Azime Akbaş Yazıcı

.
1960 Yılında Yalova’ da doğdu.

1983 Mimar Sinan Üniversitesi GSF Resim Bölümünü bitirdi. Şiir, deneme, öykü ve desenleri sanat dergilerinde yayınlanmakta olan Azime Akbaş Yazıcı, çeşitli kurum ve kuruluşlarda resim öğretmenliği yaptı. Halen kendi atölyesinde çocuklarla resim çalışmaya devam ediyor.

Çok sayıda kişisel ve karma sergide çalışmaları yer alan Yazıcı, her yıl Haziran ayında öğrencileriyle birlikte açtıkları karma sergisinden elde edilen gelirin çeşitli derneklere katkı sağlaması anlamında destek veriyor. (Oder-Kitvak)

Egeli Kadın Yazarlar Platformu üyesi olup 2010 Yılında 2. Baskısı yapılan NefesTen isimli anlatı kitabı İlya Yayınları tarafından 2009 Yılında yayınlandı. Denizler Geçti Gökyüzümden isimli kitabının 2. Baskısı 2013 yılında Nezih-Er Yayınları tarafından basılmıştır. Yayına hazırlanmakta olan iki dosyası bulunmaktadır.

Evli ve iki oğul annesidir.

 


Denizler Geçti Gökyüzümden

Gökyüzüne öykücükler ağdırıyor Azime akbaş Yazıcı.

Martılar denizi, dalgaları, gemileri, balıkları, mavileri bulutlarla buluşturuyor rüzgarların ıslıklarıyla.

Resimler, ressamlar geçiyor imgelerin elinden tuta tuta gözümün önünden.

Denizler Geçti Gökyüzümden adlı kitaba dair

Nevzat Süer Sezgin

NEZİH_ER yayınlarının, şair dostumuz Mine Ömer'in editörlüğüyle, biz okurlara sunduğu 'Denizler Geçti Gökyüzümden' Azime Akbaş Yazıcı'nın ikinci kitabı.Geçtiğimiz günlerde ikinci basımı yapıldı.

Kitabı elinize alınca ön ve arka kapaktaki Ilgaz Uğurluer'in nefis fotoğrafları ve Perihan Ömer'in özenli tasarımını sevmemek mümkün değil. Arka kapaktaki Gültekin Emre'nin kısa tanıtım yazısıyla sarsılmaya hazırlanarak okumaya başlıyorsunuz.

Seksenyedi kısa bölümden oluşan yapıtı,  öykü mü' şiir mi' anlatı mı' deneme mi' ağıt mı' yoksa hepsi mi' bilemeden içinde kaybolarak okuyorsunuz.

Resim sergilerini dolaştığımız, şiirlerini okuduğumuz Azime Akbaş Yazıcı'nın bu kitabı, adeta 'yazmadan edemediğim mavi düşlerim, yıldızlı gecelerin tarif edilmez hasretiydiniz' diye anlattığı, hep çizmek istediği tablolarından oluşmuş, harflerle bezenmiş bir sergi. Ama her tabloda başka tablolarda keşfederek okumayı sürdürüyorsunuz. Her satırı okurken içinizden 'bir başka oluyor ressam ve şairin kelimelerle, uğraşması' diye düşünerek , döne döne okuyorsunuz. Sözcükler ışık, renk ve gölgelerle kaynaşmış, imgelerle bütünleşip cümlelere dönüşmüş ve sanki yeni bir edebi tür yaratılmış.Yazarın duygularının ve düşüncelerinin yüreğinize dolduğunu, rengarenk görüntülerle beyninizi kemirdiğini hissederken, kendinizi de tabloların içinde buluveriyorsunuz.

Artık sizin de gökyüzünüzden denizler geçmeye başlıyor.

Yazarla birlikte sergiyi dolaşırken her çeşit sömürüye, haksızlığa, ayrımcılığa, özensizliğe, karşı çıkıyor doğanın diyalektiğini yeniden keşfediyorsunuz.

Azime Akbaş Yazıcı 'Doğayla beraber insanlığın ortak tarihinin de yok olmasına izin mi vereceğiz'' diye sorarak her satırda algılarınızı zorlayan ama arı ve tertemiz bir Türkçe'yle anlatıyor isyanını.

O çevresinde olan her nesneye, her olaya kendisine göre bir anlam katarak adeta varlıkların gizemini anlatıyor bizlere. Ressamları yeniden yorumluyor gündelik yaşamın an'larıyla bütünleştirerek.

''Dali' nin uzun gölgelerine gizlenen kadın figürüdür, boşluğun yeşil dili. Saatin dili kayar, kuru dallar ucunda. Beyaz bir atın iskeletine vurur süt beyaz gölgesi perilerin. Uzar kadının saçları, tekirin uykusu uzar.

Bordo yalnızlığında bir iskemle, küçük bir pencereden vuran turuncu ışıkla, kırmızı kumaş parçasıyla paylaşır dilini renklerinin. Yeşil ve derin kuyularda akrep arar kendine saatler.

Uzun ve beyaz elbiseli kızların yeşil bahçelerinde gezinir Monet. Mavi ağaçların suya vuran mor gölgesinde nilüferdir elleri. Pembe şemsiyesinin altında uzun bir mektup olur hüzün yüklü kızın dizeleri.

Uyur tekir, kitabın sayfalarında. Gözleri ölür nehirlerin.
Edgar Degas tozlu sarılarının içinden balerinlerini armağan eder.
Sarı saman yığınlarının içinden çıkar gelir Giotto' nun havarileri.
İp cambazının içinde bir korkudur örümcek ağları.
Yıkılacak köprüleri düşünür kararır gözleri, kıyılar kalacaktır nasılsa'''
Okudukça sonsuz denizler ve gökyüzü birbiriyle kaynaşıyor ve 'insanın' sadece doğanın bir parçası olduğunu yeniden anımsıyorsunuz. Azime Akbaş Yazıcı gaspedilen, ranta çevrilmeye çalışılan her davranışa kalemiyle karşı çıkyor.
Onu okudukça insanı doğadan ayıran, yorgun Dicle'yi, kırgın Allionai'yi, Hasankeyf'i ve Munzur'u yok eden baskılara karşı direnciniz artıyor.Yazar bize 'kafanızı kuma, aklınızı suya gömmeyin', 'Evrenin sessiz çığlığına sessiz mi kalacağız'' sorusunu sorarak, hemen şimdi HES'lere karşı birleşin diye haykırıyor.
Hayata dair ne varsa dokunuyor ipeksi bir dille. Aşk, sevgi, umut, doğa, tarih, su, hava, kuşlar, kediler, rüzgar, gökyüzü, çocuk gözleri ve gülüşleri, melekler, dirençli kadınlar, mitoloji, sanat, güven, çiçek kokuları, kutsanıyor onun şiirinde.

''Sevgili Sen…
Zaman, onu nasıl algılarsan o değil midir' Dokun bana ömrüm,
dokun her yanıma soluksuz. Sana akıyor rüzgarlarım, bilmez
misin' Aç kollarını su, sana geliyorum.
Ne çok canı yanar suyun, ne çok dillenir gecenin elleri.
Göz akar gider kuzey gecelerine, dinle şarkısını balıkçıların.
Dinle üzüm bağlarını, yıldızlar düşer köpüklü denizlere.
Şaraba akar o güzel saatler,
büyür can, ses büyür..
Aşıp içinin perdesini.
aç perdesini içinin
rüzgarındayım gözbebeğim
büyütürken gökyüzünü içim
olmasın sabah
seviyorum Su' yun nefesini
öper gibi
ya da
belirsiz ışığın tanığıdır çocuklar
kısacık saclarında kentler dinlenir.

'İtirazı var yalnızlığa, aldanmalara, yalanlara, korkulara, korkutanlara, unutulmaya, unutmaya, kaçmaya, maskelere, kuklalara, geçici arzulara, boşa harcanan zamanlara.Doğanın düzenine karşı olan her şeye..
'emanet gökyüzünde
sus pus olur
yusufçuk kuşları
ucuz şarkılar
biriktiren ellerinde
isyandır hırçın zamanlar'
Yazar ölümü sorguluyor yüreğinizi kanatarak 'çıplak ayaklı kan denizlerinden geçiyor ölüm. Ses çıkarmaz ki masum yüzü, bir dilim ekmeğin.'diyor ve devam ediyor ;
'adını hatırlamadığım
Çocuklar koşar
Ölümsüzlüğün
Filiz sürgünü sabahlarına
Postal sesleri
Kan sesleri
Çan sesleri'
Sonra ölmek bile yetmiyordu.'diyor ama hemen yaşama çağırıyor ;
'uyut yüreğini
ve uç elbet
korkularına
yalın ayak
bir çiçek büyüt tabanlarında 'diyerek.

Bu yapıtta, melek kuşu- çöl gülü- yorgun turuncu- lamekan denizler-üşüyen özlemler-gölgeli düşler-gibi yaratılmış imgelerle anlatılan varlıkları artık sizde öyle algılamaya başlıyor ve bir kez daha edebiyatın dönüştürücü gücü karşısında şapka çıkarıyorsunuz.
'Su s/ağır
İçine içine kanıyor Dicle..'gibi dil oyunları karşısında ise Türkçe'mizin gücüne olan inancınız çoğalıyor.

Yazar kitaba;
' Kim biliyor
Ötesini kendinin..' diye başlıyor ama;
'kendi gerçeğinde değişiyor duyular
her gece filizlenip
her sabah ölüyor yüzvurumu
tutsaklıklar
hadi çocuk / getir bir şarkı daha
uçacak mavi kuş / aydınlık sabahlara' diyerek hepimizi karanlıklar içinde meşaleler yakmaya çağırıyor.
Kitabı 'Denizler geçti gökyüzümden kanat kanat ve aceleydiler. Ah''diyerek bitiren Azime Akbaş Yazıcı'yı kutluyor, yeni eserleriyle yolumuzu aydınlatmayı sürdürmesini diliyorum.

Nevzat Süer Sezgin
02.Mart.2012


Azime Akbaş Yazıcı ve Suyun Duası

Tanrı aldatıldı.

Çünkü, hayatın bellek süzgecinden kayda geçirilmesi, hesapta yoktu. Anıların güçlü bir rüzgara sarılarak yüzyıllara savrulması, söz yerinde kanatlanıp soluk alınan her su damlasıyla insanın yüzüne düşen yeni bir sayfanın hecelerini maviye boyayan bir fırçanın içinde saklanması beklenmiyordu.

Söz ve renkler kendi derinliğine sarılarak yeniden doğuyordu.

Şair, yazar ve ressam Azime Akbaş Yazıcı’nın “Denizler Geçti Gökyüzümden” söyleminde binlerce yıllık insanların öyküsünü imgelerken; ruhumuzu kuşatan kuşların kanatlarında hep su tadı, firari bakışları kullanması, dalgalar halinde dağılan sesin suya dönüşmesi, son yılların en güzel yapıtı ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösteriyordu.

Şiir, su, kedi, öykü, kanat izleri ve ruhun dinlendiği saatlerde Azime; tek başına ve yalnızca kendisiyle yola çıkan deneme rengindeki duygu ve düşüncelerini bir pelerin gibi günün omuzlarına atarken, bir bilge rahatlığıyla zamandan suyu sağmaktadır. Orda asılı duran hecelerin içinde buhur kokulu havarilerin annesi konumundadır.

Anne.. Suyu ve renkleri doğuran, ellerini Bergama sunaklarından Allianoi’nin acılarına adamış, acıları direnmenin ve haklı olarak ayaklanmanın bir simgesini   saçlarına takmaktadır.. Hayattan, şiirden, renklerden yeniden doğuyor şair... O bu sahnede bir tanrıçanın elçisi gibi kedilerini okşarken, mırıltılar halinde hayatın başka bir imgesini kuruyor, sunakların en tepesinde ay bulutları suya götürürken beyaz tüllerini dağlardan ayak izlerine bırakıyor.

Tanrı’nın unuttuğu zamanı, avuçlayıp sabır taşına işlerken mutludur Azime.. Yine suyun kendine sakladığı içsel renklerinde direnci kum tanelerinden, topraktan, ekmekten ve umuttan besleyen kısa öykülerin şiir ırmağında hep yaralı; yarasını kendi söylemiyle imgesel anafora dönüştüren ve suyu yine kedilere ulaştıran uzun soluklu bir söylemin beyazlığından, aşağıya doğru şarkısını söylüyor.

Şairler simyacının son renklerinde donup kaldılar.

Şair.. Su.. Kanat.. Kediler.

Ve tütsülenmiş hayatımızı kuşatan değerlerin aşka ulaştığı saatlerde hep akreplerle mücadele eden gölgesinde destansı figürlerin, duvarda kalan izlerini avuçlayarak resime dönüştüren çılgın çocukların; bakıldığında uysal, görülmediğinde duvarları aşıp yepyeni bir hayata yelken açan ruhumuzun bekçilerini satır aralarında saklayan bir büyücünün ta kendisidir aslında.

Öykü değil, ama öykü..

Şiir değil ama şiirin babası

Deneme değil ama düşünsel anaforun arkasında kalan çok sesliliğin içinde, zamana koşan martıların çığlığını kanatlarından düşüren bir bilge. Şair bu yapıtta, bu sahnede; küçük ve uysal.. Naif bir zaman diliminde hayata anlam katmaya veya varolan anlamların dışına çıkarak farklı ve yeni kimliklere ulaşan bir yolun ustası olarak kenarda durup biz zavallı okuyucuları izlemektedir.

Peki bu söylem böyle mi olmalıydı!

Evet böyle olmalıydı.. Usta şair, yazarın; sözcüklerle kurduğu büyülü dünyanın penceresinden bakarken saçlarımızı ıslatan yağmurun çocukları uyanışa kaçıyor.

Ruhumuzun tortusunda kalan paslı renkleri bir kedi patisinden çalarak tuvallere ve zamanın bakışlarına serperek yeni bir oluşumun özgürlüğe açılan temellerini oluşturuyor..

Halil Cibran’ın sedir ağacında toplanan kuşların birbirine değerek ve birbirine masallar anlatarak çıkılan yolculukların içinde doğan çocukları da unutmadan gökyüzünü boyayan fırçaların bıraktığı izlerin arkasında saklanırken, küçük bir çocuk terkedildiği sokaktan bizlere el sallıyor. Sevgili Yazıcı bu sahnede direngen bir sevgilidir. Bütün kedilerin ve çocukların annesi, suların berraklığını veren bulutların ressamıdır ayrıca.

Hayatın daracık sokaklarında, ruhumuzla çarpışarak geçtiğimiz duvarların inşasında hep taş yontuları bırakan fısıltıların ustasını saklamaktadır, dizelerinde... Korkularımızın kumsalda kalan çakıl taşlarından renkli suratlarıyla umutlarımızı işleyip büyüdüğümüz sayfaların arkasında hep beyaz bir kedinin bakış izlerini görmek için ustaca bizi yönlendirmektedir..

Şair,yazardır..

Yazar bir ressam.. Ressam; bir su avcısı ve bütün renklerin doğumunda parmak izlerini unutarak sessizce evine gitmeyendir.

Yolu, su kuşlarının uyku saatinde çepeçevre tel örgülerin içine girip sevdiğini kucaklarken, gözyaşlarını körfeze dağıtarak martıların özgürlüğüne yol çizmektedir. Martılar denizin sokak çocuklarıdır. Söylediği şarkılar, kentin tarihini rüzgara verendir. Ve rüzgar yaralı bütün şairlerin yüzünü okşayarak dağlara çıkan yağmur damlasının üvey kardeşidir. İşte bu sayfada; kadim serüvenin en son dizesinde hep bir caz kedisi saklanmaktadır.

Yolu kim çizdi..

Hapishane avlusundaki kuşların rengini kim soydu.. Yüreğini ve ellerinin sıcaklığını kim çaldı akşam saatlerinde.. Hangi rüzgar anlatabilir suyun suya özlemini.. Dokunan ellerin birbirine anlattığı öyküleri kim taşıdı rüyaların her sayfasına.. Şairi kim tutukladı.. Kim yazdı bu aşkın burukluğunu tarihin güncesine..

Hepsini toplayıp suyun aşkına döktü, Azime Akbaş Yazıcı.. Renklerin ruhunu özgürlüğüne döktü ressam ve son damlasını bulutlara yükleyip karşı kıyıların şarkısına adadı ayetlerin en son dizesini. Ve kahin sustu, suya bakarak.. Su, geleceğin aynasında kendini görüyordu. Su sakin geçen bir gecenin içinden akarak şairin yüreğinden geçiyordu. Su şiirdi. Son damlasına kadar uzanan dalların ucundan atlamaya hazır renklerin bir ucu tuvalde kalmıştı. Ve sevgili Azime, kızıl saçlı kedilerin tanrısını uyandırıp hayata astı.

Şiirin usta havarisi olan sevgili Akbaş Yazıcı bu ilginç ve müthiş yapıtı ile son yılların en güzel şarkısını bizimle paylaşırken, “Artık şiir bitti.. Artık, yeni ve farklı söylem yok” diyen birçok sanat dinazorunu da şaşırttı.

Yıllardır, “kavgası olmayan kentlerin şiiri bitmiştir.. Aşkın sarı renginde dağlara çıkmayan öykünün yazarı ölmüştür.. Tuvali paramparça renklere dağıtmayan uçarı kanatların hayalleri peşinden gitmeyen ressam zaten ölüdür” diyen toplumcu sanat anlayışının iflah olmaz havarisi olarak ben, hep karamsar baktığım edebiyat dünyasında, bu yapıt beni tekrar mutlandırdı.. Ayrıca okumak şansını bulduğum sevgili Azime’nin bu yapıtı karşısında suskun kalmak mümkün değildi. Son yılların en güzel ve en nitelikli edebiyat ürünü olan bu yapıtın hakettiği oranda okunmasını, paylaşılmasını dilemenin dışında, mutlaka okunması gerekir diye yazmak zorundaydım. Bu benim yurtsever devrimci sanatçı duruşumun da bir gereğiydi.. Çünkü, zor beğenen bir yazar olarak, bu yapıt karşısında duyduğum şaşkınlığı, estetik ve düşünsel derinliği sizinle, okuyucularımla mutlaka paylaşmalıydım..

Yüreğine sağlık kızıl saçlı bacımız.. Teşekkürler, suya, kedilere ve senin damıttığın hayata..

Ümit Yaşar Işıkhan


Azime Akbaş Yazıcı ile bir sohbet

Ömür merdiveninde nefesimin yorgun düştüğü an rastladım O'na… Elindeki bir avuç mavi ışığını sundu bana, o gün bugündür bir avuç mavide beraber yol alıyoruz… Benim için öylesi çok, kelimeler, cümleler tüm anlamlar anlamsız kalır , tüm sular durulur tüm fırtınalar saklanacak yer arar adının geçtiği  her yerde. Bu yüzden kendisi anlatsın istiyor ve başlıyorum…

Kimdir Azime Akbaş'

- 1960 Yılının sıcak bir yaz günü, serin sularda yüzümü yıkarken çıkageldim Güzin ve Hidayet' ten… Mutlu ve güvenli bir çocukluğun kardeşliğini Merva, Mine ve Mustafa ile paylaştım, paylaşıyorum. Yaşam bana anne ve babamdan özel bir armağan sunmuştu. Kendimi ifade biçimim resim ve yazıyla gelişti. Çocuklardan ve kedilerden hiç vazgeçmedim.

Kadının yeri nedir, ne ifade eder, Azime'nin gözünde nerededir kadın'

Her şeyden önce anadır kadın. Doğurgandır, sorgusuz seven ve yine sorgusuz bağışlayandır kadın. Olağanüstü bir çabadır…Duyumsayandır. Kadın, bir kavram ya da kavramın dar kapsamına sığmayandır…Hayatın ve başlangıcın ta kendisidir

- Kadın olmak nasıl birşey; evlat, eş, kardeş, anne, dost - arkadaş, olmanın dışında kadın olmak' İnsan olarak hepimizin zaman zaman yaşadığı hayal kırıklıklarından senin payına düşen nedir'

- Hayal kırıklıkları kadına, yeniden hep yeniden başlama gücü katar. ‘' Olmak'' yolunda geçilen sınavlardan hep doğruyu ve iyiyi seçerek büyür kadın. Acı ve kırıkcam üstü yürümelerinde kanayan yerlerini yine kendi bağışlama ama unutmama sargıları ile onarır. Sevgi dolu bir tutumla koruma altına alır eksik yanını. En büyük hayal kırıklığım dünyama yapılan eziyettir. Yanan ormanların içinde barınan günahsız hayvanların çığlık çığlığa yaşam alanlarından kaçmak zorunda kalmaları ya da hayatlarını kaybetmeleridir. Savaş çocuklarımın kirpiklerine kül, yüreklerine kan salınmasıdır…

- Hayat çok acımasız, çeşitli haksızlıklarla dönem dönem bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne, sarsıyor,  deviriyor ama yine de yaşam devam ediyor bir şekilde. Azime hayatın bu yönüne karşı durabilme gücünü nereden buluyor peki'  Dayandığın ve inandığın en büyük güç nedir peki'

- Canım Asya, evet hayat çok acımasız, biliyorum. Pek çok kadın gibi elbette ben de bu acımasızlıkların tokatlarını hem yüreğimde ve hem de elbette nefesimde hissettim. Evet sarsıldım belki ama devrilmedim. En büyük güç yine insanın kendisidir. İnandıklarımın peşinde savaşmayı hiçbir zaman bırakmadım. Eğer kendine saygın, sevgin, inancın yoksa çabuk pes edersin… Dayanma gücünü çoğu zaman adına ‘' can'' dediğimiz bir dosttan, uğruna dünyaları bağışlayacağın çocuklarından, çocuklardan ve elbette yine kendine olan direncinden alırsın. İçinde, derinlerinde çıktığın yolculuklardan azalarak değil, inadına çoğalarak çıkarsın. Eğer kendine olan sevgin senin elinden tutar ve sana güç verirse bu yaşama tutunma sebebin olur.

- Farklı bir yaşam enerjin var senin, bunu ben biliyorum… Bilmeyenler için bu konuya biraz değinir misin rica etsem…

- Sana acı veren hayat, aslında seni hep besleyendir Asya can… Olumsuz enerjiyi eğer kendi bünyende olumlu hale dönüştürebilirsen gün gün güçlenirsin. Sevmekle başlıyor her şey… Koşulsuz sevgiyle. Yaşam enerjimi beni heyecanlandıran, üretmeme sebep olan tüm değerlerden alıyorum. En başta çocuklara duyduğum sevgiden… Onlarla her zaman çok iyiyim. Bir ilköğretim okulunda 24 farklı sınıfa görsel sanatlar eğitimi veriyorum… 900 öğrencim var. Hepsi ayrı bir dünya ve onlardan çok şey öğreniyorum. Eğer beraber büyüyebileceğiniz değerleriniz varsa hep olumlu enerji ile beslenirsiniz. Ve eğer yine olumsuz yüklenmelerin yaşam enerjinize zarar vermeye başladığını farkederseniz hemen denize koşun… Kırlangıçların kısacık ömürlerinin telaşında, onları izleyin… Bir kediyi okşayın…

- Dünden yarına dediğimde, Azime' nin hayatında keşke diyerek eritip gittiği bir şeyler var mı, ve bunu bizimle paylaşır mı'

Aslında, az önce sözünü ettiğin yaşam enerjimin ana kaynağı hiçbir zaman ‘' keşke'' demeyi hayatıma sokmamış olmamdır Can Asya…  

- İnsan olmak çok zor, bunu hepimiz biliyoruz… Kaldı ki ülkemizde omuzlarındaki sorumluluklarla, kimseye sırtını dayamadan ayakları üzerine basan bir kadın olmak çok daha zor. İnsan  kalabilmek bir kadının hayatından neler katıyor ve neler götürüyor Azime' Ve bazı kadınlar dimdik kalabilmenin üstesinden nasıl gelebiliyor'

- İnsan olmak, ayaklarının farkında isen ve onların üzerinde nasıl durulması gerektiğinin ayrımına varmışsan ve en önemlisi sol yanında taşıdığının sana ait olduğunu hiçbir zaman unutmazsan çok kolaydır…

Kendine güven ve doğru bildiğini savun, diyor iç sesim bana. Sevgi ve saygıya dayalı bir iletişim her zaman karşılığını bulur. Bir dilim ekmek ile mutlu olurken, havyar yediğinde daha da mutlu olamazsın. Mutluluk derinlerinde olmalı…

Bazı kadınlar dik kalabilme yolunda elbette derin acı ve kederlerden geçerler…Bunu kim inkar edebilir. Önemli olan o acıları hayatın bütününe taşımamak ve ömrün bütününe yaymamaktır. Öğrenmenin sonu yoktur.

Hep yazdığımız, şiirlediğimiz Aşk, gerçekten var mı' Yoksa hep özlenen, özlenecek duygu olarak yaşamın bir yerlerinde kalıyor mu' Aşk eksiliyor mu, neden artı eski saygın aşklar yok' Aşk yarım kalınca mı , tamlayınca mı kendi adını koyar'

- Bazıları aşka aşıktır…

Sözünü ettiğin aşk belki kısa süren bir rüyadır belki umulmadık bir anda sağanak bir yağmurdur. Güvendiğin bir omuzda geçireceğin bir hayat aşkın ta kendisidir… Saçlarının ağarmasını armağan edeceğin uzun soluklu bir nefesle yepyeni ve taptaze sabahlara uyanmak eşi bulunmaz bir aşktır. Aşk, yarım kalmayı kendisi seçmişse hiçbir zaman aşk olmamıştır zaten…

Aşkın içinde binlerce ses, renk vardır… Eğer görmeyi bilirsen aşk her yerdedir …

Ayrılıklar geçer hayatımızdan, sevdiklerimizden, şehirlerden ve nefesimizden… Kadın kendini ne zaman bitmiş hisseder ve nasıl oluyor da kadın bitimsiz bir yaratıkmış gibi mücadeleden vazgeçmez' İşte kadının bittiği yer dediğin yer neresidir'

- Ayrılıklar belki aykırı yanımızdır. Kolay değildir elbet… İnsan sevdiklerinden belki madden ayrılabilir önemli olan onları her zaman aynı sıcaklıkları ile içimizde yaşatabilme gücümüz ve arzumuzdur. Pascal ‘' her seçim bir kaybediştir'' der. Zaten aslolan bir şeyleri seçerken öyle ya da böyle bir şeyleri kaybedeceğimizin farkında olmamız değil midir…

Kadın bitmez; o doğurgandır. Kendini sürekli yeniler…

Azime hayatının neresinde' Hayattan neler bekliyor bundan ötesinde, düşündüğü gerçekleşmesini istediğin şeylerden bahsedebilir misin bize'

- Azime hayatın tam orta yerinde ve daha yapacağı çok şey var, eğer hayat izin verirse. Yıllardır yazıyor Azime…ve ‘'NefesTen'' nefes nefese yetişti bu yıl Nisan ayında…

Çeşitli karma sergilere katıldım ve Mayıs ayı içinde İzmir/ Konak Belediyesi Kültür Merkezinde 5. Kişisel sergim NefesTen Köprü 2'yi açtım. Bir yıldır birlikte çalıştığım 6 yaşındaki Defne ile gerçekleştirdim bu sergimi. Defnelere köprü olsun diye…

- Doğadaki yaşam  sana neler söylüyor, ya kediler' Ya boyadığın, boyandığın renkler'

- Doğa bana hep yakın, dost oldu. Kedisiz geçmedi hayatım. Kitabım ''NefesTen'' aslında kedilerin ve doğanın dilinden dökülüyor. Sergimdeki ağlayan kedilerim, doğanın katline dayanamıyorlar. Naylon poşetleri yutarak ölen deniz canlıları, yanan ormanlar, ısınan dünya, eriyen buzullar dile gelip akıyorlar kalemimden.

Tüm bu acılardan geçerken ‘' Dünya Nereye'' isimli bir seri resim şekilleniyor fırçamın ucunda.

Kitabının adı neden ‘'NefesTen'''

- Sahi, buradan bakınca neler oluyor' Dedim gökyüzüne…

Ağaç oldum, su oldum, toprak oldum…Ne çok acı çektim, itiraz ettim yanana, yıkana, kuruyana…Yaşlı ve yaslı dünyanın koluna girip uzun bir yolculuğa çıktım çocukluğumdan başlayıp, giderek ısınan güneşin peşine takıldım. Çatladı topraklarım ve dudaklarım susuzluktan. Kedilerden, çocuklardan geçtim…

Nefes nefese kaldığımda ‘'NefesTen'' Köprü 2 Resim Sergim ve ‘'NefesTen'' isimli anlatı kitabım beraber can buldular. Direnç sanatladır ve itirazım da sanatla büyüdü doğal olarak. Yanan, yıkılan dünyanın ölümü bilmeden ölen bebeklerin kirpiklerinden aktı küller. Yazdım, çizdim, boyalardan geçtim…

‘'Romanlar, şiirler, öyküler; yazarlarının ve şairlerinin iç evrenlerini, dünyayı algılayış biçimlerini, okurlarıyla paylaştıkları yapıtlardır. Kitaplar bize, bizim dışımızdakilerin öykülerini anlatırken onları anlama, deneyimlerini kendi deneyimlerimize katma ve yaşananlara farklı bir gözle bakıp anlamlandırma olanağı sunar.'' diyor sevgili dostum Hüsnan Şeker kitabımla ilgili olarak. Ben de kendi algıladıklarımı kendi dilimle aktarmaya çalıştım. Unutulmasın diye çevre felaketlerini üst başlık olarak kullandım. Su kaynaklarının kurumasından, iklim değişiklikleriyle başlayan göçlerden tutun, yüreğimi ve tinimi yakan her acıya dokundum, dokundurdum.

Yine diyor ki sevgili Hüsnan ‘' Çevre sorunlarına duyarlı olan yazar, her anlatısının başına koyduğu üst metinle, doğaya ve canlılara sırtını dönmüş, kuşun, ağacın, çiçeğin adını bilmeyen, sevgiyi unutmuş insanların dünyamıza yaptıklarını aktarıyor bize. Görmediklerimizi ya da gördüklerimizi tekrar gösterip duymadıklarımızı ya da duyduklarımızı tekrar duyuruyor. Dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunları anımsatarak okuyucusunu silkeliyor... ‘'…

Nefesimden dökülenlerin toplamıydı bu kitap. Nefes ve Ten dökülmeleriydi… Nefesimin ve tenimin ruhuma kattıklarını her şeyden önce şiiri gözeterek renk, ışık ve gölge ile masalsız kalan çocuklara temiz ve savaşsız bir dünya bırakabilmenin çabasıydı ‘'NefesTen''.

Elbet kendi içinde küresel boyutta devinimler yaşayan dostlarıma yazdıklarıma da yer verdim ‘'NefesTen'' de. Canım Asya yıllar önce sana yazmış olduğum bir şiirden yola çıkarak yine sana seslendim şu satırlarda… 

uykusuzluk ağustos sürüklenmesi.
dudaklarından ölü kuşlar döküldü siyahın…
Söyle hadi alev alev kaçınılmaz üşüme.
Asya gözlü tanrı, altın belikli ceylan söyle…

Sarındığın ırksız mevsimlerin nerede ' İsyanların hangi mavinin kesik ve küçük gövdesinde araladı yapışkan sabahları ' Hangi tende kaldı isyan şiirlerin ' Titreyen dudaklarında küçük bir çocuk iç çekiyor. Sevgilerin göz kamaştıran düşlerini hangi yastıkta yitirdin.

Ölüyor inceden inceye türkülerin. Rengi kaçık fer birikiyor dudak kıvrımında. İrkiliyor saklı kalmış sızıların kar savruğu ellerinde. Gagasından kıpkızıl bir kan damlıyor serçenin. Uykusuzluk a ğustos sürüklenmesi gözlerinde.

Ey Asya gözlü tanrı, biliyor musun dün devriliyor karanlığına ömrün. Çevirmişler çıplaklığını suyun. Eriyor ipeklerin, tutsaklığın diniyor. Bir avuç mavi ışıltı yayılıyor titrek yüzüne, ışık oluyor duruşun.

Ten kokusu bahçende gövdelenir bir çift ayrıksı göz. Artar vakitsiz büyümeler, pervasız gidişlerine dikiş atarsın arkasından. Bir sabah vakti ten tutkuda eritir yoksul sevişmeleri.

Söyle hadi söyle kaçınılmaz üşüme… Deli rüzgârlar nereye savurdu sarı gülleri. Öfken şimdi kanayan dudaklarını öpüyor ömrün…

iki kanat çırpışı ötededir
yağmuruna koşan gölge
kekeme duyguların
inleyen kasıklarına tutunur
cılız aşkların macerasında ilk önce…

 - Yarın, dün, mavi, yaşam, zor, kalıcı, eksik, ötelenmiş, çocuk, İzmir…Bunların Azime' deki anlamı nedir'

- Ana dilim ses oldu oğullarıma… Göğsümde çığlık çığlığa ağlayan bir sokak kedisi dile geldi;

Denizler yükseliyor içimde. Bir kalkan sarıyor gezegen gözlerini ömrümün. Bitki ve hayvanlarımın yaşam hücrelerini yok ediyor otomobiller, fabrikalar. Türler yok oluşun eşiğinde, doğal yaşam alanlarıma ateş salıyorlar. İçim yanıyor, eriyorum kan ve ter içinde. Mercanlarım birer birer yok oluyor, balıklarım bitiyor. Buzullarım eriyor, yükseliyor denizlerim. Tatlı su kaynaklarıma karışıyor tuzu mavilerimin. Canı yanıyor suyun. Yeni teknolojilerin esiri olan insanım, yeni fabrikalar kuruyor hızla. Fosil yakıtlar karışıyor nefesime. Dünya sıcaktan eriyor, kışlarım yaza vuruyor kendini. Ormanlarım yanıyor, kömür oluyor gözlerim. Atom bombaları iniyor çocuklarımın kirpiklerine. Kendi ürettiği bataklıkta buluyor insan kendisini. Sıtma ve humma vuruyor kıyısına dünyanın.

Dünya ısınıyor oğlum. Size sıcak olmayı öğretmiştim, insanı, doğayı, hayvanı sevmeyi. Suyun zek â yı geliştirdiğini okuduğumda, daha da zeki olmanız için su ile büyüttüm, sevgi ile yeşerttim gözlerinizi. Süt kokan ömrünüzde, su içinde can bulup susuz kalmamanız dileğimdir. Lakin gelin görün ki bitiyor su. Yutkunuyorum, canı yanıyor emeğimin. Geleceğin için dünyana sahip çık oğul. Kardeşinin canından tut, ömrüne sarıl oğul…

Uçurtmasına sarılan çocuğun arkası kuşlu aynasında gör kendini. İçinin aynasına bak darılma kendine. Henüz son nefesini vermedi zakkumlar. Kucağımda ölen savaş çocuklarının gözlerinden içime iniyor küller. Ağaç ölülerinin utancından yüzlerini kapatıyor topraklar. Yüzünü kapatma ve uyanma dünyana yapılan saldırıdan.

Denizlerin sallandığı ağaçların öcünü alıyor hayat kollarından… 

bir mavi kağıt Akdeniz
üzerine nice imzasız şiirler
yazdığımız 
güler yüzlü gölgelerimiz
uykusuz elleriyle
sığınır kayalıklara
tuzlu dilinde
binlerce yıldız

 

İşte böyle bir şey…

- ‘'Adım Kadın'' bu ay çok değerli ve başarılı bir dostumu, sevgili Azime Akbaş'ı ağırlamaktan çok mutlu. Çok teşekkür ederim sevgili Azime bu keyifli söyleşi için.

- Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum canım Asya… 

HAZİRAN 2009


NefesTen - Ahmet Günbaş

Resimle şiiri bir arada götüren Azime Akbaş Yazıcı’nın NefesTen’i için, düzyazı şiirle boy ölçüşen ‘şiirli denemeler yapıtı’ diyebiliriz ilk bakışta. Modern anlamda ‘kısa öyküler’ toplamı olarak da görebiliriz dünyanın akıbetiyle ilişik yakıcı satırları. Deneme ya da öyküye yapışık şiir damarına bakılırsa, ben doğrudan şiirden sayıyorum onu.

Çoğuna ‘dipnot’ sayılabilecek geleceğimizle ilgili yığınla ‘üst not’un fay hatlarında geziniyor Yazıcı. Hani burun buruna geldiğimizde can havliyle yaygarayı bastıktan sonra çabucak unutuverdiğimiz ayrıntılar bunlar! Örneğin 17 Ağustos 1999’da ülkeyi altüst eyleyen Marmara Depremi büyük ölçüde unutulmuştur toplumsal bellekte. Siyasi bellek ise hak getire!.. Şairin belleği ise dimdik ayaktadır. Bir atın yelesini okşar gibi seslenilir gecedeki tanığa:
“Uyu sen bu gece... Bırak nereye diliyorsa oraya gitsin gökyüzü kâbusları. Sen gitme yalnız. Sesini ve nefesini rüzgârlara ver, çocuklar oynasın gölgende. Bu ne çok özlemek ve ne çok aşktır.” (s:13)

Bembeyaz gelinliğinle uluslararası barış elçiliğine soyunan Pippa Bacca’nın ağıdı bir tek tümcede özetlenebilir.
“Göğsümde çığlık çığlığa ağlayan bir sokak çocuğu” (s:17)

Küresel ısınmanın doğurduğu yıkımlarla insanoğlunun aymazlığı birleşince çığlık daha da derinleşir. Kitap kapağında göze çaptığı gibi “sus olur kediler” (s:21)

Çığlıklar göçe dönüşünce çok şeyin eksildiğini duyumsarız yaşamdan. Başta su kaynaklarının kuruması, kirlilik, savaş derken geriye dönüşün olanaksızlığı düşlerimizi de karartır.

Şair, çevre bilinciyle sanat bilincini birleştirerek içselleştiriyor yıkımın boyutlarını:
“Geri dönmek keskin bir acı, incitilmiş sırça sarayları düşüyor güncelerin. Soluk ve tokatlı yüreklerin gizemli yolculuklarında kurşun sesi vuruyor operaları.” (s:29)

Kısaca, dünya bir intihara hazırlanıyor giderek. Çünkü aymazlık had safhada. Bildiğini okuyor insanoğlu. Sanatın karşıtlığı devreye girmezse işimiz zor. Sanatçı herkesden önce görmeli, duymalı, yazmalı, çizmeli olumsuzlukları. Birileri giderken o dönmüş olmalı. Yazıcı da böyle davranıyor. Bireyselliğin tüm sorumluluğuyla uyarmalara/uyanmalara seferber eyliyor tüm duyarlığını. Mevsimler değişiyormuş, genlerle oynanıyormuş, zehirli gazlar ortalıkta canlı bırakmıyormuş, ozon tabakası inceldikçe sıcaklık yıldan yıla artıyormuş, buzdağları için için eriyormuş, ormanlar yalım yalım yanıyormuş derken, gezegenimizde tutunacak yer kalmayacak bu gidişle! Kendine yabancı çırılçıplak bir yalnızlıktaki kıpırtı son derece anlamlıdır bu yüzden:
“Aynalarda ölür, sokaklarda konuşurum kendimle. Ey koca yalnızlık, anlat bana salkım söğüt mavi boncuklu çözülmüşlüğünü. Aç pencereyi di’li geçmiş zaman hoşgöründeyim. Mevsimsizliğin en büyük uyanışındayım. Uyanmalıyım.” (s:43)

Yok oluşun hızı dirime göz açtırmazken, şairin itirazları bir dizi terapi oluşturuyor denebilir. Yaşamı ve insanı ciddiye almaktır bunun karşılığı. “Mavi bir köprü” kuruyor bizim için. Şiirin hızı yıkımın hızını geçmelidir ki iyimserlik kendinden söz ettirebilirsin:
“Hızlı gel şiir. Biliyor musun titriyor bir resim. İçinden nice sakin yıllar geçiyor bu şehrin. Su nasıl sakin.” (s:48)

“Korku çürümüş sevgi midir?” (s:54) diye sormak kabuğuna çekilen insanlığın genel durumuyla ilintili olsa gerek. Renklerin de çürüdüğünü söyleyebiliriz rahatlıkla. Ortalıkta düş müş kalmadıysa, hele aşklar sürgün edildiyse vay halimize!.. Kirli sular kıyılarımızı yutmaya hazırlanırken inadına kâğıttan gemilerimizle karşı koymalıyız çocukça. Ancak çocukça bir saflık kurtarabilir bu dünyayı. Elbette aşk, elbette şiir, elbette uçsuz bucaksız sevgi!.. Bir şairin haklığını anımsamak gibi, ağaçlara kuşlara özgü bir çağrının eşliğinde:
“Ezra Pound ‘ellerime girdi ağaç, suyu kollarıma yürüdü’ derken, yanımızda mıydı sence, yasemin altında baş dönmesi sessizliğin şiirini yazarken... Bir kız..” (s:59).

Yazıcı, doğanın hırçınlığına usulca yaklaşmaktan yana. Tıpkı sayrılı bir insan gibi nabzını dinlemek, ateşini ölçmekle başlamalı onu anlamaya. Ölüm döşeğinde bir çiçeğe empatiyle “benden önce ölme çiçek” (s:63) diye seslenmeli, kalanlara özenle bakmalı.

Kara bir deniz hırıltılarla boğulurken azınlıkta kaldığımızın altını çiziyor Yazıcı çığlıklarını upuzun tutarak:
“Deliriyorum, kirleniyorum, kafesleniyorum. Ellerim buz, şimdi her şeyin farkındayım. İnanmam gereken ses sadece kendi sesim. İnanmam gereken koku ise içimi aydınlatan her koku ve de kendi kokum.” (s:67)

‘Dipnot’ olarak algılanan üst başlıkları okumasanız da her şiirsel denemenin fokur fokur kaynayıp durduğuna tanık olursunuz. Gri fon içinde debelenen ‘NefesTen’ler, sürekli bir felaketi işaret ederler inleyişleriyle. Konuları ve kahramanları savrulmuş durumdadır. İçtenlik yarışında hep mutsuzluğa çıkar yollar. Batağa saplanmış, düğümlenmiş ve bastırılmış sevinçlerin öyküsünde insanı arar dururuz boşuna. Sürgit bir iletişimsizlikten/yabancılaşmadan iki yakamız bir araya gelmez. En kötüsü kendi sesine yabancılaşmaktır ki öteki seslerin farkına varmakla anlam kazanır tüm arayışlar:
“suçludur sesim yitirdiğim sesine... bunu bilirim 
kanatlarım kirişte , bu senin ayak sesin... bu sensin... (s:116)

Naylon yiyerek ölen bir kaplumbağaya yakılan ağıt, seslerin, daha doğrusu sessizliğin yorumunda bulur anlatımını. Tıpkı Pippa Bacca gibi bir kaplumbağanın yokluğu da çocuksu bir hüzünle açıklanır:
“Vurulmuş çocuklarımı topluyorum karasularınızdan” (s:131)

İnsan eliyle işlenmiş çevre cinayetleri dökümünü yaparken hep çocuklar gelir akla. Yapıtın girişinde yer alan “ay saklarsa yüzünü / masalsız ölü çocuklar” (s:11) tedirginliği kuşkuları ve korkuları büyütür.

Öyle ya, masalların kuruduğu yerde çocuklardan söz etmemiz neredeyse olanaksızdır!

Yazıcı, çocukları masallarla emzirmenin ciddiyeti ve gerekliliğiyle arıtmaya çalışmış NefesTen’ini. Yeşilli mavili yepyeni başlangıçları işaret ederek!..

Ahmet Günbaş


Azime Akbaş Yazıcı'nın Tükenmeyen Renk ve İmgeler Dünyası

Sanat, evrene yepyeni biçimler kazandıran olağanüstü bir çaba… Sanatta farklı bakış açıları, sıra dışı anlatım biçimleri ve yepyeni teknikler denendikçe, sanat denen bu güzellikler bütünlüğü, sonsuzluğa açılan bir pencereden bakmak gibi gelir insana… Sanatın sınırsız ve tamamlanmayan bir kavram olduğunu; sanatın bir dalında yoğun emek veren bir sanatçının, başka dallarında da yepyeni güzellikler yaratabileceğini düşünürüm. Çünkü sanatçı, sıradan insandan epeyce farklı olan algılarıyla, farklı görme biçimleriyle, kullandığı malzeme ne olursa olsun; onu yaratıcı enerjisi ile yeniden şekillendirir, yepyeni dönüştürümlere uğratır. Bazen renklerle, figürlerle, şekillerle bize görselliğin içinde yepyeni imgeler sunar sanatçı; bazen de sözcüklerin büyülü imge dünyasına açılıp, oradan yepyeni sanat yaratımları çıkarır.

Bu bağlamda, resim sanatıyla edebiyat sanatının buluşması heyecan verici örnekler oluşturuyor. Ressam Azime Akbaş Yazıcı’nın resimlerinde renklerin ışıltısında, figürlerin hareketliliğinde şiir dizeleri de duyumsanıyor. Resimlerin içindeki bu şiiri Nefes’ten’deki şiirsel yazılarına aktarıyor sanatçı. Böylelikle, renkler dünyasındaki imgelerini yazın sanatının imgeleriyle buluşturuyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın yüreğindeki imge esintilerinin yazılarına da yansıdığına; sanatçının, içinden şiirin, anıların, yaşanmışlıkların geçtiği metinler kaleme almış olduğuna tanık oluyoruz. Sanatın büyüsünün, kitabındaki yazıları da şekillendirmiş olduğunu görüyoruz. Görsellik, bu yazınsal metinlerin odağında yer alan başat kavram olarak dikkati çekiyor.

Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri deneysel sanat ürünleri olarak ön plana çıkıyor. Günümüzün edebiyat anlayışı da deneyselliğin üzerinde akıp gidiyor. Modernizmden postmodernliğe evrilen yazınsallıklar, herhangi bir türün içinde tutsak kalmadan dile geliyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri de deneysel/yazınsal birer çalışma… Önceden belirlenmiş ve sınırlandırılmış bir kavram ya da tanımın dar kapsamına sığmayan yazılar. Hem şiir hem düzyazı şiir ya da şiirsel metin… Eskilerin “mensur şiir” dedikleri tarza oldukça yakın duran metinler… Bazen yaşamdan, yaşanmışlıklardan ve anılardan besleniyor bu yaratıcı metinler, bazen de sanatın en derin, en soyut, en karmaşık imgelerinden… Yazar, sevgi dolu bir tutumla, yalın bir dili bu imgelerin çevresinde koza gibi örüyor ve sözcük kelebeklerini anlam okyanuslarına açıyor…

Azime Akbaş Yazıcı, bence her şeyden önce şiiri gözetiyor; şiir, onun evrenini oluşturan ana kaynak. İmgelerini şiir dünyasından alıyor, onları düzyazının olanakları içinde değerlendiriyor. Bazen bir anıyla -mesela, Nezihe Meriç’le, Pippa Bacca ile- buluşuyor bu imgeler; bazen bir çocuğun gülümsemesinde, bazen de bir “ay kedisi”nin gözlerinde uçuşuyor… “ay saklarsa yüzünü/masalsız ölür çocuklar” dizesinde, çocukların masal ve düşlerinin ay’ın solgun yüzündeki görünümlerini dile getiriyor. Ay’dır her gece çocukları düşler ve masallar diyarına götüren gizemli varlık. Karanlığın çöktüğü geceler, çocukların masalsız öldüğü zamanlardır; yıkıp yok eden bir depremin koynuna yuvarlanıp masalsız ölüşü, masalsız kalışıdır çocukların… Yeryüzündeki her şey çocuklar içindir aslında; çünkü onlar dünyanın umududur. Azime Akbaş Yazıcı, kitabında çevre felaketlerine dikkat çekmek ve çocuklara daha güzel bir dünya bırakabilme konusundaki duyarlılıklara okuru yoğunlaştırmak amacıyla, bölüm başlarındaki üst metinlerde çevre duyarlılıklarını işliyor. Bu metin adacıklarının etrafında, çocuk düşlemleriyle dolu öteki tüm şiirsel metinlerini toplayarak, onları birer sevgi yumağı halinde örüyor. Kitabın iç kurgusunun, kendinden önceki formları aşan sıra dışı niteliği, tam da bu noktada doruğa ulaşıyor.

Ruh ve beden; yaşam ve insan diyalektiği üzerine kurulmuş bir anlatı NefesTen. Çocuk gözlerinden hüzünlerin geçtiği şiirler, şiirsel metinler yer alıyor bu kitapta. Ölümün bir martı kanadında gelip denizlerin derinliğine götürdüğü çocukların öykülerini içimizde duyumsuyoruz. Mavi balonunu kaybetmiş, ağlayan çocuk düşleri, yaşantılarımıza karışıyor. Solgun ay, bir kedinin gözlerinde inanılmaz anlam derinliklerine kavuşuyor:

“Sus olur kedilerim. Ay kedisi gecelerimden bir değil, yüz değil, bin bir yıldız düşer parmak uçlarıma. Ödü kopar sessiz çizgilerimin.”
“Kan kırmızı giysileri içinde yeşile serecektir kendini. Deli dualarında belki son uykusuna vuracaktır incecik gövdesini. Kulağında kedi sesleri, Akdeniz’in Ege’yi öptüğü deniz fenerinin gölgesinde serilecektir tarih dokumuş taşlara.” “Ve elbet ay gülümser kedilere bir yerde. Tırnaksız.”

“Gelincik yaylım ateşine girmişken çetin topraklarda, filizlenir kedinin derin yeşil gözleri. Örtülür karanlık. Hepsinden güzel sözcükler dökülür sürgün çiçeklerin. Kimsesiz kediler kırıldı kırılacak tırnaklarının kan acısında ay kedisi olmayı düşler.”

“Aydan düşmeyi doludizgin… Gelincik kızın saçlarındaki her gemi bir balık.” Görüldüğü gibi, bu metinlerde Picasso ve Dali tarzı bir sanatsal parçalama/soyutlama ya da gerçeğin soyutlanarak ve arındırılarak anlatımı söz konusu. Gerçeküstücü ya da dışavurumcu bir ressamın şiir yolculuğu gibi… Gölgeler, ışıklar, rüyalar ve renklerin dansı… İncelmiş soyutlanmış ve arınmış bir dilin ve farklı görme biçimlerinin metne yansımaları… Sanatların kaynaştığı büyülü imgelerle dolu bir yolculuğa çıkmak gibi, Azime Akbaş Yazıcı’nın şiirsel metinleri…

Sanatçı, resim ve şiir dünyasından taşıdığı yoğun imgelerle, ışık, gölge ve renklerle dolu edebiyat yolculuğunda, bundan sonra da yepyeni yaratımlara açılacağının müjdesini veriyor NefesTen’de...

Hülya SOYŞEKERCİ hulyasoysekerci@yahoo.com


NefesTen / Gönül Çatalcalı

“Hey çocuk yüzlü gökyüzü, bütün çiçekler ve ormanlar aşkına ağlar mısın?”
Azime Akbaş Yazıcı

NefesTen

Azime Akbaş Yazıcı’nın ilk kitabı NefesTen.
İlginç kapağına bakıyorum. Yıkıntılar, derin çatlaklar arasında, bir kayanın kıyısına tutunmuş kedi, öte yanda papatyalar... Adıyla, içindeki metinlerle örtüşen bir kapak. Umut gibi, her şeye karşın...
Mavi sarı ve mor anlatılar bunlar. Çokça da turuncu. Tarifi renklerle yapılabilen metinler…
Kum ve kül…Delice ve zeytin…Sayfa aralarından baş uzatan kedi.
Ay…Ay kedisi…
Azime Akbaş Yazıcı’nın “anlatı” adını verdiği metinlerini topladığı kitabı NefesTen, dizelerin alt alta değil yan yana sıralandığı şiirler toplamı bence. Renklerle düşünen, renklerle yazan bir şair-yazar-ressam Azime Akbaş Yazıcı. Onun yalnızlıkları mor, sonsuzluğu deli mavi, ikindileri kekik rengi.
Çiçekleri renk açıyor Yazıcı’nın, ve sedef gülleri ıhlamur altında güneşlenirken tüm sardunyaları dile geliyor. Gagasında susam, kirpiğinde aşk biriktiren martıların yoldaşıdır yazar.

17 Ağustos 1999 Kocaeli Gölcük merkezli deprem haberini alıntılayarak başlıyor kitabına Azime Akbaş Yazıcı, sonra ağıtını yakıyor. 
“Kan ve küf kokulu ölü sırların ardından ağıt yakan bulutlara uyanıyor sabahlar. Ege sarıyor yaralarını kanadı kırık kuşların. Ötelerde taş duvarlar inliyor, çın çın öten sessizliğiyle. Depremlerin dağıttığı topraklara türkü yakıyor safir gözlü turnalar.”
Daha bu ilk metinden anlıyoruz ki ölümü, kanı, doğal felaketleri bir başka anlatacaktır yazar.
Doğayı bir başka betimleyecek, söylemek istediklerini şiirle harmanlayıp öyle sunacak.
“sarı saçları mavi gözleriyle
gökyüzü bile özenirdi güzelliklerine
deniz utanırdı mavisinden
cenazelerle uğurlanmıştı Ederlezi,
şurada yatan kefensiz babalarımızdı
Boşnak kızları Goran’ın,
yetimdi sarıları, yetimdi mavileri.”(s. 14)
 
Dostlarını anan bir değer bilirdir yazar, onları satırlarına konuk eden... Nezihe Meriç’e ne mutlu ki Azime’nin metinlerinde bir kez daha doğuyor.
“Sohbeti bir roman, dili şeker Nezim”.
Akyaka, Azmak ve tanrıların öfkeli haykırışlarındaki çakmak gözlü Mitra’ya benzeyen Nezim. Sevgili Nezim, yaşarken bir kitaba böylesi güzel konuk edilmiş, ardında bunlardan daha incelikli satırlar bırakmış mıdır acaba diye düşünüyorum.
Barış gelini Pippa’yı anan belki en kısa metni yazıyor, ama belki de en duyarlısını.
“Göğsümde çığlık çığlığa ağlayan sokak çocuğu…” diye mırıldanıyor yazar, “Bu kadar mı öze indirilebilir acı?” diye düşünüyorum okurken.
Metinlerin başında yaptığı alıntılar, dünyanın git gide kirlendiğine, yaşanamaz bir yer haline dönüştüğüne ilişkin.
“Avustralya’da etkili olan kuraklık yüzünden, büyük kentleri yılanlar bastı.”
“Çiğneyip attığınız sakız iki yılda doğada kaybolurken bu süreç cam şişelerde 400, plastik eşyalarda 5000 yıla kadar çıkıyor.”
“BBC her yıl binlerce deniz canlısının plastik şişeleri, naylon torbaları yutarak öldüğünü belirtti.”
“Lavaboya dökülen 1 litre sıvı yağ, suya karıştığında bir milyon litre su kirleniyor.”
gibi haber alıntıları, okuru metinler hakkında daha dikkatli bir okuma yapmaya yönlendiriyor. 

Bir çevreci olduğu kuşkusuz. Satırlarına sinmiş çevresel duyarlıklar, suyun, havanın, nefesin, soluğun önemini duyumsatıyor. Bunların hoyrat dünyalılar tarafından bir bir tüketildiğine göndermeler yapıyor. İnce bir hüzün dolanıyor satırlarında, çiçeklerin ağlaması kadar acıtıcı, Egenin suları kadar yanıcı…
“Ölüyor inceden inceye türkülerin. Rengi kaçık ter biriktiriyor dudak kıvrımında. İrkiliyor saklı kalmış sızıların, kar savruğu ellerinde. Gagasından kıpkızıl bir kan damlıyor serçenin. Uykusuzluk ağustos sürüklenmesi gözlerinde…”(s. 109)
Toprak ve su özlediğinde birbirini, içi yanıyor yazarın. Kapı arkasında tozlanan aynanın acısını duyuyoruz satırlarında. Onun imlediği her nesne başka bir anlamlanıyor gözümüzde.

Ve aşk… İçindeki deli kızın gözlerini kanatan aşk… “Onsuzluğu” ölüm rengiyle tanımlıyor. Deli sarılar, morlarla bezenmiş bir tablodur aşk, sözlerin ve gözlerin derinliğini yansıtan. Kül rengi günlere vuran aydınlıktır “delice”.
“Yavaş gel şiir, gözlerim bayram yeri” diyerek yavaşlatıyor kendini bazen.
Bazen de,
“Hızlı gel şiir, biliyor musun titriyor bir resim. İçinden nice sakin yıllar geçiyor bu şehrin, su nasıl da sakin…” diyerek duygu yoğunluklarını artırıp, kendini coşkunun seline kaptırmak istiyor.

“Kimin aklına gelirdi ki…” diye bitiriyor şiir soluğunu Azime Akbaş Yazıcı.
Bu kitabın sonuna gelen herkesin aklında, aklının ve yüreğinin bir köşesinde kalıcı imler, sızılar, şiirsel tatlar bıraktığını düşünüyorum metinlerin. Yalnızca bugüne ait bir kitap olmadığını, dize-satırların beni hep çağıracağını, dönüp dolaşıp yeniden okuyacağımı, sayfalarında soluklanacağımı hissediyorum. Başucumda yerini alıyor NefesTen.
NefesTen…
Yemyeşil bir çam fidanı eşliğinde sunulan şiir anlatı. Kocaman bir orman barındırıyor göğsünde.
Soluk alıp veriyor gözenekleri. Canlı, yemyeşil. Dağlarca, patikalarca yürümek geçiyor içimden, bu muhteşem ormanın kıyısından. Bozmadan, kirletmeden, öldürmeden her şeyi. Anne kokulu bir deniz sabahına çiçeğe durduğunda ilkyaz, im doğuran yosun kokulu şairin imlediği her şeyi…
Kahvelerden fal tuttum.
Uzun uzun yollar çıktı önünde NefesTen’in, uzun uzun yıllar…

Azime Akbaş Yazıcı, Anlatı,
İlya Yayınevi, 134 Sayfa.

Gönül Çatalcalı
Kasım- 2009