Gönül Çatalcalı

Gönül Çatalcalı, dünya vatandaşı, Türkiyeli, Egeli, Akhisarlı, Karşıyakalı.

Eğitimci. Yazıları, denemeleri, öyküleri, Kurşun Kalem, Varlık, Beşparmak, Ünlem, Agora, Damar, İzmir İzmir, Afrodisias, Kum, Akköy, Düğüm, Simge Edebiyat, Lacivert, Mavi Ada, Öykü Teknesi, Mühür, Söke Öykü ve Roman, Sincan İstasyonu dergilerinde yayınlanıyor.

Çeşitli öykü ödülleri var. Egeli Kadın Yazarlar Platformu’nun (EKYAZ) Edebiyatçılar Derneği’nin üyesi; Kadın Yazarlar Derneği’nin (KYD) kurucu üyelerinden.

2006 yılında ilk öykü kitabı Hiçbir Şeyin Beklentisi Yom Yayınları’ndan çıktı. İkinci öykü kitabı Yedi Yeşil Fil 2009 yılında İlya Yayınevi tarafından yayınlandı. Hayatında, resmin özel bir yeri var. Zaman zaman tuval olarak kullandığı “taş”ların da...

Edebiyat, ilgilendiği tüm uğraşların en değerlisi. Yok olanı var etmeyi, var olanı dönüştürüp öylece görünür kılmayı, yani yazmayı, kendini kanatırcasına seviyor. Bir kabuk değiştirme yaşıyor edebiyatın karasularında; orada, hayatın içinde ol-a-madığı kadar anarşist, karşı duramadığı kadar protest, dillendiremediği kadar ödünsüz, görünemediği kadar duyarlı, söyleyemediği kadar eleştirel, kendisinin bile farke(d)emediği kadar biriktirici..

Yayımlanmış kitapları
Hiçbir Şeyin Beklentisi (2006)
Yedi Yeşil Fil (2009)
Güvercin Beyazı (2011)
İsimsiZ (2014)

İsimsiZ - Gönül Çatalcalı

Bir insanın hikâyesi, aynı zamanda “öteki”lerin de hikâyesi midir?
Kelebek etkisi hangi okyanuslarda hangi dalgalara neden olur?
Hayaller çalınabilir mi? Sevginin tarifi nasıl yapılır?
Aynanın iki yüzünü aynı anda görmek olası mıdır?
Bir ölüm kaç kişiye dokunur da geçer?

İmdi,
Dikensiz gül bahçesi bekleyenlere bülbülün çilesini anlat. Sabaha dek yürekten özsuya karışan kanı… Azar azar, her an biraz daha tükenerek, nağme nağme yok oluşu, sızılı… Kim ki yürekten sevmez, ona dememeli / bu meseli.

Kim ki anlamak istemez, o ne güldür ne diken…
Soğumaya durmuş iklimde kıvılcım aramak yaz güneşinden, dilden dökülmeyeni ötekinin anlamasını beklemek kadar boş. Öyleyse ağustos böceği mi olmak gerek, bin im bırakmaktansa orman yoluna ekmek kırıntılarıyla. Hangi kulak duyarsa, hangi bedene ait.

Geçmişin yükünü, seni var edenlerin kösnül ağırlığını sırtında taşımak nasıl bir eziyettir ki masumiyeti çiğner geçer. Aklın sınırları zorlanmaya, gizler kılıfından çıkmayagörsün. İşkencedir en eğlenceli oyun…

Güncel olanla geçmişte kalan sarmalındaki okurun, alışılmadık bir anlatım, şaşırtıcı, dahası çarpıcı bir kurguyla, olayların içinde yaşıyormuşçasına hikâyeye dâhil olacağı bir roman: isimsiZ…
 


Batı Haber Gazetesi, sayı 37

“Geçmişini, geleceğini ağır bir yük gibi taşıyan tüm kadınlara” adanmış
bir roman,
isimsiz…

Yayla BOZTAŞ 
      
Gönül Çatalcalı’nın isimsiZ’i aslında öylesine isimler içeriyor ki içinde… Daha önsözü okuduğunuz zaman, elinizde tuttuğunuz bu kitabın öyle sıradan bir roman olmadığını, size çok özel duyumlar vadettiğini düşünmeden edemiyorsunuz. Anlıyorsunuz ki roman yazma isteğinin zorla güdülediği tümce yığılmaları,  parıltılı söz oyunları, özensiz tanıtımlar, ayaklarının üstüne basmayan, kitap sayfalarında boşlukta gezinen (ya da koşturup duran) kişiler yok bu romanda. Aksine okur, betimlenen her durumu, tanıtılan her kişiyi,  öylesine yakından duyumsuyorsunuz ki onların duygularıyla hemen örtüşüyor, kahramanları çok çabuk benimsiyorsunuz. Roman karakterlerinin yaşadıklarını okuyup iliklerinize kadar ürperiyorsunuz. Onları, eleştiriyor, merak ediyor, suçluyor, haksız buluyor ama seviyorsunuz. Bütün karakterler öylesine gerçekçi verilmiş, hiç yadırgamadan romanın sonuna değin onlarla yaşıyorsunuz. Yani İsimsiZ sizi sıkıca yakalıyor, elinizden bıraktığınızda ayrılık, özlem, merak duygularınız öne geçiyor, parçası olduğunuz yaşamlara geri dönmek istiyorsunuz.


Roman ya da öykülerde kurgulanan olayların çelişmesi, mantık yanlışlarına bulaşıp laf kalabalığıyla kimvurduya getirilerek okuru bıktırması, önemli bir kayıptır eser için.  Okurken mantığa, gerçeğe ters gelen, hiç de basit olmayan kotarılması zor olacak olaylar örgüsünde  “Bu kadar da olmaz!” dedirten hiçbir unsura rastlamamak İsimsiZ’in ayrı bir başarısı.

Değişik yaşamlardan gelen, üstelik her birinin yaşadıkları başlı başına bir roman konusu olabilecek kişilerin isimsiZ’in sayfalarında bu kadar yakın, içten ve mantıklı buluşması, kurgunun sağlamlığının bir ölçütü.

Başlangıçta çok tanıdık, şaşırtmayan, sıradan olaymış gibi başlıyor İsimsiZ.  Birkaç sayfa sonunda sıradanlık, gizemli bir boyut kazanıyor, ilerledikçe olaylar yön değiştirip farklı bir biçim aldığında bile gizemin dozu azalsa, yer yer şaşırtsa da sürüyor. Bir orkestranın eserin prelüdündeki bir temi, ilerleyen bölümlerde değişik tınılarda yenilemesi gibi aynı merak duygularını yaşatıyor okuyana. Yani kitabın ilk sayfalarından sonunu kestirmek gibi sıkıcı, sarsıcı bir bıkkınlığa düşmüyorsunuz.  O zaman sona ulaşmak için isteğiniz artıyor, kitabın çok kısa sürede okunup bitirilmesinde, akıcılığında önemli ve olumlu bir etken.

Kitapta beni çok etkileyen metinler, daha önce rastlamadığım, bölüm bitiminde ya da yazarın uygun gördüğü aralarda karşınıza çıkan “ARASÖZ”ler…

“Bir dalın kırılması…
     “Çıt” sesiyle ikiye bölünen beden, parçalanan umut, dile ulaşamayan söz, boğazda safra, yürekte kördüğüm…”

Öylesine güzel, duyarlı, isteyene ne düşünüyorsa onu hissettiren bölümler… Daha sonra RASÖZ, ASÖZ, SÖZ, ÖZ ve sonunda Z’de biten.  Acaba İsimsiZ’in “Z” si mi diye düşünmeden edemiyor insan. Bir okumayla geçiştirilmeyecek kadar güzel, yinelenince daha bir anlam kazanan, düşündüren, gülümseten, duygulandıran şiirsel tümceler. Zor bir problemin sonucunu bulduğunuzda, çok sevdiğiniz bir şiiri hiç şaşırmadan ezbere okuyabildiğinizde, buğulanan bir camı sildiğinizde duyduğunuz sevinç gibi, içinizi ısıtan, zekice kurgulanmış, yer yer esprili tümceler.  Bu da elinizdeki kitabı sıradan bir roman olmaktan çıkaran, özgünlük, özenlilik özellik taşıyan bir yapıt olduğunun diğer bir kanıtı. Sanatsal olmayı sözcükleri eğip bükme sananlara inat arı, duru anlaşılır bir dil de okura başka bir armağan…

İsimsiZ, Gönül Çatalcalı’nın ilk romanı olmasına karşın çok başarılı. Değindiği konularda vermek istediği iletileri, slogan söyleme ve didaktizme düşmeden incelikle sezdirmesi, roman kişilerini çok doğru irdeleyip hiç yanlışa düşmeden ete kemiğe büründürmesi okuyucunun şansı. Boş zamanlarımda kitap okurum diyenlerin okuyacağı bir roman değil İsimsiZ. Zamanını hep güzel edimlerle doldurmak isteyenlerin okuyacağı, okurken düşüneceği bir kitap var elimizde. Nice bilinçli okurlarla buluşmasını dileyerek…

VATAN Kültür Sanat


“Geçmişini, geleceğini ağır bir yük gibi taşıyan tüm kadınlara...”

Usta öykücü Gönül Çatalcalı ilk romanıyla, karşımıza bugüne dek alıştığımız roman anlatı evreninden farklı bir biçimde çıkıyor. Geçmişten bugüne bir bağ kurarak günümüz insanının bölünmüş kimliğine vurgu yapıyor. “Söz”ünü söylerken kullandığı dil, kitabın şaşırtıcı kurgusu isimsiZ’i bir başka yere taşıyor. Psikolojik derinlikler barındıran romanın konusu ve olayların örgüsü, okuyucuyu metnin içine hapsediyor. Nefes almadan bir kerede okunası kitaplar arasına girmeye aday olan isimsiZ, okuru kuşatıyor, romandaki “büyük giz”in peşinden sürüklüyor, yürekte vurgun etkisiyle sarsıyor... Üstelik yazınsal bir metin olma özelliğinden bir şey yitirmeden...

Gönül Çatalcalı’dan isimsiz üzerine birkaç söz...

Kendine kıvrılmış gül. Rengi dönmüş, ne beyaz ne de kül. Kıyıda ve kında. Tutulduğu anda kuyruk bırakan bir kertenkele. Kaygan ve git gide solmakta. Kapkara gecelerde ve göz kamaştıran gündüzlerde, sarı sıcak yazlarda ve buz mavisi kışlarda, don tutturan soğuklarda ve dahi toprak çatlatan sıcaklarda; sesten, soluktan ırak kuytularda, gözden aşırı kuyularda. Kalın bir şal örtüverdi üzerine, nereden çıktığı belli olmayan isimsiz, büyülü bir rüzgâr. Siyahtı gözleri, dalgakıranlardan aşmış. En masum, kapılarını araladı sımsıcak renklerin hazan. Su çağıltısıydı sesler önce, ardından şelale gürültüsü, kopkoyu mavi. Hangi yana çevrilse dehlizdi. Hangi dönemeçten evrilse giz.

Hangi yandan baksan kırmızıydı. Hangi yaradan aksa kırmızı.

Diğer kitapları
Hiçbir Şeyin Beklentisi
(2006)
Yedi Yeşil Fil
(2009)
Güvercin Beyazı
(2011)
       

Diğer kitapları üzerine yazılanlar

Güvercin Beyazı üzerine bir yazı

KARŞIYAKALI BİR YAZAR
ÖYKÜ DİLİNDE YETKİNLİK VE GÖNÜL ÇATALCALI ÖYKÜSÜ

Bahri KARADUMAN

Yaşamın sıcaklığını içimizde duyumsadığımız bir türdür öykü. Bireysel gerçeğimizle çoğu kez bire bir örtüştüğü gibi toplumsal duyarlığa, ülke gerçekleri üzerinde düşünmeye de çağırır bizi. Kısa soluklu oluşu yoğun bir anlatımı gerektirir. Sık dokulu bir tür oluşu da öyküyü diğer türlerden ayıran önemli bir özelliktir. Yazınsal birikim ve ustalık gerektirir. İnsan düşüncesinin ve belleğin en ince kıvrımlarına inebilen öykü ustaları, okurun kendisiyle yüzleşmesine, geçmişiyle de hesaplaşmasına olanak sağlar. İçinde yaşadığı toplumdan kesitlerle irdelenen insan yaşamı, bir yerde bireyin geleceğini biçimlendirmede de ona yardımcı ve yol gösterici olur.

İlk öykü kitabı Hiçbir Şeyin Beklentisi(*) ile okur karşısına çıkan Gönül Çatalcalı, özellikle kadın sorunsalını alışılmışın dışında ve çok katmanlı bir gözlemle ortaya koyan öyküleriyle dikkat çekmişti. İkinci kitabı Yedi Yeşil Fil(**) birçok yazın sevdalısına “öyküde yeni bir usta geliyor” dedirten bir yapıttı ve içindeki öyküler, Gönül Çatalcalı okurunun oluşmasını sağladı. Bunun en önemli nedeni yazar, ezilmiş, horlanmış, umarsız, çoğu kez de bilinçsiz kadını değil; toplumda dimdik durabilen, varlığının ve cinsel kimliğinin bilincinde olan onurlu kadını anlatılıyordu ve bu öyküler çok sevildi, beğenildi.

İlk öykü kitabı Hiçbir Şeyin Beklentisi(*) ile okur karşısına çıkan Gönül Çatalcalı, özellikle kadın sorunsalını alışılmışın dışında ve çok katmanlı bir gözlemle ortaya koyan öyküleriyle dikkat çekmişti. İkinci kitabı Yedi Yeşil Fil(**) birçok yazın sevdalısına “öyküde yeni bir usta geliyor” dedirten bir yapıttı ve içindeki öyküler, Gönül Çatalcalı okurunun oluşmasını sağladı. Bunun en önemli nedeni yazar, ezilmiş, horlanmış, umarsız, çoğu kez de bilinçsiz kadını değil; toplumda dimdik durabilen, varlığının ve cinsel kimliğinin bilincinde olan onurlu kadını anlatılıyordu ve bu öyküler çok sevildi, beğenildi.

Güvercin Beyazı(***) Gönül Çatalcalı’nın üçüncü öykü kitabı. Yazar başlangıç yazısında “insana dair her şeyi, kısaca hayatı” anlattığını belirtiyor. Sonraki sayfada “Yaz kızım Gönül, yaz…” diyen Dinçer Sezgin’in sesini duyuyoruz. Yazar, çok büyük bir değerbilirlik örneği göstererek onun için yaz tatili olmayan bir okul, diye nitelediği “Nevzat Süer Sezgin ve Dinçer Sezgin” evinin yazarlığı için önemini vurguluyor. Bu değerli iki insanın yüreklendirmelerine, eleştirilerine teşekkür ediyor. Bu sözlerle duygulanıyor insan. Sanat ortamında vefa, ustalığın önemi, yol göstericiliğin erdemi etkiliyor okuru.

Yapıt kırk öyküden oluşuyor. İçlerinde minimal öykülerin de olduğu bu öykülerde en çarpıcı özellik, yazarın Türkçeyi kullanma gücü ve dildeki yetkinliği. Herkesin “beyaz güvercin” diye kullandığı tamlama “güvercin beyazı” olarak karşımıza çıkıyor; hem de kitap adı olarak. Sözcüklere egemen bir yazar Gönül Çatalcalı. Tümceler öykü dilinin gerektirdiği uzunlukta. Yer yer çarpıcı kısa, yalın anlatımlı tümceler de var. Söylediklerinden söylemediklerini de anlamamızı beklediği çok ustalıklı tümceler bunlar. İçerik-kurgu bütünleşmesinde sözcük seçimindeki ustalığı tartışılmaz bir gerçek. Dildeki kıvraklık, ele aldığı konunun kuru bir gözlem yığını olmasını engelliyor. Titiz çalışmasıyla yaşam ayrıntılarından alışılmışın dışında öyküler çıkaran Çatalcalı, beklenmedik sonlarla da okuru hayli şaşırtıyor. Özellikle etkili bir iki tümceyle çok başarılı çözümlemeler yaparak; öyküyü uzun ve sıkıcı söyleyişlerden kurtarıyor.

Yazar, genellikle büyük kent içinde yaşayan bireyin gerçeğini, sosyal gerçeklik içinde vererek, bireyselle toplumsalı iç içe işleyebilme başarısını göstermiş. Türkiye için doğru saptamalarda bulunarak bizi bize anlatıyor. Gönül Çatalcalı’nın gönlü de kafası da insanın, özellikle kadının, erkek egemen toplumda insanca yaşamasından yana. Bu nedenle “insan” olma onuru ve “emek” kavramlarının saygınlığı onun vazgeçilmezleri. Bu inanç tüm topluma yayılmadıkça insanca yaşam olası değil. Bu uğurda Gönül Çatalcalı ne denli direnir, neler üretir, bilinmez; ama öykü okurunun yazarın yeni yapıtlarını bekleyeceği kesin.

Üç öykü kitabıyla yazın dünyamızda haklı bir yer edinen Gönül Çatalcalı’ya -gelecek yıllarda nice yetkin öykülerini okuyacağım inancıyla- çok sayıda kitapla bezenmiş uzun soluklu bir yazarlık yaşamı diliyorum. 

(*) Hiçbir Şeyin Beklentisi/ Yom Yayınları/ 119 s.
(**) Yedi Yeşil Fil/ İlya İzmir Yayınevi/ 127 s.
(***) Güvercin Beyazı/ Pupa Yayınları/ 168 s.
Yedi Yeşil Fil - Arka kapak yazısı


Feyza Hepçilingirler

Tanıdığımız, bildiğimiz, hiç değilse bir yerlerde karşılaştığımız küçük insanların pek de bilmediğimiz büyük dünyalarından renkli ayrıntılarla dokunmuş kesitler sunuyor Gönül Çatalcalı.

Bütün öykü kişilerini kendilerince konuşturup düşündürdüğünden ekmek parası için çalışan, temiz, onurlu insanların evlerine, işyerlerine konuk edildiğimizde yabancılık çekmiyor; bir süreyi onlarla birlikte geçirirken ruhlarının derinliklerine iniyor; iç dünyalarını dokuyan en ince telleri görüyoruz. Anlattığı dünyalar kadar duru bir dille yapıyor bunu; su gibi akan bir dille…

Her öykünün sonunda bir sürprizin bizi beklediğini bilmenin heyecanıyla soluk soluğa okunuyor öyküler. Kimi bir gülümseyiş bırakıyor ardında, kimi buruk bir hüzün…
"Hiçbir Şeyin Beklentisi" sohbeti

Veysel Çolak: On altı öyküden oluşan kitabınıza Hiçbir Şeyin Beklentisi adını koymuşsunuz. Hüzün dolu bir sesleniş… Bir bitiş noktası sanki… Öykülerinizin içeriğini bu adla örtüştürebilir misiniz?

G. Çatalcalı: Hiçbir Şeyin Beklentisi, bir öykümün adı. Dilerseniz bu tamlamayı açalım biraz. Hiçbir şeyi beklemek, yani bir şey beklememek. İlk bakışta ‘ beklentisizlik’ gibi görünüyor. Dediğiniz ya da çağrıştırdığı gibi, bir ‘son’, ‘bitiş noktası’… Ama öyküyü okuduğunuzda öyle olmadığını görüyorsunuz. İnsanların karmaşık da olsa, basit de olsa, pek çok beklentileri var hayatta. Adı geçen öyküde vermek istediğim, beklentilerin beklentisizliğe dönüşüverdiği ‘an’lar. Ulaşıldığı anda ya da değişen bir koşulda hemen değer yitimine uğrayan düşler… İnsan doğasının, bencilliğinin gereği belki de…

İnsan sadakatsizliğinin, elde edilenleri tüketme kolaycılığının bir örneği olarak da ifade edilebilir… Bu anlamda hüzün dolu bir sesleniş ama umutsuz değil… Bu adla öykülerimin içeriğini örtüştürmek değil de, genel olarak insanın hayata bakışına, duruşuna nasıl eğildiğimin bir ön açıklaması olabilir belki yorumu. Yaşamın hüzünlü yönlerini göstermek istedim ama umutsuz yanlarını değil.

Dikkat edilirse bitti sanıldığı yerde filizlenir bazı öykülerim, oralardan boy vermeye başlar. Bu anlamda bir bitiş noktası değil, hayatın akışı içinde kaldığı yerden yeniden yola koyulmaya hazırlanmalardır öykülerimin temel izleği.

Veysel Çolak: Bu bağlamda yaşamla yüzleşmek için yazdığınız saptamasını yapmak doğru olur mu? Neden yenilginin tadını çıkartıyorsunuz öykülerinizde?

Gönül Çatalcalı: Yazmayı uğraş edinen kim yaşamla yüzleşme gereğinden kaçabilmiş ki? Saptadığınız gibi tam da bunun için yazıyorum. Yenilgiler, kırılgan insanlar, ölümü tek çıkar yol olarak görenler, işkenceyi önce hafife alıp sonra minicik damlacıklara yenik düşenler, örselenmiş deniz kızının duyarlıklarını resme yansıtıp onun sesi olanlar, uçurumun kıyısındakiler, gençliğe, sıradanlığa imrenen ölümsüz, tapınılası bir diva, parçalanmış bir aşkı birleştirmeyi reddeden bir vapur. Bunların tümü bizden, yaşantılarımızdan kopan parçalar değil mi?  Hayal kırıklıkları, düzeltilemeyen geçmiş, onarılamayan çatlaklar… bıçak sırtlarında verilen kararlar… Benim yüzleşmeden anladığım, dillendirilmeyen küçük duyarlılıkların söze dökülmesidir.

Yenilginin tadını çıkarmaya gelince… Dilerseniz başka bir yerden bakmayı deneyelim.‘Yenildim!’ diyebilmek de bir üstünlük belki… Bunu kabullenebilmek de. Dünya edebiyatı ölümü seçmiş yazarlarla dolu. Kim söyleyebilir onların yenildiklerini? Yani yenilgi sözcüğünü kaybetmek anlamında düşünürsek. Siz Veysel Hocam, ‘yazmak silmektir’ dersiniz… Yenilginin güzelliği de belki böyle bir silme işlemi… Yaşamlar büyüteç altına alınacak olursa, seçilen ölümü yeni bir bilinçli var oluş gibi görebilmek de mümkün… Yaşamın silinip yerine ölümün konması… Virginia Woolf cebine doldurduğu taşlarla nehrin ortalarına ilerlerken, yaşama pes etmiş bir kadın mıdır? Onun kaybettiğini söyleyebilir miyiz? Kendini kabul ettirmiş -hem de bir kadın- yazarın doruktayken her şeyi bırakıp, elinin tersiyle itip de çekip gitmeyi yeğlemesi… Bu, intiharı yücelttiğim, onayladığım gibi de görülmemeli. Ama bazı özel yaşamlar bu açıdan farklı bir gözle incelenebilir. Ötenazinin uygulanabilir olduğu durumlar gibi. Farklı Bir Sevk adlı öykümdeki istifa eden memur, yeniliyor onuruna evet ama odadan ‘işsiz’ bir insan olarak çıkarken, bu yenilgi onu edilgenlikten kurtaran, nefes almasını,  koklamasını, duymasını sağlayan bir utkuya dönüşüyor. En Uzun Gece’deki bedensel özürlü kişi yenilgi dediğiniz ölümü seçerek mutluluğu bir kır çiçeğinin yanındaki mezarda yatmak olarak görüyorsa hayat belki de tam o karar aşamasında başlıyor kendisi için…  Az önce de belirttiğim gibi, kuruma noktasında filizlenen dallar, evet bunlar da yenilginin tadı olmalı dediğiniz gibi…

Veysel Çolak: 1990’dan sonra, özellikle yeni öykücülerde öykünün birikegelen bilgisi, iyice kullanılmaz oldu. Bu yeni bir öykü anlayışı da getirmedi. Bu yönelme, yazılan öyküleri düşünce yazılarına iyice yaklaştırdı. Öykü adına deneme tadında yazılar yazılmaya başlandı denebilir. Siz bu tuzağa düşmüyorsunuz. Olay ( klasik vak’a) ve kesit öykü anlayışlarından eşit oranda yararlanıyorsunuz. Bu girişim, Türk öykücülüğüne bir katkı sayılabilir. Bu anlayışınız, günümüz öykücülüğüne bir itiraz sayılabilir mi? Bu bağlamdaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim.

Gönül Çatalcalı: Bu, sormanızı beklediğim ama yanıtlaması bir o kadar da zor bir soru. Klasik öykü tanımının dışına taşan, deneme tadındaki yazılara dönüştü öykü diyorsunuz. Sanırım bunu bir kolaycılık olarak algılıyorsunuz. Ben böyle düşünmüyorum. Edebiyatın daha doğrusu sanatın her alanında olduğu gibi, öyküde de deneysel çalışmalar yapılıyor, var olan bilgi parçalanıyor,  denebilir ki yazarın ekleme ve çıkartmalarıyla yeniden biçimleniyor. Kurgunun parçalandığı, izlek bütünlüğü olmayan, katmanlı öyküler çıkıyor ortaya… Eğer bunu kastediyorsanız kanımca, bu yeni yazma biçimlerini denemek, kalıplardan kurtulmak, süregelenlerden farklı öyküler oluşturmak, bir arayış içinde olmayı gerektiriyor. Bence Türk öykücülüğünü evrenselliğe taşıyacak olan bu çeşitleme ve arayışlardır. Elimizdeki Ömer Seyfeddin’den, Sait Faik’ten gelen birikimi yok saymak değil de çeşitlemek, eklemeler yapmak, kapılar aralamak yan yollar açmak, açmaya çalışmak olarak görüyorum bu biçimsel ve izleksel arayışları.  Bir sorun olarak ortaya konmamalı bence. Bu bir kolaycılık değil, bir risk aslında. İnsanların okumadığı bir toplumda, onları düşünmeye, parçaları bütünleştirmeye, beyinleri zorlamaya yöneltecek öyküler yazmak., aynı zamanda da cesaret işi. Aslında sorun edilmesi gereken başka bir konu var. Edebiyat dergilerinde bu bağlamda yapılan tartışmaları da izliyorum. Usta çırak ilişkisinin bittiği  (yaşamın her alanında olduğu gibi) , gençlerin okumadan yazdığı,  iç dökmelerinin anlatıldığı karamsar metinlerden oluşan, konuşmasız, suskun bir öykü anlayışından söz ediliyor. İşte sorun budur bence. Okumaların olmadığı, birikimlerin önemsenmediği, bencil, hayattan kopuk, insansız, ben anlatıcının tutsağı  olan, kendini önemseyen ve önceleyen  öyküler .
Benim öykülerime gelince, olay ve kesit öyküsü anlayışından yola çıktığım, her ikisinden de yararlandığım doğru. Çünkü benim beslendiğim, sevdiğim, yöneldiğim kaynaklar da böyle bir anlatıyı gösteriyor bana. Bir de ‘yazar bilgiyle yola çıkar, sezgiyle yol alır’ sözünü Hasan Ali Toptaş’ın bir söyleşisinde okumuştum ve kendime çok yakın bulmuştum bu açıklamayı. Sezgilerim hep öykünün bir yerlerinde gerilimi artırmamı imledi. Merak duygusu, düğüm dediğimiz o beklentili durak, ondan sonra yavaş yavaş verilen derin bir soluk… Bu dizgeyi, hatta sürprizli bitişi çok önemsedim. Ama itiraf etmeliyim ki çok parçalı, kurguyu kıran, farklı izleklere yönelen öyküler yazmak, yazabilmek isterim ileride.

Veysel Çolak: Öyküleriniz bir şiir kadar kurgusal olsa da, yaşamdan ve onun türevlerinden koptuğunuz söylenemez. Olay, olgu ve durumları ustaca kurguluyor, ve birinden diğerine rahatça geçebiliyorsunuz. Resim yaptığınızı bildiğim için de rahatça sorabilirim: resimdeki renklerin kurgusu ile öykülerinizdeki kurgular arasında bir özdeşlik kurabilir misiniz? Öyküde kurgu konusunda neler söyleyeceksiniz?

Gönül Çatalcalı: Güzel sanatları, hiçbir dalını ötekine yeğlemeyecek kadar çok önemsiyorum. Tüm sanatların birbirinden etkilendiğini, daha doğrusu beslendiğini, beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kanatlarınızın, kollarınızın açılımı ne kadar geniş olursa, ne kadar çok sanat dalını kucaklayabilirseniz, bunun edebiyata yansımalarının varsıllaştırıcı bir özellik olduğuna inanırım. Edebiyatın hammaddesi olan sözcükleri çok önemsediğim gibi resmin belki de tek ve sınırsız olanaklar taşıyan malzemesi olan renkleri de o denli önemsiyorum.  Duyguların renkleri olduğuna inananlardanım. Resimde renkten renge geçiş, ara renkler, kontrastlar yerli yerinde kullanılırsa, hiçbir şey anlatmadığı söylenen soyut resim o kadar çok şey söyler ki izleyene. Buradan öyküye geçersem, konuyu ne kadar arıtır, soyutlarsanız soyutlayın o renklerdeki geçişler gibi olaylar ve durumlar arasındaki geçişlerin de ustalıkla sağlanması durumunda sağlam bir öykü inşa edileceğini düşünüyorum.
Konu ya da olay ne olursa olsun kurgu, izlek birinci plandadır öykülerimde. Semih Gümüş, ‘gerilimi kışkırtan öğedir izlek’ der. İster olay ister kesit öyküsü olsun, öykü aynı izlek çerçevesinde resimsel bir akış izlemelidir bana göre. Tabloya bakan bir süre orada kalmalı, öteki resme geçtiğinde birinciyi unutmamış olmalıdır. Öykü için de aynı durum söz konusu. Bir önceki öykü- resim, bellekten kolayca silinmemelidir. Bunu sağlayacak olan da resimsel öğelerin iyi kullanılmış olmasıdır. Kesit öykülerinin de kendi iç dinamikleri, sürükleyicilikleri, merak unsurları bulunur. Olay öykülerindeki heyecan yoktur onlarda ama yine de yaşamın kendisidir anlatılan. İçinde kendi derinliğini barındırmasıdır onları değerli kılan, heyecan yaşatması değil. Aktaracağınız bir olay yoktur elinizde ama ağızda kalan tadlar, gözlere yerleşen renkler yabana atılmaz. İster olay ister kesit öyküsü olsun, her öykünün sağlam bir kurgusu, tasarlanmış bir alt yapısı ve özenli bir dili olması gerektiğine inanıyorum.  

Veysel Çolak: Okuyucuyu öykülerinizin dışındaki başka kültürel alanlara gönderdiğiniz oluyor. Özellikle ‘ Sular Çekilince’ adlı öyküde, ‘Zeus, Olympos, Hades, Akhilleus, Eros, Kassandra, Apollon,  Hektor’ adları geçiyor. Bu mitolojik adların her biri onlarca öyküyü içeriyor. Bunlar bilinmediğinde okuyucuda bir anlamlandırma sorunu oluşur gibi görünüyor. Başka bir öyküde Orhan Veli’ye açıyorsunuz kapınızı. Bu tutumun sıradan okuyucu için bir sorun oluşturacağı düşünülebilir mi? Daha düz bir yaklaşımla aydınlar (entelektüeller) için yazdığınız söylenebilir mi?

Gönül Çatalcalı: Önce ‘sıradan okur’ un kim ya da kimler olduğunu düşünelim. Bir kitabı seçip eline alan, onun dünyasına girmek isteyen herkes bir okurdur, sıra dışına çıkmıştır, okumayanlardan ayrılır o kesim. Oradan bakmak gerek. Saptamayı böyle yapınca, yeni okumaların, yeni öğrenmeler getirmesi kaçınılmazdır. Geçen yıl Virginia Woolf’un Günce’sini okumuştum. Yazmalarından çok, okumalarından söz ediyor Woolf… Şhakespeare, ilkçağ filozofları, çağdaşları… İngiliz edebiyatının en güçlü yazarlarından biridir Woolf… Yalnızca bu örnekten yola çıkarak bile, öğrenmenin herkes için hiç bitmeyen bir gereksinim olduğunu görüyoruz. Gelelim öykü okuyucusuna… Eğer bir öykü başka öğrenmelere kapı aralıyorsa, daha da büyük bir işlev kazanıyor demektir. Kaldı ki sözünü ettiğiniz Yunan mitolojik kahramanları… Medya, filmler, hatta çizgi filmler, bilgisayar oyunları, sayesinde Hades, Zeus, Eros, Apollon, Hektor, Akhilleus, hiç yabancı değil artık insanlara, hatta çocuklara… Salt isim ya da karakter olarak bile olsa. Okur Kassandra ile Apollon’un neden küs olduklarını merak ediyorsa bir mitoloji sözlüğünü açar, öğrenir. Zaten bu saydıklarımız bilinmediğinde, öykü okunur olmaktan çıkmıyor, çünkü öykü onlar üzerinden temellenmiş değil. Kaldı ki yeni bir öğrenme gereksinimi duyan bir okur da şanslı bence. Bu anlamda kime yazdığıma gelince, ‘yetişkinlere’ diyorum. Belli bir okuma disiplini geliştirmiş, okumayı keyif ve alışkanlık haline getirmiş kişilere, yetişkin adayı gençlere…

Veysel Çolak: Öykülerde noktalama imlerinin kullanılışı da dikkati çekiyor. Öylesine ki, her noktalama imi, üstlendiği görev bakımından bir im olmaktan çıkıyor, oldukça anlamlı bir sözcük gibi, yoğun bir anlamı yansıtır duruma geçiyor. Bu açıdan bakıldığında öyküleri biraz da noktalama imleriyle yazdığınız söylenebilir. Noktalama imlerine böylesine görev yükleyip onca güvenmenizin nedenini öğrenmek isterim. Bu imleri kullanışınız gövde dilini ( jest, mimik, ünlem…) karşılamayı amaçlıyor denilebilir mi?

Gönül Çatalcalı: Sevgili Veysel Hocam, noktalama imlerini sözcük olarak kullandığım saptamasını olumlayarak mı soruyorsunuz bilmiyorum ama hangi nedenle olursa olsun dikkatinizi çekmiş olması beni mutlu kılar. Evet noktalama imlerini, özellikle üç noktayı çok kullandığım, ünlemi, ünlemle birlikte soru imini kullanarak şaşkınlık ve boğazda tıkanmış soru anlamını vermeye çalıştığım doğru. Hele verilmeyen yanıtları, suskunlukları, sessiz protestoları tırnak içinde soru imleriyle vermek… Konuşamayışları tırnak içinde sıra noktalarla anlatmak… Evet bunu seviyorum ve noktalama imlerini sözcükler kadar anlamlı ve değerli buluyorum. Hayatın da imlerle dolu olduğunu düşünürüm. Çoğu kez hiç kımıldamadan yalnızca gözlerimizle konuşuruz. Bakışlar sözlerden çok şey söyler bir düşünürsek. Onlara anlamlar yükleriz hiç ayrımında olmadan. Bazen de çat pat birkaç kırık dökük sözcük dökülür dudaklarımızdan. Üç noktalar, söyleyemediklerimiz, ifade edemediklerimiz ya da yutkunduklarımızdır… Sözün bittiği ya da anlamsızlaştığı yerde bakışlar, imler, suskunluklar ve bekleyişler başlar. Öykülerim de bunlarla bezenmiştir zaten. Noktalama imleri sözcüğün bittiği yerde imdadıma yetişen en yakın dostlarım gibidir diyebilirim.

Veysel Çolak: Bir de şunu gözlemledim öykülerinizde. Bazı öykülerinizdeki dil ve anlatımlar  arasındaki farklılık. Örneğin ilk öykünüz olan En Uzun Gece ile son öykünüz Sokak arasında anlatım ve dil farklılıkları var. Ayrı kişiler tarafından yazılmış iki ayrı öykü sanki. Bunun bir açıklaması olmalı.

Gönül Çatalcalı:  Hani her insan yanında öyküsünü de taşır ya, öykülerim de kendi dillerini beraberlerinde taşıyorlar. En Uzun Gece, toplumun ağır bir yarasına parmak basmış, okuyanı hüzünlere sürükleyen bir öykü. Oradaki sessiz başkaldırı, yoksunluk, ele geçen tek yaşama fırsatını kaybediş duygusu ve ölümü arzulayış öylesine yoğun ki, çiçeği böceği anlatabileceğim bir anlatımla bu duyguların verilmesi olanaksızdı. Ölüm yaşamın en büyük bir gerçeğidir ama bazı ölümler daha acıdır ve daha yıpratıcıdır. Öyküdeki birinci ölümün, peşinden ikinci ölümü de getirmesi bu duyguyu katmerlemiştir. Bir evin üzerine çöken ağır yas, o durgun, yoğun atmosfer beraberinde o ağır anlatımı taşıdı.
Sokak öyküsüne gelince, o, eğlenceli, belki de tek eğlenceli öykümdür kitapta yer alan. Birbirini seven, duyarlı aile bireylerinin kiralık ev arayışları. O öykü de öykünün atmosferine, iç dinamiğine uygun bir dille çıkageldi ve onu yazarken çok eğlendim. Konu çok günceldi; her kentte rastlanabilen çok katlı, çok planlı, çok birbirine benzer ve kimliksiz yapıların, sitelerin anlatıldığı ve karşı duruşun sergilendiği bir öykü. Kadının masumca yapılmış hesapları, evin içinde koşuşturan cıvıl cıvıl iki çocuk, köşeye sıkışan koca ve malını pazarlayan emlakçi. Herkesin başka bir yöne baktığı bir öykü ve sonunda galip gelen duyarlılık. O konu ağır bir anlatımı taşıyamaz, didaktik olma tehlikesinden kurtulamazdı. Ancak o dille anlatılabilirdi o öykü. Öteki öykülerimde de konunun ağırlığına göre anlatım ve dil kendi farklılıklarını korumuşlardır. 

VEYSEL Çolak: Öykü, şiir, roman yazmak ve yayımlamak; aslında ortaya bir sav atmaktır. Yani aynı zamanda ‘ öykü böyle de yazılır’ demektir bir bakıma. Buradan bakınca sizin Türk öykücülüğünde yapmak istediğiniz nasıl anlaşılmalı? Yani ürettiğiniz renk nedir?

Gönül Çatalcalı: Evet, yazmak bir anlamda ‘ben de varım’ diyebilmektir. ‘söyleyecek sözüm var’, ‘ ekleme yapmak istiyorum’ demektir. Aynı noktalama imleri gibi… Belki tam da ‘öykü böyle de yazılır’ demek gibi bir iddiası olmasa da ‘ben de bir şeyler söylemek, ama böyle söylemek istiyorum’ demektir. Beni sorularınızla kışkırtsanız da ilk kitabımın ardından büyük sözler sarf etmek, iddialarda bulunmak, kitabımın üzerine çıkmak istemem… Çok değerli yazarlarımız var, benim de bu güne dek onlardan beslenmişliğim… Nehir yatağını doldurdu, akmak istiyor diyelim isterseniz… Yol bulmak, büyük denizlere ulaşan damarlardan, kollardan biri olmak… Eğer yazdıklarımla bir renk getirebilirsem onun hangi renk olduğunu söylemek, saptamak okurlara düşer sanırım.  Bir de, eğer sesim bu ürün bolluğunda birazcık olsun duyulabilirse, eleştirmenler tarafından fark edilirse, onların değerlendirmeleri belirleyecektir bu renkleri.  Türk yazınında Ömer Seyfeddin’den başlayıp Sema Kaygusuz’a uzanan çok renkli bir yol olduğunu düşünüyorum. Belki bu renklerden birinin bir tonu olabilirim şimdilik; ama şimdilik. Resimde sırıtmayan ya da bulunduğu yere yakışan…

Veysel Çolak: Bildiğiniz üzere her sanat disiplini; örneğin öykü, damar damar oluşan bir özellik oluşturur. Bu, var olan öykü kalıtı içerisinde bütünleşmek ve ayrışmak anlamına gelir. Sizin öykücüleriniz kimler? Nedenleriyle söylerseniz bunun oldukça yararlı olacağını düşünüyorum.

Gönül Çatalcalı: ‘benim öykücülerim’ ‘benim öykülerim’den daha hoş geliyor kulağa Yalnızca öykücüler değil, romancılarım, hatta şairlerim var. Beslendiğim damarlardır onlar. Yalnızca öyküyle sınırlarsak, her yıl mutlaka dönüp de okuduğum öyküler, öykücüler vardır. Nereden başlasam… İlk Sait Faik’le başlamak, Haluğun Amentüsü gibidir neredeyse. Sait Faik, her yıl hem de aynı öykülerini döne döne okuduğum bir büyük ustadır. Meserret Oteli, Semaver, Birtakım İnsanlar, Hancının Karısı… Tek satır şiiri aklında tutamayan ben, neredeyse bunların tümünü ezbere bilirim… Beni yazmaya iten ilk yazardır Sait Faik. Nasıl da kolaycacık söylenmiş gibidir bazı öyküleri ama benzerlerini yazmaya kalktığınızda, kaleminizden dökülenler basitleşiverir, ucuz bir versiyon olmaktan öteye gitmezler. Bilge Karasu, sessiz sedasız gelip yerleşmiştir okumalarıma. Göçmüş Kediler Bahçesi, okuyacak bir şey bulamadığım zamanlarda değil, özellikle tekrar tekrar okuma isteği duyarak okuduğum bir kitaptır. Çıktığı yıl almıştım. 1979… Kitap neredeyse lime limedir. Hele ki Alsemender, Usta Beni Öldürsene adlı öykülerini tıkandığım zamanlarda okurum. Onları karşıma koyarak yazma denemeleri yaptım bir zamanlar… Füruzan, beslendiğim bir diğer damardır. Gül Mevsimidir… 1999’da çıkar çıkmaz hemen aldığım Sevda Dolu Bir Yaz… ve bu kitabın aynı adı taşıyan ilk öyküsü. Bütün duyarlıklarıma seslenir Füruzan’ın anlatımı. Ondan ‘bakmayı’ öğrendiğimi söyleyebilirim. Onat Kutlar… İshak, Hadi… Ah bu öyküler… Haldun Taner bence zor bir yazardır ama en etkilendiğim, yazma disiplini edindiğim yazarlardan biridir. Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Ayla Kutlu… Sen de Gitme Triyandafilis, Zehir Zıkkım Hikâyeler… İnci Aral’dan samimiyeti öğrendim. Ağda Zamanı ile tanıdım onu, romanlarını saymıyorum,  Gölgede Kırk Derece’yle, şiirsel söylemiyle Sevginin Eşsiz Kışı’na geldim onunla yavaş yavaş.  Yabancı yazarlardan Cortazar, hep çok önemli olmuştur benim için. İlk okuduğum öykü kitabı Mırıldandığım Öyküler’dir ve sonrası gelmiştir. ‘ keşke dil bilsem de bunları asıllarından okuyabilsem’ dediğim kitapların yazarıdır Cortazar. Ondan öncesinde az daha unutuyordum, Hemingway’ı çok severim. Öykülerine sinen o usul anlatımdan çok etkilenmişimdir. Borges’in adını anmamak asla olmaz. Borges benim için yalnızca bir yazar değil bir rehberdir. Yaşamı bile başlı başına ibret verici bir romandır. Kum Kitabı’nı belli aralıklarla tekrar tekrar okurum. Samuel Becket’in absürt öykülerini severim. Yine bizim yazarlarımıza dönersem, Murathan Mungan, Paranın Cini ile çarpmıştı beni ilkin. ‘sûret’ sözcüğünü bence ilk kullanan, yazdığı yazıya yakıştıran ve Türkçe olmasa da bu sözcüğü güncelleyen odur. Şimdilerde çok kullanılıyor ama bence en çok onun diline yakışıyor. Onun öykülerinden çok metinlerini, anlatılarını severim. Okumakla bitmez Murathan Mungan. Elimin altında bir kitabı hep bulunur.  Ama bir yazar vardır ki beni sürekli yazmaya çağıran, en sevdiğim öykücüdür o. 1982’de Çığlık adlı incecik kitabıyla tanımıştım onu. Ferit Edgü. Onun paylaşımcı ve yazdıran bir yazar olduğuna inanırım. Kısa kısa öyküleri muhteşemdir. Hiçbir kısa öyküsü yoktur ki okuduktan sonra beni masaya oturtup elime kalemi aldırtmasın. Asla ‘onun gibi’ yazmayı denemedim, deneyemedim daha doğrusu. Başka bir tılsımı vardır benim için Ferit Edgü’nün.

Veysel Çolak: Öncelediğiniz temaları belirtirseniz, öykülerinizin amacını da vermiş olursunuz. Bunun oluşturacağı duyarlık, okuyucuyu uyarabilir. Nedir öncelediğiniz temalar, neden?

Gönül Çatalcalı: Öncelediğim temalar, belki klasik bir yanıt olacak ama,  insanın halleri, insanlık halleri, insan gerçeği, insanın var oluşu… En çok da insanın hüzünleri, iç buruklukları,   yalnızlıkları, kıyıları, baş kaldırışları beni ilgilendiriyor. İsteyip de olamadıkları, kursağında kalanlar. Toplumsal ve bireysel duyarsızlıklar.. Baktığımda beni acıtan olgular. Arkama döndüğümde silik ayak izlerini gördüğüm, yere sağlam basamamış, ürkek, korkak ve örselenmiş adımlar ama aynı zamanda onurlu ve ödünsüz. En tepelerdeki, alkışların ötesindeki ‘yalnızlık’. Üretirken tek başına çoğalma… Yani göremediklerimiz.
Nedenine gelince; yaşamın güzelliklerini, gözlenebilen aydınlık yüzünü anlatmaya gerek var mı? Madalyonun tersi, sahnenin arkası,  bir ölümün gerisi, oturaklı, varlıklı takım elbisenin içindeki  güvensiz  ‘ben’, yanıtını geçmişte arayan ‘bu gün’, asık suratlı işkencenin komik yüzü beni hep daha çok ilgilendirdi. Onlar göremediklerimizdir çünkü. Bazı öykülerimde de göremediğimiz güzellikler vardır. Rüzgârlı Bir Baş adlı öykümdeki yaşlı kadın acınasıdır birçoğumuzun gözünde. Çünkü toplumsal kısır ölçütlerimiz, tek tip bakış açılarımız onu o kategoriye koyar. Oysa onun o güzelim iç dünyası, özgür ve dingin ruhu, kendisiyle ve hayatla barışık kişiliği görülmeli, bilinmelidir bence. Bu anlamda madalyonun tersinde acınası değil örnek alınası bir insan çıkar ortaya. Benim göstermek istediğim de budur zaten.

Veysel Çolak: Size son bir sorum daha olacak ama bu soruyu sizin belirlemenizi istiyorum. Kendinize sorulmasını istediğiniz ve yanıtlamayı arzu ettiğiniz bir soru.

 Gönül Çatalcalı: Çok teşekkür ediyorum Veysel Hocam, eğer siz sorsaydınız, yazma konusunda karşılaştığım engelleri sormanızı isterdim. Hemen yanıtlayayım. Yazma konusunda karşılaştığım en büyük engel ZAMAN oldu hep. Günün yirmi dört saat olmasına, bizim de sekiz saat uyumamız gereğine şiddetle itirazım var. Hem insanı öteki canlılardan ayıran yeteneklerle donatacaksın, sanat diye bir gerçeği bulduracaksın insana, üretkenlik vereceksin ve öteki canlılarla aynı zaman dilimlerini sunacaksın. Bu bir haksızlık! İnsan metabolizması ya birkaç saatlik uykuyla yetinmeliydi ya da gün kırk sekiz saat olmalıydı ya da insanlar yalnızca yaşamak, ayakta kalmak için mücadele vermeliydi! Ama ne yazık ki böyle değil. İnsan sanatı doğurdu, besledi, geliştirdi ve onu yeniden yeniden yaratabilmek için ZAMAN ile boğuşur oldu. Kişisel sözlüğünde hiçbir zaman can sıkıntısı, vakit geçirme, zaman öldürme gibi kavramlar olmayan, bu duyguları hiç tanımayan bir kişi olarak, üretmeyi hep çok sevdim. Günde üç öğün yemek yeme alışkanlığından daha doğrusu gereksiniminden nefret ettim. Bir kadın olarak ‘yemek tabletleri çıkarsa ilk alacak kişi ben olurum’ derim hep. Konuştuklarım da hep ‘ah olur mu yemek kültürü denen bir şey var’ diye yanıt verirler. Bu ironik bir istem elbet… Yemek yemeyi sevmeme, sofra sohbetlerinden keyif almama karşın, mutfağın öğütücülüğünü, zaman hırsızlığını gün be gün yaşadığımdan olsa gerek yemeğe karşı bu düşmanca tutumum. Zamansızlık en büyük engelim oldu. Bir yerlere yetişmek zorunda olmak, gözünüzün sürekli saate takılması, yaratıcılığın en büyük baltalayıcısıdır bence. Uzun uzun zamanlarım olsun isterdim, nerede sonlanacağını düşünmediğim, aklımın yalnızca yazdıklarımda ya da ürettiklerimde olduğu.. Didiklenmemiş zamanlar. Resim için de böyle. O da sizden bölünmemiş, çalınmamış zamanlar istiyor. Ama yazı; onun kesintisiz zaman dilimlerine gereksinimi var. Bütün edebî disiplinler gibi. Aynı zamanda kocaman bir çelişkiyi de barındırıyor varlığında. Hayatın çok içinde olmayı buyuruyor önce edebiyat sonra okumayı, beslenmeyi, sonra da yazı masasını imliyor size! İşte o noktada ZAMAN engeline takılıyorsunuz. Herkesle baş edebiliyorsunuz bu yolda ama ZAMAN denen o soyut engeli aşamıyorsunuz. İnsanı, yaratısını bir başka zamana ertelemekten daha çok ne üzebilir, yıpratabilir ki? Zaman, yaratıcılığın önündeki devasa bir duvar ya da içine düşünce boğulacağınız su dolu derin bir hendektir diyorum ve hep öyle olmuştur benim için. Bana zamanla cengimi ve zamansızlığa düşmanlığımı açıklama fırsatı sunduğunuz için size teşekkür ediyorum sevgili Veysel Hocam.   

Veysel Çolak: Öykülerinizi çok sevdim, henüz yazmadığınız öykülerinizi sevdiğim gibi. Umarım kitabınız ‘Hiçbir Şeyin Beklentisi’ fark edilir. Bunu hak ediyor çünkü.
Sevgili Gönül Çatalcalı,  zamana karşı yarışın hep devam etsin, edebiyat dünyasına ‘öykülerinle hoş geldin’ demek isterim bu söyleşiyi sonlarken…

VEYSEL ÇOLAK
10/  03 / 2006


Güvercin Beyazı Üzerine…

Hayatın sesi ile iç sesinizi buluşturun!
Meltem U. RUSCUKLU

Güvercin Beyazı’nı elime alıp kapağını açtığımda, beni farklı bir okuma serüveninin beklediğini hemen anladım. İlk dikkatimi çeken, kitabın girişinde yer alan Gönül Çatalcalı’nın yazma serüvenini konu edinen özgeçmişi oldu. Çatalcalı, kendisi için, “Dünya vatandaşı, Türkiyeli, Egeli, Akhisarlı, Karşıyakalı, eğitimci” diyor. Birkaç sayfalık açıklamadan daha açıklayıcı bir cümle...

İlk öykü için hazırdım artık. Hissediyordum: “Lezzetli bir kitap” ile karşı karşıyaydım. “İçindekiler” sayfasını sabırsızlık göstererek hemen atladım. Bir anda kendimi iyi bir kısa öykünün vereceği hazzı barındıran bir metin ile karşı karşıya buldum. Çatalcalı, “Başlangıç İçin” diye bir başlık koymuş ve öyküleri ile arasındaki o görünmez bağ üzerine kısacık bir metin kurgulamış. Tabii ki buraya metni alıp merakınızı öldürmeye hiç niyetim yok. Ancak şunu söylemeliyim ki bir an önce öykülere geçmek için kışkırtıldığımı hissettiren bir sayfaydı.

Sayfayı gülümseyerek çevirdim. Tamam, işte ilk öykü. Okulev. “Ah, tam benlik bu kitap” demem için bu başlık yetti de arttı bile! Ancak bir solukta okuduğum metin öykü değildi. Bir paragraflık, tek kelime ile nefis bir sunu yazısıydı. Sevgili Dinçer Sezgin ve Nevzat Süer Sezgin ile göz göze gelmiş gibi hissettim kendimi.

Yazımın girişinde farklı bir okuma serüveni yaşayacağımı vurgulamıştım anımsarsanız...  Beyaz Güvercin’in ilk öyküsü “Hokkabaz” bu kanımı pekiştirmekle kalmadı, beni “durdurdu”! Evet, dört satırlık kısacık öyküyü bitirdiğimde elimdeki kitabı kapatıp arkama yaslandım. Hani, çikolatayı ağzınıza atıp ağır ağır çiğnemeye başlarsınız... Harika bir tat yayılır damağınıza, gözlerinizi kapatıp hiç bitmesin istersiniz. Aynen öyle.

Her zaman söylemişimdir; iyi bir metin insanda yazma isteği uyandırır. Hiçbir Şeyin Beklentisi ve Yedi Yeşil Fil’den sonra Gönül Çatalcalı’nın üçüncü öykü kitabı olan Güvercin Beyazı, bu bağlamda övgüye değer bir yapıt. Bir an önce okuyup bitiririm diyorsanız, yanılırsınız. Ağır ağır, tadına vara vara okunuyor.

Kitaptaki öykülerin bir bölümü,  özellikle Anglo-Sakson edebiyatında belli bir ağırlığı olan, ülkemizde ise çok sık rastlanmayan kısa öykü türünde. Yazar, uzun öykü olarak nitelendirebileceğimiz çalışmalara da yer vermiş.

Gönül Çatalcalı’nın yazarlık serüvenine büyüteç tuttuğumuzda, “insan”ı daima öykülerinin odağına aldığını görüyoruz. Bu yapıtında da durum değişmiyor. Çaresizliği, sevinci, umutsuzluğu, naifliği, direnci, vurdumduymazlığı, acımasızlığı, bilinmezliği kuşanan insanın birbirinden farklı hallerine tanıklık ediyoruz. Kahramanlarını özellikle silik tuttuğu mekânlarda, “zamansız” zamanlarda var ederek varlıklarını daha da güçlendiriyor.

Çatalcalı’nın en yetkin olduğu noktalardan biri, kuşkusuz toplumsal olayları asla slogana yaslanmadan, incelikli duygu-olay örgüsü eşliğinde işlemesi. Buna en iyi örneklerden biri “Şef Garson” adlı öykü. Toplumdaki ötekileştirme mekanizmasının nasıl çalıştığına dair bize çok zengin ipuçları veriyor. Bir diğer öykü ise “Palyaço”. Alçak sesle, adeta fısıltılar ile anlatılmış. İnsanın içine işliyor her satır. “Gazete Kesikleri” ise iç acıtıcı olduğu kadar sorgulayıcı da. Öyküyü bitirdiğimde yüreğimi incecik bir sızının kapladığını hissettim. “Yağmursuz ve Kedisiz” ise kadın-erkek ilişkilerine dair bir metin. Yazar, yine hiç sesini yükseltmeden, bu netameli konuyu adeta iğne oyası gibi işlemiş.

Kitaptaki kırk iki öykünün ortak özelliği ise duru bir Türkçe ile kaleme alınmış olmaları. Metinler fazlalıklardan arındırılmış, akıcı bir dile sahipler. Anlaşılması zor betimlemelerden uzak durulmuş.

Yazıya başlarken pek çok öykünün üstünde tek tek durmayı planlamıştım. Ancak vazgeçtim. Nedeni çok basit: Kitap, kapağındaki beyaz güvercin gibi özgürce kendini size sunsun istiyorum. Alın elinize, o bembeyaz tüyleri okşar gibi okşayın bu kitabı.
Ancak hemen kitaplığınıza kaldırmayın. Bırakın masanızın üstünde dursun. Kısa bir süre sonra yeniden elinize almak isteyeceksiniz çünkü...

Peter Handke, “En iyi hikayeleri hayat yazar” der. Gönül Çatalcalı, usta işi öyküleriyle bu sözü adeta ters yüz ediyor. Hayatın ritmi ile iç sesinizi buluşturmak için, Güvercin Beyazı biçilmiş kaftan!