tarihe sahip bu kentin, İzmirlinin kenetlenişi, ne olursa olsun direnişidir. Çünkü İzmirli emperyalist saldırısına karşı yakılan “çoban ateşleri”yle direnişin ve kurtuluşun ateşini tutuşturmuştur. 9 Eylül’ün muştusudur bu çoban ateşleri. Bu kenetlenişin, direnişin getirdiği utkuyu da yaşayacaktır İzmirli, tüm Anadolu halkıyla.

Roman daha süreceğe benzer. Bizler de merakla ikinci kitabı bekleyeceğiz. Bakalım Çakır Osman verdiği sözü tutacak, geri dönecek mi
?

Filiz Gülmez

 

Bir hekim ile eğitimci yazın dünyasında buluşuyor

Nevzat Süer Sezgin:  Sen bir hekim olarak uzun yıllar çalıştın. Oysa biz seni roman ve öykü yazarı olarak tanıyoruz. Gülseren Engin neden yazıyor?

Gülseren Engin:   Yazmak eylemi aslında insanlarla ilişki kurmak demek benim için. Bu hep böyle oldu. Ortaokul yıllarında çok içine kapanık bir çocuktum. Sınıftaki diğer öğrencilerle arkadaşlık kuramıyor,  kendimi çok yalnız duyumsuyordum. Bir köşeye çekildikçe diğer çocuklar daha da acımasız oluyorlar,  ya benimle alay ediyorlar ya da yanlarına gittiğimde,  beni istemediklerini söylüyorlardı. Bu davranışlar çok yaralıyordu beni. Bu yüzden kitapların dünyasına atmıştım kendimi. Sürekli okuyor,  sayfaların arasına gizlenmiş yeni dünyaları ve diğer insanları keşfediyordum.  Kemalettin Tuğcu’nun romanlarında benim gibi yalnız çocuklar olduğunu gördüğümde bende de yazma isteği doğdu.  Ders aralarında,  boş derslerde sınıftaki öğrenciler koşup oynarken ben roman yazıyordum. Benim gibi yalnız bir çocuğun maceralarıydı yazdıklarım. O yıllar,  yazmanın aslında içimdeki acıları boşaltmanın bir yolu olduğunun bilincinde değildim elbette.  Öğrenciler benim bir köşede harıl harıl bir şeyler yazdığımı görünce meraklandılar. Roman yazdığımı öğrenince merakları daha da arttı.  Yazdıklarımı okumamı istediler.  Yüksek sesle okumaya başladığımda ilgiyle beni dinlemeye başladılar. Önce bir iki çocuk derken bütün sınıf susup dinlemeye başladı. Boş derste sınıftan ses çıkmaması nöbetçi öğretmenlerin ilgisini çekiyordu. Sınıfa girdiklerinde bütün sınıfın uslu uslu oturup beni dinlediklerini görünce şaşırıyorlardı.  Çocuklar yazmakta olduğum romanı çok sevmişlerdi. Her boş derste yanıma geliyor,  romanın devamını yazıp yazmadığımı soruyorlardı. Giderek beni sevmeye,  aralarına almaya başlamışlardı. Oyunlarına katılmama izin veriyorlardı artık. Yazdıklarım sayesinde onlardan biri olabilmiştim. Bu da “yazmak” eyleminin insanlarla ilişki kurmadaki, onların sevgisini kazanmadaki rolünü öğretti bana. Öte yandan “Yazma” nın verdiği keyfi tatmıştım bir kez; bırakamadım.

Gülseren Engin: Senin edebiyatla ilişkin nasıl başladı? Seni yazmaya iten nedenler nelerdi?

Nevzat Süer Sezgin: Ben galiba edebiyatın içine doğdum. Teyzem ve eniştem İvriz Köy enstitüsünde görevliydiler. Yazlarım onlarla geçerdi. Köy enstitülerinde sanatın her dalı insanın olmazsa olmazı oluyordu. Okumak,  okuduğunu paylaşarak gelişmek kişiliğine kendiliğinden ekleniveriyordu. Babam kadın doğum doktoru,  annem tarih öğretmeniydi. Evimizde müthiş bir kitaplık vardı ve özellikle babamla okuduğumuz kitaplar hakkında konuşmak bana çok iyi gelirdi. Babam aynı zamanda Halkevi başkanıydı, Senin anlayacağın liseyi bitirinceye kadar çok okunan,  çok düşünülen, çok edebiyat etkinliği yapılan ortamlarda Nazım Hikmetler, Orhan Kemal’ler, Sait Faik’ler, klasikler arasında büyürken genç kız oluverdim. Gençlik yıllarım Ankara’da üniversite, Sinematek, Ankara Sanat Kurumu,  Cuma konserleri, Fikir klüpleri, Barış derneği ve Türkiye İşçi partisi arasında sürekli okuyarak, tartışarak ve dergiler çıkarıp, dergiler batırarak geçti.  Genç, dinamik,  okuyan,  araştıran ve bu ülkeyi çok seven gençler olarak düşüncelerimizi, duygularımızı dergilerde, anlatmaya çabalayan, demokrasiye,  bağımsızlığa yürekten inanan, sosyalist gençlerden oluşmuş bir gruptuk. Sanatın tüm dalları gibi edebiyat da bizim için bağımsızlık savaşında çok değerli bir araçtı. Bizler 1965’li yıllarda bir gün ülkemizin küresel sermayenin elinde oyuncak olacağını, emeğin değerinin bilinmediği toplumların emperyalizmin kucağında kötü yönetileceğini fark etmiştik. Ve sesimizle, bedenimizle,  kalemimizle haykırıyorduk. Beni yazmaya iten bu tür düşünceler ve bağımsız bir ülkede büyüme, çocuklarını büyütme arzusuydu. . Bu günde beni yazmaya iten duygularım aynıdır.

İlk yazılarım Dönüşüm dergisinde çıktı. Sonra dünya görüşüme uyan politik, edebi ve eğitim dergilerinde devam ettim. Şimdi baskısı tükenmiş ve yenilenmeyi bekleyen ‘Bilgi Toplumunda Eğitim ve okullar’ isimli kitabım ise mesleki bir yayındı.

Senin yazmaya “roman “türü ile başladığını öğrendik. Öykü de yazdığını biliyorum. Başka türler denedin mi? Neler yazıyorsun?

Gülseren Engin: Yazma serüvenine romanla başladım; ama genç kız olduğumda şiiri keşfettim. Okul kitaplarında hece veznini öğrenmiştik. Çocukluk yıllarımda bir iki hece vezninde denemem de olmuştu; ama sonra 1962 yılında bir gün “Gözgü” adlı bir edebiyat dergisi geçti elime. Sanırım lise birinci sınıftaydım o sırada. İlk kez o dergide serbest vezinle yazılmış şiirler gördüm. Çok kolaymış gibi geldi bana. O sırada yağmur yağıyordu.  Ben de aklıma gelen tümceleri alt alta dizip bir şiir yazmayı denedim.  “Damla Damla” adlı bu denememi o dergiye gönderdim. Hemen yayınlandı. Üstelik şiirimi çok beğendiklerini,  beni Ankara temsilcileri yaptıklarını yazıyorlardı.  Hatta Türk Ocağı’nda yapılan şiir günlerini izlemem ve hakkında yazı yazmam isteniyordu. Bana basın kartı bile göndermişlerdi. Birdenbire hem gazeteci hem de  şair oluvermiştim. Kanatlanmış uçuyordum artık. Tabii benzer tarzda şiirler yazmayı sürdürdüm. Şiir yazmak ne kadar kolaydı ( !  )Aynı dergide birkaç şiirim daha yayınlanınca şairliğime iyice inandım. Ne yazık ki o dergi kısa sürede kapanınca benim de kanatlarım koptu ve yere iniverdim. Şiir yazmanın çok zor olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.

Bu arada şiirin yanında öykü de yazmaya başladım. Üniversite yıllarımda da sürdü yazma serüvenim.  Daha sonra tiyatro oyunları, senaryolar,  anılar, gezi notları,  denemeler ve makaleler yazdım. Şiir de uzun yıllar sürdü. Pek çok dergide şiirlerim de düz yazılarımla birlikte yayımlandı. Çok sonraları Aziz Nesin usta “Şiirlerinizi değerlendiremem ; ama  düz yazıya yeteneğiniz olduğu çok açık. Bence onun üzerine gidin” deyince şiiri bir kenara bıraktım ve içimdeki şiiri yazdığım öykülere yedirmeyi uygun buldum. Zaten geçen zaman içinde şiir de kabuk değiştirmiş,  farklılaşmıştı ve ben gerçek şiir yazmanın zorluklarını öğrenmiştim artık.

Gülseren Engin: Senin bir şiir tutkunu olduğunu biliyorum. Çok iyi şiir değerlendirdiğini de. . .  Şiiri bunca seven,  yazmaktan bunca keyif alan birinin şiir yazmayı denememesini düşünemem. Ya sen hiç denemedin mi şiir yazmayı?

Nevzat Süer: Sezgin :  Hayır, hiç denemedim. Bir tek mısra bile yazmadım. Ben iyi şiire sığınırım,   benim için şiirin hası çok değerlidir,  ama şiirin kötüsü bana insanlığa ihanetmiş gibi gelir.   Belki bu yüzden korktum ve kaçtım.  Zaten ben edebiyat yazan biri değilim,  ben demin de söylediğim gibi dünya görüşünü yalnız sözüyle ve eylemleriyle değil ara sıra da yazarak paylaşan birisiyim. Ama az rastlanır bir edebiyat tutkunuyum. Her türünü okumayı,  onlarla çoğalmayı çok küçük yaşlarda öğrendim.  Ve 37 yıllık eğitimcilik yaşamımda ürettiğim her şeye edebiyattan öğrendiklerimi kattım. Edebiyat benim okulumdur. Siz edebiyatçılar iyi ki varsınız.
Pek çok ve farklı türlerde yazıyorsun. Bunu ne belirliyor?

Gülseren Engin: Her konu kendi türünü belirliyor aslında. Çok yoğun duygular genellikle şiiri getiriyor. O yoğunluğu başka türlü anlatamıyorsun çünkü. Bazı konular tiyatro oyununa uygun oluyor. Kimisi ancak öykü yoğunluğunda anlatılabiliyor,  kimisi ise mutlaka roman oylumunda anlatılmak istiyor. Bu yüzden tek bir türde değil de içimden geçen hikayelerin istediği türlerde yazmayı seçiyorum.  
Senin de değişik türlerde yazılarını okuyoruz. Sende  ‘bu konuyu  mutlaka  yazmalıyım’  dedirten ne?

Nevzat Süer Sezgin: Ben   işim gereği   insanlarla çok iç içe bir yaşam sürdüm.  1986 yılında okulumu kurduğumda bir çocuk büyütmenin çok önemli bir uğraş olduğunu düşünerek anne baba eğitim programları yapmaya başladım. Bu konuda hem kendim sürekli öğrendim,  hem de pek çok psikolog,  eğitimci ve iletişimci dostumdan destek aldım. Bu çalışmalar sırasında çocukların kişilik gelişimleri üzerinde doğrudan etkili,  her şey beni yetişkin dünyasıyla iletişim kurmaya doğru yönlendirdi. Annelere,  babalara ve öğretmenlere yönelik 20’nin üzerinde araştırma ve çalışmam var. Bunları davet edildiğim demokratik kitle örgütlerinin toplantılarında,  üniversitelerin,  kamu ve özel sektörün düzenlediği sempozyumlarda,  söyleşilerde ve panellerde dilimin döndüğü kadar anlatıyorum. Buralarda anlattıklarımın yalnızca o an beni dinleyenlerle paylaşabiliyorum. Ne yazık ki çok azı yayınlanabiliyor.

Ama çoğu zaman bunları daha çok insanla paylaşmak için yazmak istiyorum. Yani beni çocuklara ve kadınlara zarar veren her çeşit olay, davranış,  uygulama sözlü ve yazılı anlatıma doğru itiyor. Son yıllarda kokuşma arttıkça ve masum çocuklar bu kokuşmuş havayı daha çok soludukça yazma isteğim daha çok arttı.  

Senin de benim gibi hekimliğinle ilgili yazdıkların da var. Biraz onlardan da söz edebilir misin? Ayrıca gerek edebi türde gerekse düşünsel türlerde
Yazmayı sevmek, yazmak istemek ve denemek yazar olabilmek için yeterli mi sence?

Gülseren Engin: Hayır, yazmayı sevmek, istemek hatta bu konuda yetenekli olmak yeterli değil. Yetenekli pek çok insan tanırım; ama kararlı,  sabırlı ve çalışkan olmadıklarından bir iki güzel ürün verdikten sonra yazmaktan vazgeçmişlerdir. Gerçek anlamda yazar olmak çok zor bir iş.  Sabır ister,  emek ister,  hatta inatçı olmak ister. Yazarın önüne çıkan zorluklar ancak böyle aşılabilir. Şöyle bir örnek vermeliyim.  Yirmi beş yıl boyunca “Yunus Nadi Öykü Yarışması” na sürekli öykü dosyalarımı gönderdim. Her seferinde başarısız oldum. Ancak yirmi beş yıl sonra bu ödülü kazandığımda duyduğum hazzı anlatamam.  

Kitap yayınlatma da çok zor bir olay ülkemizde.  İlk kitabım 1989 yılında yayımlandı. Oysa benim 1965 yılında dergilerde yayınlanan öykülerim vardı. Yunus Nadi Öykü birinciliği”ni ve “Orhan Kemal öykü Birinciliği” ni kazanan dosyalarımın yayınlanabilmesi için yıllarca bekledim. Pek çok yayın evinden geri çevrildi dosyalarım; ama sonunda Remzi Kitabevi gibi önemli bir yayınevinden yayımlandı. Şimdi toplam on bir kitabım var ve inan hala kitaplarımı yayımlatmakta zorluklar yaşıyorum. Ancak bu iş böyle. Vazgeçmeyeceğiz.

Senin de vazgeçmeyen bir yanın olduğunu,  pek çok  demokratik kitle örgütünde çalıştığını  biliyoruz. Neden?Ve edebiyatla  gönüllü olarak bu örgütlerde çalışmak arasında bir bağ kuruyor musun?

Nevzat Süer Sezgin: Ben insan denilen varlığın şu anda olduğundan daha masum,  daha temiz doğduğuna ve şiddeti,  hırsı,  sömürüyü,  ötekini yok saymayı kapitalist sistemin dayattığı gündelik yaşamdan ve ezberci eğitim sisteminden öğrendiğini düşünüyorum. Bu nedenle de düşünen ve hisseden herkese kapitalizmin ve Emperyalizmin dayattığı her tür sömürüye,  insanı ve doğanın diğer parçalarını yok eden her tür baskıya karşı durmak,  çözümler üretmek ve yeni temiz  bir dünya için uğraşmak düşer diyorum. Demokratik kitle örgütlerinde çalışmak için Gerçek edebiyatın çok değerli bir itici güç olduğunu,  üstelik de çok şey öğrettiğini düşünüyorum. En azından ben de öyle oluyor. Gençliğimden beri okuduğum pek çok edebi eser bana yaşama direnme,  sorunlara çözüm arama,  başka yaşamlar hakkında düşünme,  bana benzemeyeni hissetme becerileri katmıştır.
Mesela senin ‘Yorgun ve yaralı’ romanını okuduğum sıralarda bir kadın grubuna 4 haftalık bir duygusal zeka semineri veriyordum.  Bir bölümünde Romanındaki  kadın  karakterleri onlarla birlikte tahlil ettik,  çıkarımlar yaptık,  yani senin haberin olmadan ürettiğin bir eseri ben eğitimde kullandım. Sırası gelmişken teşekkür ederim.

Hekim olarak yıllarca insanlara hizmet ettin. Onların yaralarını sağalttın,  acılarını dindirdin,  hayatlarını kurtardın. Bütün bunların yazarlığına etkisi ne oldu? Hem hekim olmak hem de edebiyatçı olmak nasıl bir şey?

Gülseren Engin: Çok güzel bir şey.  Hekimlik insan sevgisi olmadan yapılamaz. Özveri ister,  emek ister. . .  Öte yandan insanları daha yakından tanımayı,  onları anlamayı sağlar.  Hekimlik mesleğim gereği Anadolu’nun pek çok yöresini dolaştım. Hem ülkemizi hem de köylüsüyle,  kentlisiyle insanlarımızı tanıdım. İnsanları tanımadan,  onların iç dünyalarını anlamadan yazamaz,  öykü ve roman kişilerinizi kurgulayamazsınız.  Burada vurgulamam gereken bir şey var. Bir gazeteci ile yaptığım söyleşide benzer şeyler söylediğimde  “Yazar Gülseren Engin hastalarının öykülerini yazıyor” gibi saçma bir şeyler yazmıştı gazetede. Ondan sonra pek çok okur tarafından “Hastalarının sırlarını yazıyor” diyerek kınandım. Yok öyle bir şey. Genellikle çevremde tanıdığım kişilere ya da kendime ait hikâyeleri yazmayı sevmem. Kurgusal kahramanlar yaratmayı ve onların kurgusal öykülerini yazmaktan hoşlanırım. Yaşamış kişilerin öykülerinden yola çıkarak yazdıklarım bile çokluk kurgusaldır. Hele hastalarımın hikâyelerini anlatmak aklımdan bile geçmez. Her mesleğin etik kuralları vardır ve bunlara uyulmalıdır.  

Sen de eğitimci olarak insanlarla iç içesin. Bunların getirdiği birikimin yazılarında payı olmalı. Bu konuda neler söyleyeceksin?

Nevzat Süer Sezgin: Ne söyleyeyim ki?
Bence her insan ayrı bir dünya. Hiç biri öbürüne benzemiyor. İnsanlarla iç içe olmanın bana heyecan veren yanı da bu. 1900’lü yılların başından beri dünyayı yönetenler, insanları aynı şeyi düşünen,  aynı şeyi hisseden sürülere çevirmek için çok uğraşıyorlar. Ama buna rağmen biraz içine girdin mi,  sistemin insanı nasıl duyarsızlaştırdığını daha iyi anlıyorsun ve o zaman insana karşı yapılanmış olan bu bilinçli ve sistemli saldırının her adımı, her parçası hakkında çok düşünüp, çok anlatmak,  çok yazmak istiyorsun. Hepsi bu. Özellikle kadınlar ve çocuklardan daha çok etkileniyorum. Çünkü hem kadınım,  hem anneyim. Senin de Öykü ve romanlarında çokluk kadınları konu edindiğini biliyorum. Neden kadınlar?

Gülseren Engin: Az önce ülkemin pek çok yerini hekim olarak dolaştığımı söylemiştim.  Karadeniz’de boyundan büyük ot taşıyan kadınımızdan, Erzurum’da ehramın altında kaybolan,  Türkçe bilmeyen,  derdini anlatamayan kadınımıza,  Ege’nin bağlarında çapa yapan çakır gözlü gebelerden, Adana’da pamuk tarlasında doğuranlara,  pek çok kadın tanıdım. Almanya’da çalıştığım dönemde orada yaşayan işçilerimizin karılarına,  annelerine, kızlarına sağlık seminerleri veriyordum. Onların gurbette çektiklerine yakından tanık oldum. Kentli kadın olarak benim ve çevremdeki kadınların sorunlarını yakından biliyorum. Tarihe dönüp baktığımda ise savaştan savaşa koşan erkeklerinin ardından ekip biçmeye,  çocuklarını büyütmeye çabalayan kadınlarımızın acılarını gördüm. Ancak yazınsal ürünlerde bütün bunların pek az konu edildiğini görerek üzüldüm ve kadınların sesi olmaya karar verdim. Kadınların sorunları yazılmaz,  ortaya konulmazsa çözümlenemez ve edebiyatın bu sorunların çözümünde çok önemli rolü olduğuna inanıyorum. Kadın eğitiminde edebiyatın yerini ne güzel anlattın,   
        
Nevzat Süer Sezgin:  Senin çeşitli örgütlerde çalıştığını biliyorum. Bize örgütçü yanını anlatır mısın?

Gülseren Engin: Evet,  bir dönem Türkiye Yazarlar Sendika’sı merkez yönetimindeydim.  Bunun dışında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Beyoğlu Şubesi’nin yönetiminde,  ve çeşitli dernek yönetimlerinde görevler aldım. Halen Edebiyatçılar Derneği,  PEN Uluslararası Edebiyatçılar Derneği,  Dil Derneği gibi bir kısım derneklerde çalışmalarım sürüyor.  Örgütlü olmanın çağdaş yaşamın ve demokrasinin ayrılmaz parçası olduğunu düşünüyorum. Birlik olmak,  dayanışmak çok önemli. Egeli Kadın Yazarlar Platformu’nun (EKYAZ) kuruluşuna katılmamın nedeni de bu. Bütün dünyada olduğu gibi kadınlar ülkemizde de eziliyorlar. Diğer mesleklerde olduğu gibi edebiyat dünyası da bundan payını alıyor. Kadın yazarlar ve şairler ya yok sayılıyor ya da çok zorluklarla karşılaşıyor. Buna karşı çıkmak,  birlik olmak ve dayanışmakla olası. Ben diğer örgütlerde olduğu gibi EKYAZ da da bir nefer olarak çalışıyorum.

Kadın yazarların örgütlenmesi gerektiğine inanıyorum.  EKYAZ dışında “ Kadın Yazarlar Derneği”ni kurduk.  Sen de benim gibi hem EKYAZ'ın hem de “Kadın Yazarlar Derneği”nin kurucularındansın.  Bize bu konuda neler söyleyeceksin? Başka demokratik kitle örgütlerinde çalışıyor musun?

Nevzat Süer Sezgin: Evet Gülseren’ciğim önce Egeli Kadın Yazarlar Platformunda,  bir yıldan bu yana da Kadın Yazarlar Derneğinde seninle birlikte çalışmaktan çok mutluyum. EKYAZ bir platformdu ve yalnızca Ege’li kadın yazarları bir araya getirmişti. Bir platformun yapabileceklerini çok iyi bir biçimde yaptı ve yapmaya devam ediyor.

Oysa Kadın Yazarlar Derneği (KYD), hem Kadın Yazarları Türkiye çapında bir araya getirme konusunda hem de ‘YAZAR’ kavramını edebiyatın tekelinden kurtarmak konusunda Türkiye’de bir ilk. İçimizde akademisyenler,  eğitimciler,  gazeteciler ve elbette edebiyatçılar var.  Dünyada ve ülkemizde kadına yönelik uygulanan ekonomik,  sosyal,  dinsel ve militarist politikalara karşı güçlü bir duruş.  Eril dili reddederek kadınların duyguları,  düşünceleri,  kadınlık deneyimleri ve değerleriyle yaratılmış yeni bir dilin oluşmasında emek veren kadınların buluşma noktası. Kadın Yazarlar Derneği’nin çalışmalarını çok önemsiyorum çünkü kuruluş bildirgemizde de açıkladığımız gibi derneğimiz “Kadının kurtuluşu insanlığın kurtuluşunun bir öyküsü ve işareti olacaktır. ” Görüşünü ilke edinen kadınlardan oluştu ve aynı görüşe sahip olan kadın yazarlarla yoluna devam edecek. Mevcut önyargıları yıkmaya ve kadınların özgürleşme yolculuğunda ortak bir ses olarak çoğalacak. Günümüzde dünyanın her yerinde egemen ideolojinin kadına yönelik ayrımcılığını ortadan kaldırmak için önce başkaldırmayı,  sonra örgütlenerek,  dinle yönetilmeye,  ırkçılığa,  savaşlara ve her çeşit emek sömürüsüne karşı çıkmayı ve mücadele etmeyi göze almak gerekiyor.

Elbette mesleğimle ilgili sivil toplum çalışmalarımı da çok önemsiyorum.  EÇEV,  Beyaz Nokta Vakfı, Okul Öncesi Eğitimcileri derneği çok emek verdiğim kuruluşlar. Bunların dışında demokrasi mücadelesinde oluşan pek çok platforma da elimden geldiğince katkı koyuyorum. Ben ezilen tüm grupların seslerini ancak örgütlenerek duyurabileceklerine ve çözüm üretebileceklerine yürekten inanıyorum.
Bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Gülseren Engin:  Bana böyle bir söyleşi olanağını verdiğin için çok teşekkür ederim.


...

...


Ankara tarihi üzerine iki kitap

Ankara tarihinin karanlık sayfaları bir bir gün ışığına çıkıyor. Ankara tarihi ile ilgili önemli iki anlatı kitabı daha kitapçı raflarında yerini aldı:

Heyemola Yayınları,Gültekin Emre'nin Yitik Kent Ankara'sından sonra  ve Gülseren Engin'in Sancılı Kent Ankara adlı eseri ile Ankara tarihinin karanlıkta kalan tarihi yönlerini gün yüzüne çıkartmaya devam ediyor.

" Ankara’nın tarihine bakınca öylesine göz kamaştırıcı bir zenginlik var ki insanı ürkütüyor. Üstelik hem ülkemizin, hem de dünyanın tarihini etkilemiş bir kent?  Hattiler, Hititler., Galatlar, Romalılar, Moğollar, Selçuklular ve Osmanlıları anlamadan Ankara nasıl anlatılabilirdi? Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olan ve daha sonra Ahi Cumhuriyetini kuran Ankara kadar, Hacı Bayram'ın Ankarası da önemliydi. Kurtuluş Savaşı anlatılmadan Atatürkün Ankarası anlatılabilir miydi? Ya darbelerin Ankarası?.. Bu kent, tüm siyasal tarihimize yer vermiş, siyasetimiz de onu yaratmış yapılandırmış. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti siyasetini anlatmadan nasıl yazabilirdim Ankara'yı? Hem geniş tarih bilgisinde kaybolmadan, hem de yeterince  bilgi vermenin ölçüsü neydi" kaygısıyla işe koyulan yazar, "Her köşesinde nice anılarım gizli? Bu nedenle Ankara’yı yazmak ilk anda kolay gibi geliyor; ama bir kenti anlatmayı kabullenmek çok büyük bir sorumluluğu da sırtlamak demek. O kentin tarihini yazmadan bu gününü anlatamazsınız. Eksik kalır; çünkü kentin tarihi, onun yaşam öyküsüdür." diyor eserinin içeriğiyle ilgili olarak.

Sizleri Ankara sokaklarında gezinti yapmaya çağıran bir diğer eser ise Phoenix yayınlarından neşredilen Feridun Büyükyıldız imzalı, "Başka Kent Ankara"...

"Başka Kent Ankara’nın anılarında dolaşırken, petrol bulunan Ankara Garı inşaatından, Kalenin gizli geçitlerine, Dikmen’de kayak yapan Ankaralılardan, Ulus Tenis Turnuvalarının yapıldığı yıllara uzanacaksınız. Ankara garının geçmişini ve hamallarının kurduğu derneği, Ulus’a düşen uçakları, o yıllardaki gazete haberleri ile okuma şansınız olacak. Ankara’nın gizemli cinayetinden, kayıp Katedral’e değin, Yahudi ve Rum’ların yaşadığı yıllarda gezinti yapacaksınız. Bir şehrin unutulan anılarını ve ilginç yönlerini tekrar hatırlayacaksınız" diyen yazar Feridun Büyükyıldız, şu ilginç kıyaslamaya dikkat çekiyor: "Her zaman İstanbul ile kıyaslanma haksızlığına uğrayan Ankara, sevginin ve bağlılığın kenti olmuştur. İstanbul aşkın kentidir, her medeniyetin notaları arasında müzik yapmış bir sazendedir. İki şehir arasındaki çizgi, sevginin köklülüğü ve sürekliliği ile aşkın hevesi ve kısalığı kadar başkadır"...

(Haber 7 Kitap Dünyası)

..


Basılmış Kitapları
Sancılı Kent Ankara
Anı-Roman
(2008)
Yorgun ve Yaralı
Roman
(2004)
 
Geç Kalan Öyküler
Öykü (2002)
Cehennemde bir Ada
Roman (2001)
Kaçış Düşleri
Öykü (1994)
Sevginin Masalı
Masal (1992) 
Yorgun Konak
Öykü (1989)



Ekin Yazın Dostları İzmir Grubu Yazar Tanıtım Sayfasıdır Ekinİzmir