Can Eryümlü

1948 yılında İzmir'de doğdu. Mimarlık okudu. Halen mesleğini İzmir'de sürdürmektedir. Evli ve bir kız çocuk babasıdır.

Yayımlanmış kitapları

Öyküler
Gri Kıyılarında (Kavram Yayınevi, 1994)
Yıldız Kaymaları (Minyatürler)

Romanlar
Ben Zaman Tanrısı (Boyut Yayınevi, 1998)
Zamanın Bittiği Yer (Boyut Yayınevi,1999)
Son Antlaşma (Altkitap.com, 2002) (Yankı, 2014)
Kalimerhaba İzmir (Dünya Yayıncılık, 2004)
Kalimerhaba Smyrni (Electra Publishing, 2007)
Sakız’ın Gözyaşları (Pupa Yayınevi, 2009)
Elif! Elif! (Pupa Yayınevi, 2010)
Atlantis Çıkıyor
Uzak Ülkeler I - Artres
Uzak Ülkeler II - Saron

Masallar
Deniz İle Gökkuşağı
Defne’nin Kelebek Kanatları
Elif’in Yolculuğu

Derleme
Hazine Sandığı

Şiirler
Ayin
Bahar Türküleri
Güz Türküleri
Kor Kor Yürek
Sevda Tuzdur Yaşamak Yarasında
Çeviriler
Başlama Yeri,Ursula K. LeGuin (İletişim Yayınevi, 1995)
Çıkış Kapısı, Frederik Pohl (Kavram Yayınevi, 1995)
Troya’nın Kadınları, Euripides
Kurbağalarla Farelerin Savaşı, Homeros
An Die Musik, Ursula K. LeGuin
Geleceğin Görüntüleri, Michio Kaku
Şiirler, Lefteris Poulios

Sakız'ın Gözyaşları

Mimar Fatih, aile yadigârı bir evrak çantasında bulduğu eski belgelerle birlikte, tarihe ait bir sırrı ortaya çıkarıyor. Fatih, kızkardeşi Zeynep ile Yunanlı eşi Alkis'in evliliğiyle birbirine bağlanmış iki ailenin tarihine ışık tutacak belgelerin sırrını çözmeye çalışırken, iki komşu ulusun iç içe geçmiş, gizlenmiş, çarpıtılmış tarihinin içine çekiliyor.

Fatih, resmi tarihlerin çarpıttığı olayların sahnesi olan Sakız Adası'nda cesur bir tarih yazımı projesine ön ayak olur. Gün ışığına çıkardığı gerçeklerin kimleri rahatsız ettiğini öğrendiğinde, ailesinin ve arkadaşlarının hayatlarının tehlike altında olduğu kesinleşir.

Sakız'ın Gözyaşları, geçmişten geleceğe bırakılan mirası tam olarak kavrama çabasını, hayatları pahasına sürdüren ve hiç şüphesiz büyük resmi görebilen insanların hikâyesidir. 

"İlyas ya da İlias olarak doğmak senin seçimin miydi? Yaptığın tek seçim işkencede konuşmak olmuş, ama öldürttüğün adamın oğlu sana düşman değil. Seçmediklerinle suçlanırken seçtiğin hatadan bağışlanmışsın. Ne yaşam ama!"

Yazarın kitapları üzerine yazılar

Ezber Bozan Bir Roman; "Sakız’ın Gözyaşları"

Bence Türk edebiyatının başyapıtlarından birisi olan, Kalimerhaba İzmir'den sonra, Can Eryümlü'nün yeni romanını heyecanla bekliyordum. Nihayet 'Sakız'ın Gözyaşları' okurlarla buluştu.

Ön kapaktaki yazı karakterlerinden, fon rengine, Eugene Delacroix tablosundan, arka kapaktaki yazarın güler yüzlü resmine kadar zarif bir paket içine yerleşmişti. Daha kitabı okumaya başlamadan arka kapakta gözüme çarpan, "İlyas ya da İlias olarak doğmak senin seçimin miydi? Yaptığın tek seçim işkencede konuşmak olmuş, ama öldürttüğün adamın oğlu sana düşman değil. Seçmediklerinle suçlanırken seçtiğin hatadan bağışlanmışsın. Ne yaşam ama!" alıntısı ise şimdiden heyecanlı ve düşündürücü bir okuma serüveninin başlayacağını muştuluyordu.

339 sayfalık okuma yolculuğum boyunca sık sık "işte edebiyatın dönüştürücü gücü" diye düşündüm. Yazar, bir okur olarak beni roman kahramanı mimar Fatih'le birlikte yeni bir öğrenme sürecine sokuverdi. Ben de Fatih gibi ilk önce, Türk-Yunan ilişkileri, yaşanılan savaşlar, krizler, ölen binlerce insan hakkında bana öğretilenleri savundum. Hırslandım, kızdım, öfkelendim. Kendimi zaman zaman aptal gibi hissettim. Okudukça yeniden kızdım, yeniden duruldum ama sonunda bize öğretilenleri sorgulamaya başladım.

Eryümlü, Fatih'e ve bana önce bakmasını öğretti. Sonra gezdirdi. Araştırmanın tadını yaşattı ve nihayet yeniden ve yaşayanlardan öğrenmeye başladık.

Ülkem, Avrupa, Yunanistan, hatta dünya halkları hakkında öğrendiğim her yeni gerçek Fatih gibi beni de çok sarstı, ama her sarsıntıda, hem kendim, ülkem, tarihim hakkında yeni şeyler öğrendim, hem de yaşamlarımızı yeniden gözden geçirdim. Nasıl öğrenmemiz gerektiğini, dili, dini, ırkı, rengi ne olursa olsun halklara anlatılan resmi tarihlerin sadece yönetenlerin işine geldiği gibi kurgulandığı gerçeğiyle yüz yüze geldim. Yakın tarihimizi sadece okullarda ezberletilen bilgilerle öğrenmenin, başka ülkelerin insanlarına karşı oluşan duygu ve düşüncelerimizi nasıl belirlediğine şahit oldum. Aynı biçimde eğitilen başka ülke insanlarının da bizler hakkında oluşturduğu önyargıların pek de farklı olmadığını üzülerek gördüm. Zaman zaman kendimden utandım.Gezmenin, görmenin, insanları dinlemenin, önyargılardan kurtulmanın önemini bir kez daha anladım.

Kitabın ilk sayfasındaki Goethe'nin "Tarihi anlamayanlar onu bir daha yaşamak zorunda kalır,' sözlerinin gerçekliğini yüreğimde hissettim. Ülkeleri yönetenlerin çıkarları uğruna halkları gerçek tarih bilincinden neden ve nasıl uzak tuttuğunu ve gene kitabın girişinde yer alan "Tarih tekerrürden ibarettir" sözünün neden Türk'lere ait olduğunu yeniden fark ettim.

İnsanları etnik veya dini nedenlerle birbirine düşürmeye devam eden, para kokulu kanla beslenen uluslararası emperyal sermayenin bütün ülkelerde benzer senaryoları yaşama geçirdiklerine bir kez daha şahit oldum. Sakız'da gözyaşlarını akıtan oyunların, Çeşme'nin ya da dünyanın bir başka yerindeki herhangi bir bölgenin gözyaşlarıyla aynı olduğunu hissettim. Bir yandan  öğretilen "nefret" duygusunun  koşullar uygun olunca ne kadar  büyük bir hızla katlanarak büyüyebileceğinden korkarken, diğer yandan yaratıcılığın, anlayışın, sevginin, iletişimin insanda yarattığı mucizelere tanık oldum.Seçmedikleriyle suçlananların, onları  yönetenlerin yarattıkları sistemlerle ilişkisini yeniden sorguladım.

Bu romanda Eryümlü'nün akıcı, yalın diliyle, kurgusuyla ve anlatımıyla zihnimde yarattığı ezber bozduran tarihsel birikimine, felsefi derinliğine, doğanın rengini, kokusunu, yemeklerin tadını hissettiren edebi yeteneğine hayran oldum. Çünkü tarihi bilgilerin roman diline yedirilerek anlatımın kuruluktan ve didaktiklikten kurtarılması, büyük bir çaba ve birikim gerektirir. Çünkü diyalektik düşünce tarzını içselleştirmiş bir zihne ihtiyaç vardır.

Bu romanla, Çeşme'nin doğal güzelliklerini, tarihsel  geçmişini ve insanlarını  yeniden keşfettim. Zorluklara direnen ağaç olarak bilinen ve insan sağlığı için çok değerli olan  Sakız ağacından ismini  alan adayı, şimdiki zamanda ve geçmişte sokak sokak dolaştım. Kiliselerini, lokantalarını, kırlarını, evlerini gezdim. Adalılarla sohbet ettim, şarkılar söyledim.

Sakız'ın Gözyaşları'nı bitirdiğimde edebiyatın insanlığı iyiye, güzele, adalete, barışa doğru  dönüştürebilecek en değerli sanat dallarından birisi olduğu kadar, çok değerli bir eğitim aracı da olduğuna bir kez daha inandım.

Bir okur olarak hangi bilginin kimlerden ve nasıl öğrenileceğinin çok önemli olduğu günümüz koşullarında, resmi tarihe alternatif olarak kurgulanan, araştırmalara dayalı ve ezberlerimizi bozabilen edebi eserlerin çoğalması dileğimle Eryümlü'ye ve Pupa Yayınlarına çok teşekkür ediyorum. (NSS/BÇ)

Nevzat Süer Sezgin


Ezber Bozan Romanlar
Handan Gökçek ve Can Eryümlü'yle kitapları üzerine
Cumhuriyet Kitap Eki

Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama o toplumu uzun vadede dönüştürerek duyarsız, yönetenlerin yap dediğini yapan, tüket dediğini tüketen bir topluma dönüştürebilirsiniz. Bunun için en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. sadece 'büyüklerinin' bellettiği düşünce kalıplarının dışına çıkamayan, öğretilen bilgilerden hiç kuşku duymayan, farklı söylemlerin ve davranışların ardında art niyetler arayan, ezber yoluyla zihinleri kelepçelenmiş insanlardan oluşan toplumumuzun sorun çözememe, sorunları bir çile yumağına dönüştürme hastalığı, demokratik düşünce ve davranışları geliştiremeyişimizin en önemli sebebidir. Ezber, hiçbir sınır tanımadan düşünebilmeyi ve böylece yaratıcı zekânın gelişmesini engeller.

İki yazar. Handan Gökçek ve can Eryümlü insanları etnik veya dini nedenlerle birbirine düşürmeye devam eden. kan kokulu parayla beslenen uluslararası emperyal sermayenin, nefret duygusunu nasıl öğrettiğini, koşullar uygun hale getirilince nasıl kitlesellestirilebileceğini. Bunların sistemlerle ilişkilerini romanlarında bizlere aktararak ezber bozuyor.

Nevzat Süer Sezgin


Nevzat Süer Sezgin: Sizler yakın tarihimizi ana tema olarak alan romanlar yazdınız. Neden?

Can Eryümlü: - Merak... Ben merak edip bilmediğim, anlatılanlarla yetinemediğim, hatta doğrulumundan kuşkulandığım bir takım konulan öğrenmek için okudukça, oluşan birikim kendine bir mecra yaratıp akli. Nezle gibi... Sonra o notların bir sıraya, sisteme sokulması gerekti. İşte roman o aşamada gelişti. Önce Kalimerhaba İzmir adlı roman çıktı. Ama nezlenin arkası kesilmiyordu. Sakız'ın Gözyaşları geldi ardından. Okuyanlar, hakkında yazanlar bunların birer dostluk romanı olduğunu söylüyor. Mesajı veremedim mi acaba diye düşünüyorum. Çünkü iki roman da iki ulus arasında dostluğun oluşmayacağım, oluşmaya bırakılmayacağını anlatıyor. Düşünsenize, iki ulus da kendi bakımsızlıklarını birbirleriyle savaşarak kazandı. Bu işte bir enayilik yok mu? Bizi savaştıracakları daha dört, beş ciddi sorun var aramızda. Zaman zaman buzluktan biri, ikisi çıkartılıp canlandırılıyor. Haaydaaa iki tarafta da ahali ayağa kalkıyor, baltaları topraktan çıkarıyor. İki ulusun da iplerinin kendi ellerinde olmadığının anlatılması gereklisine olan inancım beni bu uzun vadeli çalışmaya yöneltti.

Handan Gökçek: - Bu romanın konusu uzun zamandır aklımı kurcalıyordu ve yine uzun zamandır özelikle yakın tarihimizin kalın örtülerle üzerinin örtülmeye çalışıldığını düşünüyordum. Mübadele dönemi üzerine yaptığım bir araştırmada özelikle Bilgi Üniversitesinin “Ege’yi Geçerken” adlı bir kitabında rastladığım şu bilgi beni bu romanı yazmaya ikna etti diyebilirim: 1923 ve 1998 yılları arasında yayınlanmış 105 Türk yazarına ait rasgele seçilmiş 290 adet roman ve 60 ciltte toplanmış hikâye temel alınarak yapılan bir incelemenin sonucunda 1923 -1980 arasında özelikle 1960 yılına kadar, edebiyatta mübadeleyi konu alan kitaplar oldukça azdır. Genellikle mübadele bu kitaplarda yan tema olarak ya da dolaylı bir biçimde anlatılır. Ayrıca mübadele olayı yazarlarının siyasi ideolojilerine göre de farklı biçimlerde yorumlanmıştır." Ayrıca Mübadelenin Türk ve Yunan edebiyatına nasıl yansıdığım anlamak için de her iki ülkenin İni döneminin anlattığı epey roman okudum. İlginçtir. Yunan edebiyatında mübadele 30 Kuşağı edebiyatını yaratmış ve bu kuşağın edebiyatçılarının yaklaşık yüzde sekseni Anadolu kökenli, mübadele birinci kuşak mübadil olan yazarlar tarafından yakılırken “biz" bakış açıcıyla yazılmış, ikinci kuşak diğerini "öteki" yapmış üçüncü kuşakta ise öteki 'düşman" taraf olmuş. Biliyorum ki edebiyatın tuttuğu tarihin üzeri örtülemiyor, bu romanı yazmamın en büyük nedeni de budur. Ülkemin özellikle yakın tarihine uzaktan değil de tam da içinden bakmak istedim.

“BİZİM SORUNUMUZ UNUTMAK”
Nevzat Süer Sezgin: Her iki romanda bir bakıma tarihi romanlar sınıfına sokulabilir. Nasıl bir ön çalışma yapımız? Ne kadar zamanınızı aldı?

CE - Önce okudum tabii. Sonra havasım koklamak, ruhunu hissetmek için gidip gördüm. Gezdim. Araştırdım. On beş yıl süren hır süreç oldu bu. Orada şunu fark eltim: Yunanlılar günlük yaşamlarının bile her aşamasını tarihle yaşar, geçmişle beslenirken biz çoğu konuda kör kütük cahildik. Hangi yöntem daha sağlıklı bir toplum oluşturur bilmiyorum, ama iki tarafın Zerdüştleri böyle buyurmuştu. Bizdeki bilinçli suskunluğun Osmanlı'nın son yüzyılında peşi peşine yaşanan travmaların, inanılmaz trajedilerin, anavatan sayılan Balkanların yitirilmesinin, çevredeki farklı etnik kökendeki Müslümanların ihmal edilmiş Anadolu'ya doluşturulmasının, o göçmenlerin yarıya yakınının birkaç yıl içinde ölüp gitmesinin unutulması, üzerinin örtülmesi, o acıların sürekli yaşanmaması, artık komşularımız olan eski düşmanlarımızla kan davasının sürdürülmemesi resmi ideolojimiz oldu. Ama bezginleşmiş, neredeyse sıfırı tüketmiş halk da unutmayı seçti. Çocuklarına aktarmadı yaşadıklarını. Ne tarihi araştırma, ne öykü, ne roman çıktı o dönemle ilgili. Bir “Şvayk” yazılamadı bizde örneğin. Dolayısıyla bizim sorunumuz Kürt, Ermeni, Yunan, Bulgar sorunu değil unutmak oldu. Hastalığımızın adı, amnezi! Ama iki tarafta da üçüncü kuşaktan birtakım zıpçıktılar çıkıp, o konulan deşmese öylece sürüp gidecekti bizdeki uyurgezerlik, onlardaki hamaset tıkıştırması.

H.G. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan tarafından basılmış Ege’yi Geçerken. Herkül Millas'ın makaleleri. O döneme ait gazele yazıları, haberler. Türkiye- Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Mihri Belli ve Yanya'nın Gözyaşları, Fazıl Bülent Kocamemi gibi yapıtlan okumam gerekti. O döneme ne kadar hâkim olursam kalemimin o kadar rahalayacağının bilincindeydim. Romanın ilk cümlesini yazmadan önce iki yıl yalnızca okudum. Yazma sırasında da okumaya devam etlim. “Ah Mana Mu” benim için beş yıl süren güzel bir yolculuktu. O kadar uzun zamandır o karakterlerle yaşadım ki şimdi tuhaf bir boşluk hissediyorum. Terk edilmiş gibiyim, acıyan bir tarafım var.

Nevzat Süer Sezgin: Can Eryümlü’nün Sakız'ın Gözvaşlan romanında ve Handan Gökçek'in romanı “Ah Mana Mu”da, iki farklı milletin adetleri sık sık vurgulanıyor. Buna neden ihtiyaç duydunuz? Bunu romanlarınıza nasıl yedirdiniz?

C.E. Ben ulusları ailelere benzetiyorum. Her ne kadar Balkanlar’daki tüm ülkeler yapay uluslardan oluşmuş olsa da, resmi ideolojiler onları bir kalıba sokup, kendilerine ait görgüler verdi. Çoğunlukla hamaset geçerli de, ideolojilerin amacı o zaten. Yamalı halkları bütünleştirmek. Gene de aynı ülkede yaşayıp birbiriyle anlaşamavan bazı gruplar, Komşu bir ülkedeki halkla çok daha yakın hissedebiliyor kendini. O halklar birbirleriyle savaşmaz. Çünkü aynı aileden görürler kendilerini. Onun için politika sokulur araya. "Hayır! Sen bizim aslan ailemizdensin. Onlar tu kaka!" Karımla beni Sakız'da bir dağ köyüne götürmüştü arkadaşlarımız. Orada incir yetişirmiş ama yemeklik olmadığı için imbikten geçirilip suma denilen bir içki yapılırmış ondan. Gittiğimizde sokağa kurulmuş koca bir sofra hazırdı. Bir domuz kesilmiş, mangalda pişiriliyordu. Bizim de geleceğimizi duydukları için koyun eti almışlar. Tatlar karışmasın diye ikinci bir mangal yakmışlar, suma içmezsek diye de Türk rakısı bulmuşlar. Bu incelik ve kibarlık ancak aile bireyleri arasında olur ki, gittiğimiz ver kaba saba dağlıların köyüydü. İnsan her yerde aynı insan. Sevgisiyle, hüznüyle... Bir eski İstanbul şarkısı var. Rum ve Türk gençler boğaza karşı içki içiyor, "İkimiz de içki içip sarhoş oluyor, kavuşamadığımız sevgililerimiz için ağlıyoruz. Tek farkımız senin Allah, benim Hristos demem."

H.G.- Bir hikâye anlatmak için, insana, doğaya, olaya, zamana, acıya yaşama dair aklınıza ne gelirse hepsine ihtiyacınız var. Adetler, gelenekler, görenekler de insana dair onu anlatmak için en iyi unsurlar bence. Romanımda iki farklı milleti anlatıyorum evet ve bu iki milleti anlatabilmeme, karakterleri yaşatabilmeme bu adetler çok yardıma oldu. Ayrıca her zaman yeni kültürler, farklı adetler ilgimi çekmiştir, bunları öykülerimde, romanımda işlemeyi de seviyorum. Romanımda bu adetleri karakterlerimin yaşamlarının içine yerleştirdim. Örneğin Alkioni kızını evlendirdiği gece Meryem Ana ikonasının boynuna en değerli takısını takıp dua etti ki bu ikona anadan kıza geçer ve o ailenin kadınlarının bütün dileklerini, şükranlarını, adaklarım boynunda ve kollarında taşır. Zehra Hanım ise oğlunu eclendirdiği gece seccadesini serer ve uzun uzun dua eder.

“İNSANLAR İNANDIĞI SEYİ YASAR"
Nevzat Süer Sezgin:Sakız'ın Gözyaşları’ında günümüz aşkları anlatılırken, Ah Mana Mu'da herkesin özlediği, masalsı tat da bir aşk anlatılıyor. Yarattığınız kahramanların aşkını ve sizlerin aşk anlayışınızı paylaşabilir miyiz?

C.E. - Sakız'ın Gözyaşları’ndaki roman kahramanı Fatih, Sakız’a bir Yunanlı ile evli olan kız kardeşini ziyarete gidiyor. Aslında kendini İzmir'in dışına atmak derdi. Bir aşk acısı yaşıyor. Sevgilisi hamile olduğunu söylemiş ama tarihten kuşkulanan Fatih kan tahlili isteyince onunla birlikteyken başka biriyle de görüştüğü ortaya çıkmış kızın. Yalnız kalmak, düşünmek, hüznünü yaşamak istiyor. Yeni bir aşkı, çivi çiviyi söker diyerek başka birinde tescili aramayı düşünmüyor, istemiyor da ama aşkın nereden gelip nasıl vuracağı belli mi? Tokat çok farklı bir yerden geliyor. Kader çok yukarıdan bağlıyor yeni tanıştığı bir kadınla onu. İkisine de babaları akşamları Rilke'den şiirler okurmuş evde. İkisi de ezbere biliyor bazı şiirleri. Birbirlerinin sözlerini tamamlıyorlar. Eh, onlar birbirlerine yaklaşmayacak da kime yaklaşacaklar? Sürer, sürmez, o başka. Denemeye denmez mi? Bence aşk ruh ikizini bulmak değil, ruhunun öbürününkiyle bir olması. Birbirine kaynaması. İki beden, tek ruhla iki atlı bir araba oluyor. O zaman öbürünün hem tanrısı, hem gönüllü kölesi olunuyor. Arada hiçbir hesap olmaksızın...

H.G. - Rena ve Sakuş çok büyük bir aşk yaşadı. Rena, Sakuş için her şeyden vazgeçti, toprağından, ailesinden, arkadaşlarından. Benim için aşk biraz vazgeçmek, biraz göze almak çokça da emek sanırım. Hâlâ o masalsı aşklara inanıyorum, insanlar inandığı şeyleri yaşar çünkü.

Nevzat Süer Sezgin:Her iki romanda da mekân anlatımları olağanüstü, insan okurken sokakların kokusunu bile hissedebiliyor. Nasıl hu kadar güzel anlatabildiniz? Bir tekniği yolu yordamı var mı?

C.E. - Yunanistan'ın çoğu yeri, özellikle adalardaki mimari yapının korunmuşluğu beni çok etkilemişti. Bizde yok o koruma. Hatta özellikle, Rum kimliğini silmek için bilinçli olarak korunmadığını söyleyenler var. Günahı söyleyenlerin boynuna. Oradaysa bin yıllık köyler, kapılarda aile plakaları, insanların babalarının, dedelerinin işleriyle uğraşması, eskilerin yıkılıp yerine modernlerin (beton ve asfaltla) yapılmaması. Hani sokak ışıkları da elektrikle yanmasa bir zaman kayması yaşıyormuş duygusunu veriyordu insana. Televizyon var tabii ama insanlara eskiyi korurlarsa turizmin daha çok kazandıracağını anlatıyor. Bugün ülkenin en pahalı yerleri, gerçekten en iyi korunmuş yerler. Gerçi Selanik’in bir resmini görmüş, onu İzmir’in Alsancak'ı sanmıştım. Kordondaki iki katlı evlerin hepsini yıkıp, bizdekiyle aynı model apartmanları sıralamışlar kıyıya. Yön de ters olduğu için, denize karşı panjurlarını indirmişti çoğu. Belki de o yüzden, çok çağrılmamıza tarçın, bir türlü gidemedik oraya.

H.G. Zaman zaman yalnızca yer betimlemeleri yazarım, gün doğumunu, gün batımını, herhangi bir sokağı, bir dağ eteğini, bir ormanı. Yazma disiplini edinmek için yaptığım bir çalışmadır bu. Bir hikâyenin içindeyken ise gördüğümü yazıyorum. Bana göre duyumsadıklarını duyumsatabilen metinler başarılı.

Nevzat Süer Sezgin:Bence romanlarınız resmi tarihîmizin bize bellettiği yakın tarihimizin ezberini çok akıcı bir dille ve nefis kurgularla bozuyor. Böyle düşünüyorsanız bu ezber bozmalardan neler bekliyorsunuz?

C.E.  Ben aslında hiçbir şey beklemiyorum. Romanlarımla sadece kendi ezberimi bozduğumu kendime kanıtlamış oluyorum. İnsanların ezberlerini pat diye bozacağımı, onların görüşlerini 180 derece çevireceğimi, dolayısıyla barışa katkıda bulunacağıma falan asla inanmıyorum. Birinci nedenim, okumayan bir halkımızın olması. At yarışı tahminleri, tencere, tava vermese gazete satılmaz. (Japonya'da bir akşam gazetesinin tirajı 10 milyonmuş. Akşam gazetesinin!!!) İzmir Kitap Fuarının üçte biri sınav kitapları satan dershane standlarıydı. Bu ülkemizdeki ulusal eğilimin sefaletini, sınavlardan medet uman çocukların okullardan umudu olmadığını, tüccarlara teslim edildiğini gösteriyordu. Ayrıca üniversitelerde alacakları ekilimin kalitesi ne olacak? İkinci nedenimse, herkesin zaten kendi kişisel eğilimine göre kitap okuması.

İnsan seven insan İnsanları Seveceksin romanını, ihtilalci generaller de İşkence Tekniklerini alıp okur. Barış romanları yazan romantik çocukları da sistem askere alıp savaşa sürer. 1919'da Türklerle savaşmak istemeyen askerler Atina'da kurşuna dizildi. Gerisi gemilere dolduruldu. Gemilerde süren isyanları çıkaranları öldürüp öldürüp denize attılar. Yani 15 Mayısta İzmir e gelen gemiler kaynayan kazanlardı. Gene de geldiler, gene de savaştı çocuklar. Barış çağrılan hiçbir yaramadı.

H.G. - Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim, umarım üstü örtülmeye çalışılan, yakın tarihimizde halkların neler yaşadığını merak edenler olur, onların bakış açısını biraz daha aralayabilirsem kendimi şanslı savacağım.

Nevzat Süer Sezgin:Başka ezberleri bozma hazırlıklarınız var mı?

C.E. - Eh, olmaz mı? Alnımda bir şey yazıyor ama aynada ters göründüğü için okuyamıyorum. Akıntıya kürek çekmek hoşuma gidiyor, diyelim. Kalimerhaba İzmir, zavallı Türkler ile zavallı Yunanlıların başkalarının çıkarları uğruna birbirleriyle savaştırıldığını anlatıyordu. Sakız'ın Gözyaşları, halkların tüm kardeşlik özlemlerine karşın savaşların daha da süreceğini... Ta ki insanların tüm insanlığı bir aile olarak gürene, tüm savaşları birer iç savaş sayacağı zamana kadar. O zaman gelerek mi, emin değilim. Üzerinde çalıştığım romanla bu tema bir üçleme olarak tamamlanmış olacak.
Savaşların neden yapılmak zorunda olduğunu anlamaya çalışıyor o. Ekonomisini, ulusları birleştirici gücünü, devlet yapısını irdeliyor. Kimselerin ezberini bozacağıma inanmasam da, insan olarak görevimi yapmış olmanın tatminini duyacağım onu bitirince. Ondan sonra masallar yazmak isliyorum.

H.G. Evet çok yakında, yeni bir romana başlayacağım. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadının var olma savaşı diye kısaca özetleyebilirim.
Kali Merhaba İzmir/ Can Fryümlü / Dünya Yayıncılık/198 s.
Sakız'ın Gözyaşları/ Can Eryümlü/ Pupa Yayınlan / 340 s.
Ah Mana Mu/ Handan Gökçek/ Pupa Yayıncılık / 334 s.

Nevzat Süer Sezgin


ELİF! ELİF!

İzmirli bir adam, bir sabah yarı uyanık rüyalarına devam eder. Karısı kendinden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyor belki de gazete okuyordur. Adam ise rüyasında aşk tanrıçası Afrodit ile sevişmektedir. Aslında herşey sıradan bir gün gibi başlar. Adının Engin olduğunu öğrendiğimiz adam antikacıdır, çok sevdiğini anladığımız karısı Elif ile iki yıl kadar önce evlenmiştir. Herşey, bir adamın antikacı dükkanına girip değersiz bir kutuyu almasıyla başlar. Engin kutuyu gerçek değerinin çok üstünde bir fiyata sattığı için, müşteriyi aldattığı düşüncesi bütün gün içini kemirir. Sonunda müşteriden aldığı paranın bir kısmını iade etmek üzere adamın ofisine gider fakat Engin’in bu dürüst davranışından etkilenen adam, ona borçlu olmadığını söyler. Adam da dürüst olmaya karar vererek, kutudan çıkan bir avuç elması Engin’in önüne masaya yayar.

Bu noktadan sonra Engin’in hayatı başka bir gerçeklik dünyası içinde devam eder. Mutfakta bir arkadaşıyla sohbet eden karısı onu görmez, duymaz, hissetmez; artık karısı Elif ile aynı dünyayı paylaşmıyorlardır. Aklına gelen ilk düşünce, öldüğü ve hayaletinin dünyada kaldığı olur. Bir başka düşünce, karısının ölmüş olabileceğidir. Ancak, kısa zamanda, Elif ile Engin’i ayıranın ölüm olmadığı anlaşılır. Farklı zaman dilimlerinde, birbiriyle iletişim kuramayan iki paralel dünyada hapis kalmışlardır. Telefonla aradığında Elif’in sesini duyar ama ona kendi sesini duyuramaz. Elif de aynı şekilde Engin’e ulaşamaz. Buna rağmen her ikisi de İzmir’deki günlük hayatlarından kopmuş, yeni hayatlara sürüklenmeye başlamışlardır.

Can Eryümlü’nün yeni romanı “Elif! Elif!” bu heyecanlı tempoyla başlar. Roman, iki ayrı zaman diliminde, birbirinden kopuk görünen iki konu çevresinde dönüşümlü olarak akar. Engin ve Elif ayrı yolculuklara çıkarlar -- arayış ya da iç yolculuk da denilebilir -- ve yolculuk tamamladığında bir noktada buluşacaklarının sinyalini verirler. İlginç olan, ne Engin ne de Elif yola kendi isteğiyle çıkar, adeta olayların akışı içinde sürüklenirler. Engin zengin bir kadının ultra lüks teknesinde, Elif ise Harran’da bilge bir kadının evinde başlar yolculuğa. Roman bu içiçe geçen iki yolculuğu anlatırken okuru da zaman içinde yolculuğa çıkarır. Mitolojiden, efsanelerden, tanınmış kahramanlardan öyküler sunar. Bazıları eski çağların ve insanoğlunun en eski inançlarının hikayeleridir, bazıları da şatafatlı yüksek sosyeteye ait. Bir bakarsınız, cep telefonları, gösterişli yatlar, pahalı lokantalar, içkiler antik çağların öykülerine sızmış, ya da bazen tam tersi gerçekleşerek, tanrıçalar, mitolojik kahramanlar bugüne gelmişler.

Can Eryümlü’nün “Zamanın Bittiği Yer” ve “Ben, Zaman Tanrısı” romanlarını okumuş olanların tanıdığı lezzetler “Elif! Elif!”de de benzer şekilde yer alıyor. Herşeyin rüya olabileceği ya da her rüyanın gerçek olabileceği bir öykü kuruyor Eryümlü yine. İlk başta kişisel bir yolculuk olarak görünen Engin ve Elif’in yolları, aslında zaman içinde yapılan yolculuklar. Birçok tanıdık kahramanla karşılaşıyoruz bu yolculuklar sırasında. Romanı keyifli yapan araya serpiştirilmiş bu hikayeler. Engin ile Elif’in aşkını merkeze almasına rağmen, başka birçok aşk hikayesi barındırıyor roman. En başta Apollon ile Astate -- ya da bilinen diğer adıyla Afrodit’in -- aşkı ya da ilkçağın en önemli siyasi figürlerinden Perikles ile bir genelevde büyümüş olan Aspasia’nın aşkı, ilk akla gelenler. Aşk hikayeleri dışında yerlerin de hikayeleri anlatılıyor: Harran, Mikonos, Tinos, Andros gibi kentler, adalar, tüm tarihsel hikayeleriyle, efsaneleriyle giriyorlar romana. Peygamberlerin, azizlerin hikayelerini anlatarak, yüzyıllar içinde gezinti yaptırıyor okura Eryümlü.

Roman boyunca iki paralel akış olarak görünen Engin ve Elif’in hikayeleri, ilginç anlarda buluşuyor ve örtüşüyorlar. Bunlar ilk başlarda daha gizli şekillerde gerçekleşiyor, örneğin Elif’in iyileşme sürecinde yardımcı olan Sibel (Anadolu’nun en köklü inançlarındaki bereket simgesi ana tanrıça Kybele’den başkası değil) Engin’in bulunduğu tekneye gelip gelecek falı okuyan çingene de aynı zamanda. İki öyküde beliren bir başka karakter ise Apollon ile Astarte’nin oğlu Mustafa. Sibel ile Mustafa bilgelik ışığıyla Engin ile Elif’in yollarını aydınlatan rehberler. “İlahi Komedya”da Dante’nin rehberliğini yapan Vergilius ile Beatrice gibi, her iki yolcuyu, onlar fark etmeden koruyan ve doğru yöne sevk eden karakterler.

Romanın ikinci yarısı “Ve Sonrası...” başlığını taşıyor. Bu bölümde sürpriz yaparak, martı Jonathan gibi başka romanların kahramanları çıkıyor karşımıza. Burada artık Engin ve Elif’in başlardaki sorularının yanıt bulduğunu görüyoruz. Elif, durumu Engin’den önce kavrıyor. Başına gelenleri, zamanın dışına itilmek olarak adlandırıyor. “Zamanın dışına çıkarılmış olmanın ne demek olduğunu kavrar gibiydi Elif. Kavramak, özünü anlamak anlamında değil, bir zaman çorbası içine düşmüş olduğuna aymak, dönemlerin iç içe girmişliğine uyanmaktı. Önüne atılan girift yumağı çözmek için yapabileceği bir şey yoktu. Olanlar kendiliğinden olup duruyordu.” Bu durumda sağlam durup, yolun onu götürdüğü yere sürüklenmesi tek mantıklı yoldur.

“Elif! Elif!”, İlyada destanının başında ozanın ilham için tanrıya adadığı satırlar benzeri bir şekilde açılıyor. Burada yazar, ona ilham veren esin perilerine -- şairlere ve filozoflara -- bir küçük dua ile açılış yapıyor. Homeros gibi bu ilk satırlarda sesini duyuruyor okuruna. Bundan sonra romanın içinde birkaç kez yine duyuyoruz anlatıcının sesini. Genelde her şeyi bilen, hatta bazen yargılayan bir sese dönüşüyor. Roman kahramanlarının bilmediklerini bilmesi, yaşananları mesafesiz anlatışı anlatıya kendine has bir özellik veriyor fakat bazen de bir sonraki sürprizi engelleyen öğe olabiliyor. “İzmir kendi bildiği yaşamı sürdürüyordu. Eh, sen de şen olasın be İzmir şehri!” (s. 32) sözleri örneğin, bir roman karakterine değil, anlatıcıya ait. Bu tür müdahale anlatıyı bazen basitleştirebiliyor. Başka türlü bir müdahale de kahramanlar yerine karar verişinde seziliyor. Örneğin, Engin ilk kez tekneye bindiğinde, kamarasını gezerken “yatakların baş uçlarında birer Chagal ve Goya tabloları”nın asılı olduğu söyleniyor. Hemen ardından, “gerçek olmalıydılar” sözü aynı şekilde gereksiz bir değerlendirme gibi görünüyor.

Zaman, Eryümlü’nün romanlarında kahramanlardan biridir. Zaman tanrısı Kronos olarak yaşananlara hükmeder ya da bazı bireyleri dışına atan bilinç sahibi bir sistem olarak karşımıza çıkar, her halukarda yazarın metinlerine düşünsel boyut katan en önemli unsur olarak görülmelidir. Can Eryümlü’nün efsaneleri bu denli iyi bilmesi, Anadolu destanlarını böylesine içselleştirmiş olması her zaman okurun hayranlığını uyandıracak denli kuvvetlidir. Özellikle efsaneleri bugüne taşıması, kendimizi binlerce yıldır süren aşkların, kavgaların içinde görmemizi sağlar.

ELİF! ELİF! / Can Eryümlü / Pupa Yayınları, 2010 / 446 sayfa.


Son Antlaşma

“Son Antlaşma”yı okumaya başlayan herkes onun sadece insanı içine çeken bir roman değil, aynı zamanda bir davetiye olduğunu hemen anlayacaktır. Okuyanı yolculuğa çıkmaya davet eden bir roman bu; üstelik iki nokta arasındaki mesafeyi tüketmekle sona erecek bir yolculuk değil. Zamanda ve mekanda yol alacağınız; tarihi, uygarlıkları ve bizzat “insan”ı alışılmışın dışında bir pencereden seyredip tüm bunlar üzerine yeniden düşünmek zorunda kalacağınız farklı bir yolculuk. Rotayı sadece kaptan biliyor. Ama bilinmedik yollara sapıyor diye ondan şikayet etmeye ne haliniz ne de vaktiniz olacak; altüst olmuş zaman ve mekan kavrayışınızı tekrar ayakları üzerinde görmekten başka bir şey istemeyeceksiniz. Sizce de fazlasıyla baştan çıkarıcı bir davet değil mi bu?

Bu yolculuğu beylik ulaşım araçları ile yapmak mümkün değil elbette. Bir grup bilim adamı/kadını Odysse adını verdikleri organik parçalardan oluşan bir bilgisayar, bir zaman makinesi yapar ve onunla ilk yolculuklarına çıkarlar ; hem de bizi de yanlarına alma nezaketini göstererek. İkinci Dünya Savaşını bildiğimizden daha önce bitirmeye çalışırlar. 1943 yılına gidip Büyük Sahra Çölünde bir iç deniz yaparlar. Bilinen bütün dengeler değiştiği için, o savaşı başka bir sona ulaştıran alternatif bir tarih gelişir. Sonra Adem ile Havva, Cennet Bahçesi, Süleyman ile Sabalı Belkıs, Musa, İbrahim, Nuh, vb. öykülerinin içinde buluruz kendimizi. Anlarız ki, aslında sadece zaman makinesinin roman kahramanlarını götürdüğü yerlerde; Hindistan’a ve Budizm’e, Güney Amerika’ya ve Maya dinine, uzay istasyonlarına ve geleceğin dinlerine, ayrıca zamanın kendisine doğru genişleyen bir coğrafyada değil; Tevrat öykülerinin içinde yolculuk ediyoruz: Cennet bahçesinin yapılması, Adem’in yapılması, Şeytan’ın onu kandırması, cennetten kovulma; her şey bir kere daha yaşanıyor gözümüzün önünde.

“Son Antlaşma” Tekvin (Çıkış) ve yaratılış konusunda alternatif bir bakış. Tarihte yazılmış belki de en ilginç kitap olan Tevrat’ın coğrafyası içinde bir zaman yolculuğu. Eski ve Yeni Ahit (Antlaşma) ‘e yönelik çok farklı bir yorum. Üstelik zaman makinesinin geçmişten ve gelecekten taşıdığı insanlardan (insanla birlikte taşınanları burada sayabilir miyiz?), renkli ve meşhur kişiliklerden (M. Monroe vb.), yazılı olmayan bir tarihe tanıklık etmekten kaynaklanan baş dönmemiz biraz hafiflediğinde anlıyoruz ki, Can Eryümlü Son Antlaşma’da insanı, sadece insanı anlatıyor. Var olduğundan bu yana, hatta geleceğe değin, insan oluşun esasları üzerinde düşünüyor; farklılaşmaları, benzerlikleri, çatışmaları, tapınma kültürleri ve daha bir çok yönü ile insanın bu dünyadaki macerasını yeniden anlamlandırma çabasına girişiyor. Bu yolculuk davetine icabet edenler insanlık tarihinin en eski, en temel sorularını kendi kendilerine bencileyin bir daha soracaklar: “Biz neyiz?”, “Kimiz?”

Can Eryümlü, “Son Antlaşma”nın kurgu-bilime yaklaşan, hatta fantastik edebiyatın diğer alt türleri ile de kimi zaman öpüşüp koklaşan kurgusunu hayranlık uyandıracak bir beceri ile inşa ettiği gibi, bu kurguyu insan merkezli tutmak gibi nadir görebildiğimiz çetin bir işi de başarıyor. Hayal gücü inanılmaz ölçüde zengin, alt-üst edici ve baştan çıkarıcı. Gösterişsiz ama duru dili bu tür bir romana çok yakışıyor, okuyucunun (sayın yolcular!) kurgunun gücünü açıkça hissetmesini sağlıyor.

Kuşkusuz, bu davetiye tek bir yolculuk için değil. Okuduktan sonra çıkılabilecek yolculukların sayısı ancak kişinin kendisiyle sınırlanabilir. Ben bu davete icabet eden insanların ilklerinden olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Müteakip yolculuklarda kendi ufuk çizgime, er ya da geç, dokunacağımı bilmek içimi ürpertse de…

Yücel Balku

Yayına Hazırlayan: Yücel Balku
Düzelti: Yücel Balku
Tasarım: Faruk Ulay
Tasarım Uygulama: Yekta Kopan
Kapak Resmi: Marc Chagall
Türü: Roman
© Aralık 2001 altKitap ve Can Eryümlü


Diğer kitapları
(Bej rengi kapaklılar henüz basılmamış olanlardır.) 


20150401_141205 Gri Kıyılarında (1994)
Kısa öyküler… Sıradan kişilerin yaşamlarından kesitlerle insan ilişkilerinde yaşanan dramlar ele alınır. Sonraki yaşamları etkileyen bir takım kritik anlardan sonra, gelecek artık eskisi kadar basit ve beklendiği gibi olamayacaktır. Sevilen ve güvenilen bazı kişilerin yaptıkları yüzünden yollar yaşamın zahmetli ve zor tarafına yönelebilir. Ama onca sıkıntının içinde yaşanan beklenmedik dostluklarla yaşam gene de katlanılabilir olabilmektedir.



 


BEN ZAMAN TANRISIBen, Zaman Tanrısı (1998)
Romanın geçtiği ortam Doğu Akdeniz coğrafyasıdır. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek arasında gidip gelir. Karakterler çağdaştır, ancak mitoloji kahramanlarıyla çalışır ve/veya çatışırlar. Öykü iki arkadaşın zaman tanrısı Kronos’dan zamanın fotoğrafını çekme işini almalarıyla başlar. Dört boyutlu zamanı, fotoğrafın iki boyutlu çerçevesi içinde yakalamaya çalışacaklardır. Kısa bir süre sonra derisi yüzülmüş, flütçülerin piri Marsias’ın da Kronos tarafından zamanın müziğini yazmakla görevlendirildiğini öğrenirler. İşleri daha sonra onları hâlâ işkence görmekte olan Prometheos’a götürür ve tanrılarla insanlar arasındaki yeni bir savaşın içine sokar. Mısırlı Hermes Thot ve Selene’nin çoban sevgilisi Endymion bu savaşta onlara destek olur. Öykü daha sonra, bir dizi geriye dönüşlerle dramatik bir eğri çizerek romandaki kahramanları, insanların olduğu kadar tanrıların acılarını da tanımaya yöneltir. Yöneltir de, yaşanan onca acı olayın ardından taraflar birlikte yaşamayı öğrenebilecekler mi acaba?



ZBYZamanın Bittiği Yer (1999)
Tozlu bir kitaplıkta karnını doyurmak için kağıt yerken okumayı öğrenen bir kitap kurdunun öyküsü. O küçük kurdun, her şeyi öğrenme isteğiyle, bir kitaptan diğerine açılan yolculuğu öylece başlar. Bir süre sonra bir koza örüp kendini bir pervaneye dönüştürür ve o koca kitaplık artık ona dar gelmeye başlar. Peki de, başka nereye gidebilir? Evet! Bir zamanlar kitaplığıyla ünlü İskenderiye’ye... Gider de… Ancak oradaki kitaplık yüzyıllar önce yıkılmıştır. Yerinde boş bir mahzen vardır. Onu yakıp kül eden vahşeti anımsamanın sıkıntısıyla kendini çöle atar ve orada dünyanın en güzel kelebeği ile karşılaşır. Yaşamının aşkı ile… Zaman sonsuzlukta erirken onlar kendi seçtikleri yerlerde birbirlerini özgürce sevmeyi öğrenirler.





Kmhb Kalimerhaba İzmir (2004)

 

 

 




SmyrniKalimerhaba Smyrni (2007)
Yunanlı yaşlı bir adam torunuyla İzmir'e gelir. 1922 yılına kadar o kentte yaşamış biridir aslında o. Çok sevdiği kentinden, Anadolu’da yaşamakta olan Rumlarla birlikte, o tarihte kovularak Yunanistan'a gitmiştir.  Türk İzmir’de eski nişanlısını bulur. İki yaşlı insan yalnızca anılarında kalmış bir kentte yaşanmamış gençliklerini ararken, torun Zoe yeni geldiği bir kentin keyfini yaşamak istemektedir. Ancak o da tarihe ve eskiden yaşanmış acılara çekilir. Genç bir Türk ile, iki ulus arasındaki tartışmaları kaşıyarak kazımaya çalışırlar. İki ülkenin yakın dönem tarihini, İzmir tarihinin ışığında araştırırlar. Bu bir dostluk romanı değil, tam tersine dostluksuz bırakılmışlığın romanıdır. Belki de, ‘Ne seninle, ne de sensiz…’ olmanın anlamsızlığı…




 Son Antlaşma (2002)

 

 

 




SA_2Son Antlaşma (2014)
Tekvin (Çıkış) ve yaratılış konusunda tabuların ve zamanın örttüğü gizlere farklı bir bakış. Öykü, tarihte yazılmış en tartışmalı kitap, Tevrat’ın coğrafyası içinde bir zaman yolculuğu ile başlar. Kahramanlar Odysse adını verdikleri organik parçalardan oluşan bir bilgisayar yapar ve onunla ilk yolculuklarına çıkarlar. İkinci Dünya Savaşını bildiğimizden daha önce bitirmek için 1943 yılına gidip Büyük Sahra Çölü’nde bir iç deniz yaparlar. Bilinen bütün dengeler değiştiği için, o savaşı başka bir sona ulaştıran alternatif bir tarih gelişir.

Sonra bir şey onları Tevrat’ta anlatılan öykülerin içine çeker. Adem ile Havva, Cennet Bahçesi, Süleyman ile Sabalı Belkıs, Musa, İbrahim, Nuh öykülerinin içine… Elbette Şeytan ile aralarında bir anlaşmazlık çıkar. Çıkmak zorundadır zaten. Ancak coğrafyaları daha sonra Hindistan’a ve Budizm’e, Güney Amerika’ya ve Maya dinine, uzay istasyonlarına ve geleceğin dinlerine, ayrıca zamanın kendisine genişler. Odysse’yi ele geçirip evreni yönetebilmek için değişik zamanlardan gelen bazı grupların oluşturduğu iki büyük taraf arasında savaş çıkar. Ve ardından insanlar, ders alınmamış tarihte bir kez daha, acılarını yüreklerine gömüp yıkılan dünyalarını kurmaya çalışırlar. Ondan sonra savaşların olmayacağını umarak…

sg-kapakSakız’ın Gözyaşları (2009)
Sakız’ın Gözyaşları, Ege’nin iki yakasında yaşayan iki ailenin birkaç kuşak boyunca süren dramları temelinde tarihe bakıyor. Roman kahramanı Fatih, dedesinin defterini buluyor ve onun yakın bir dostundan öğrendikleriyle defterdekiler birleşince ailesi ve kız kardeşinin Sakız’lı kocasının ailesi hakkında yeni bilgilere ulaşıyor. İki ailenin tarihi, iki ülkenin tarihi ile karışıyor. Roman, Fatih’in kız kardeşinin yeni doğmuş bebeği Defne’yi görmek için Sakız’a gitmesiyle başlıyor. Ertesi gün katıldığı ada turunda Türklerden nefret eden bir rehber (Giannis) yüzünden iyice geriliyor. Ancak Fatih rehberi dinlerken kendi tarih bilgisinin ne denli zayıf olduğunu fark ediyor. Neyse ki Sakız adasında karşılaştığı insanların hepsi bu rehber gibi değildir. İzmirli olduğunu öğrenince ona dostça davranan çok sayıda insanla da tanışıyor.

Roman bu noktada yeni bir yola sapıyor. Adada varlığını sürdüren Homeros Derneği, bir Yunanlının Türkler açısından, bir Türk’ün de Yunanlılar açısından tarihe bakmasını sağlayacak bir proje geliştiriyor. Dernek başkanı kendi yaptıklarını şöyle açıklıyor: “Okul kitaplarında okutulan Yunan tarihinin uluslararası bir komisyon tarafından yazılmasını önerdik.” Böylece Fatih ve Giannis birbirlerinin tarihini araştırmaya başlıyor. Proje zamanla tarihe tarafsız yaklaşmanın da ötesine geçiyor. “Ancak dünyadaki savaşların birer iç savaş olarak görüldüğü, insanlığın bir aile olduğu fark edildiği zaman...” diye açıklıyor düşüncesini Fatih. İki tarafın yaptığı araştırmalar aslında yüzyıllar boyu birbirlerini suçlayan iki ülkenin emperyalizmin tüccarları elinde nasıl oyuncak olduğunu ve birbirlerinin önüne yem olarak atıldığını gösteriyor.


elif kapakElif! Elif! (2010)
Bir aşk destanı… Ege Adaları ve Orta Doğu coğrafyasında yaşanan bir, birbirini arama romanıdır. Kahramanlar, Elif ile Engin İzmir’de yaşayan evli bir çifttir. Bir sabah, birdenbire ve her nasılsa, gözlerini farklı zaman ve mekanlarda açarlar. Ana tanrıça Kibele’nin yardımıyla, birbirlerini aramaya çıkar, bilmedikleri diyarları dolaşırlar. Yollarda ve durakladıkları yerlerde çeşitli serüvenlere karışır, farklı aşklara tanık olurlar.

Erkeğin İzmir’de başlayan öyküsü Yunan adalarında sürer;  Andros, Tinos , Mikonos, Delos, Paros-Naksos, Ios ve Santorini... Kadın kendini Harran’da bulur ve sonra Bazda Mağaraları, El-Barur Kervansarayı, Mardin, Dayrulzafaran Manastırı, Yezidilerin Laleş Vadisi, Amazonların kampı ve Nemrut Dağı’na geçer. Sonra ikisi yer altına iner ve birbirlerini bulur. Orada anneleri, babaları ve Orpheus ile karşılaşır, kızgın lavların içinde Niobe ve Medeia ile görüşür, denizin dibinde Defne’yi bir balina olarak bulur, daha sonra gökyüzüne yükselir, Jonathan Livingstone Seagull ve Mevlana ile tanışırlar. Oradan da…

Atlantis Çıkıyor (2010)
Üzerinde yaşayan insanların uyanmaktan korktuğu soğuk, karanlık, henüz uygarlık eşiğini aşmamış ve aşamadan sönüp gidecek gibi görünen bir dünyada, tek başına, kırılgan bir kibrit ışığının ne anlamı olabilir? Kendi başına yanıyor olsa da, yanmaktan başka çaresi yoktur onun. Varoluşunun anlamı ucundaki o minik alevdir. Yalnızdır. Yapayalnız. Yıkmak istediği beton kaleler tamam da, özellikle kurtarmak için yanmayı göze aldıkları, sistemin ezdikleri saldırır ona. Bu yüzden alevini bir yangına dönüştürmek zorundadır.
Güney Doğu’da askerlik yaparken mayına basıp bir ayağı kopan Asteğmen Cemil Sönmez, GATA’daki tedavisinden sonra hapse atılır. Verilmek istenen madalyayı (en yakın arkadaşının ölüm haberini almıştır o sırada) reddetmiştir çünkü. Çıkınca, ölen arkadaşıyla önceden izledikleri üç madrabazın (bir milletvekili, bir eski belediye başkanı ve bir iş adamı) paralarını internetten soymakla işe başlar. Ardından dünyanın en büyük üç mayın üreticisini soyar. Bu kadar kolay mıydı bu işler? Evet efendim. Bilgi her şeydi çünkü ve Cemil de bi-li-yor-du. Soyabilirdi. Soydu. Kimsenin dokunamadığı mayıncıların canını fena yakmıştı, ama onların her yerde ortakları, ortaklarının ortağı hükümetler, başbakanlar, adalet bakanları, içişleri bakanları, mahkemeler, polisler, jandarmalar vardı. Düşerler tabii peşine! Ama o gene de cılız sesiyle bağırmayı sürdürür; “İnsanlar birleşin! Çekin orduları geriye! Gönderin çocukları evlerine! Gelecek aklın olsun!” Amin!

Uzak Ülkeler I - Artres (2013)
Bir bilim kurgu üçlemesinin ilk kitabı olan roman. Yüz kuşak önce (her biri 25 dünya yılı) savaş halindeki Dünya’dan Kurtuluş adlı bir gemi ile uzaya kaçmak zorunda kalan bir grup insan buldukları uzak bir güneş sistemindeki gezegenleri yeniden biçimlendirerek canlılara uygun hale getirirler. İkinci gezegen Artres’e laboratuvarda ürettikleri, kendilerine benzer insanları ekerler. Daha sıcak olan birinci (Anara) ve daha soğuk olan üçüncü (Saron) gezegenlere ise oraların koşullarına uygun farklı canlılar yerleştirirler. Ve hepsini gözlem altında gelişmeye bırakıp giderler.

Elli kuşak sonra Artres’e yeniden gelirler ve oradaki insanlardan, diğer iki gezegende düzgün gitmeyen evrimleri yoluna koymak için yardım isterler. Artres halkı ne kadar barışçıl ise, gemi halkının arasından bazıları içlerindeki vahşetten kurtulamamış, kaçtıkları Dünya’nın hırs ve hastalıklarını beraberlerinde getirmiştir. Artres halkını ikinci sınıf yaratıklar olarak gören bu bir grup insan, gemide darbe yaparak gezegeni ve gemiyi ele geçirmeye çalışır. Amaçları Artres’i mevcut halkından temizleyerek kendi insanlarını yerleştirmektir. Çıkan savaşta iki taraftan pek çok kişi ölür ve yaralanır. Gezegenin evleri ile gemi büyük hasar görür.

Tam bu sırada Dünya’dan alınan bir mesaj, Kurtuluş'un yönetiminden Dünya'da sürmekte olan savaşın durdurulması için yardım ister. Macera Anara ve Saron kadar Dünya’ya da yayılarak sürecektir.

Uzak Ülkeler II - Saron (2014)
Bir üçlemenin ikinci kitabı olan bilim kurgu romanı. Elips bir yörüngesi olan Saron gezegeni güneşten en uzak konumda kış mevsimini yaşamaktadır. Tamamı buzla kaplıdır. Halkı olan sardanların (bir tür balık) bazıları kış uykusundayken bazıları uyumayı bırakmıştır. Uyumayanların bir kısmı köyler ve kasabalarda ağırlaşmış bir yaşam sürerken, bir kısmı buz tutmuş denizin altındaki donmayan suya kaçmıştır. Bunlar birbirlerini yiyerek beslenmektedir.
Kurtuluş'tan gezegeni ve halkını incelemek üzere gönderilen bir grup insan arasında özel olarak üretilmiş bir kız vardır; Aaracan. Sardanlardan bazıları kendi ortamlarından kaçıp insanlara katılır ve toplumlarını yöneten Ulucan'dan söz ederler. Gezegendeki nüfus planlaması ile beslenme düzenini o ayarlamaktadır. Koyduğu kuralların dışına çıkan sardanlar av olmakta, akıllarını kendine alırken bedenleri diğerlerince yenmektedir. Aslında Ulucan maddesi olmayan bir akıllar toplamı, ölmüş sardanların bütünleşmiş zihinleridir. tehlike olarak gördüğü insanları gezegeninden kovmak için akıllarına saldırır, zihinlerini dondurur, hatta hiç bilmediği bilgisayarlarına girer. Üsteki ve ana gemi Kurtuluş'taki insanların tek umudu küçük Aaracan'dır.

Yıldız Kaymaları - Minyatürler (2011)
En az sözle en çok şeyi anlatabilme çabası... Bir anda çakıp geçen damıtılmış parlaklıklar... Rubai disiplininde yazılmış çok kısa öyküler (diyaloglar? şiirler? denemeler?)...
Sabırsız ve zorlayıcı çağımıza uzanan zaman dışı metinler... Çoktan unutulmuş ustalara saygı ve dilin yetersizliğine karşın çağdaş edebiyatla bir bilek güreşi...

 

Hazine Sandığı (2012)
İnsanlık tarihi boyunca bizi biz yapan toplam elli öykü, destan ve mit. İnsanlığın süzülmüş aklı ve birikmiş hayal gücü.
En eskilerden başlar; Mezopotamya, Mısır, Avustralya yerlileri... Sonra Yunanlılardan kalanlarla ve  İlyada, Odisseus gibi aşılamamışlarla devam eder. Dünya halklarına uzanır; Japon, Çin, Maya, İnka, Aztek, Afrika, Finler... Türk coğrafyasının efsane ve masallarına geçer; Alpertunga, Bozkurt, Deli Dumrul... Aşk, insanlığı en çok meşgul eden konu; Memê Alan, Kerem ile Aslı, Tristan ile İsolde gibi öykülerle yer bulur kendine. Ve bugüne gelir ve; Küçük Prens, Martı, Cesur Yeni Dünya, Zaman Makinesi gibi çağdaşlarla geleceğe bakar.

 

 

Deniz İle Gökkuşağı (2011)
Deniz’in Gökkuşağı adını verdiği bir kuşu vardır. Onun akıl kuşudur o. Sırasında kocaman büyüyerek Deniz’i sırtına alıp dolaştırır, sırasında küçücük olup kulağının içine saklanır ve onunla konuşur. Gökkuşağı Deniz’i önce çok merak ettiği otomobil yarışlarına, sonra dünyanın çeşitli yerlerindeki büyük kentlere, dağlara, çöllere, hatta kutuplara götürür. Zaman içinde geriye giderek tarih gezileri de yaparlar. Korsanlarla savaşır, tutsak aldıkları çocukları kurtarırlar. Ardından uzaya çıkarlar. Güneş sistemimizin gezegenlerini ve başka yıldız kümelerini dolaşırlar. Buldukları uzak bir gezegende su-insanlarla tanışırlar. Sonunda Deniz kendi istediği gibi bir dünya kurar ve üzerine hayalindeki canlıları eker. Sorumlu olduğu ve koruması gereken bir dünyası olmuştur.

 



Defne'nin Kelebek Kanatları (2012)
Ailesiyle pikniğe giden Defne’nin sırtına bir sürü kelebek yapışır. Önce olaydan ürken Defne daha sonra onların kanatlarını kullanarak uçabildiğini fark eder. Eve döndükleri günün gecesinden başlayarak uçma becerisini geliştirmek için çalışır. Önceki kısa turlar giderek daha uzun dolaşmalara döner. Bir parkta bir kelebek, uğur böceği, ateş böceği, yusufçuk ve salyangozla tanışır. Onların dillerini öğrenir, arkadaşlığını ilerletir. Bir gün oynadıkları parkı sis basar. Hep birlikte sisi boyarlar. Sonraki günler daha yukarı çıkıp bulutları boyamaya başlarlar. Önce bulutu temizleyip bembeyaz bırakıyor, sonra istedikleri gibi boyayıp içinde oynuyorlardı. Bulutlardan ayıkladıkları siyahlıklar zamanla bir kenarda birleşerek canlanır ve boyadıkları bulutları bozmaya başlar. Onunla kalmaz, bir süre sonra her yeri kara bulutlar ve koyu gölgeler kaplar. Bütün renkler yok olur. Defne ve arkadaşları kendilerine saldıran o kara canavarla mücadeleye girişmek zorunda kalır.

 

Elif’in Yolculuğu (2012)
Elif bir gün çizdiği bir resmin içinde bulur kendini. Orada kendisine benzeyen bir kız çocuğu çiçek toplamaktadır. Onun kendisi olduğunu anlayıp şaşırır. Kızın adı Life’dir. Oldukları resimden çıkabilmek için yeni bir resim çizerler; Life’nin evini. Resmin içine atladıklarında kendilerini orada bulurlar. Annesiyle babası kızlarını çok merak etmiştir. Geldiği için sevinip ikisini yedirip yatırırlar. Ertesi gün Life’nin hasta dedesi için sağlık taşını bulmak üzere, Kocadağ’daki mağaranın resmini çizerek içine atlarlar. Oradaki yaşlı büyücüden taşı zorla da olsa alıp geri dönerler. Herkes çok mutlu olur, ama Elif evine dönmek ister artık.
Ertesi sabah vahşi bir ormanda uyanır. Yalnızdır. Bir ağaca takılı bir maske ona yol gösterip başka maskelerin olduğu bir dere kenarına götürür. Maskeler onu balon-balıkların olduğu yere, balon-balıklar akıllı ışık topuna götürürler. Işık topu onu çölde tek başına yaşayan ve o maskeleri yapmış olan yaşlı adama götürür. Maskeci onu bir yer altı deresinden geçirerek mücevher dolu bir mağaraya yollar. Mücevherler Elif’in orada kalıp kraliçeleri olmasını isterler. Elif’in aklında ise hâlâ evine dönmek vardır.