Ahmet GÜNBAŞ


1953, İzmir doğumlu. E.Ü. Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu mezunu.

Yazmaya, Demokrat İzmir gazetesinin Edebiyat ve Sanat sayfasında şiirle başladı (Aralık 1973). Üniversite yıllarında bir şiirinden yargılanıp aklandı. 1976 Martında Ali Rıza Ertan, Hüseyin Yurttaş ve M. Kadri Sümer’le Dönemeç dergisini kurdu. Agora ve Ünlem dergilerinin de kurucuları arasındadır. Şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, öykü, antoloji ve gençlik romanlarıyla göründü. Son yıllarda deneme ağırlıklı kitap tanıtım yazılarıyla dikkati çekti.

Şiirde; Hasan Tahsin Şiir Yarışması (1979) ile İbrahim Yıldız Şiir Ödülü’nde (1998) mansiyon (Göçkün’le), Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nca düzenlenen Şinasi Özdenoğlu Şiir Yarışması (2000) ile Bursa-Osmangazi Belediyesi’nce gerçekleştirilen ‘Bursa’ konulu Ahmet Hamdi Tanpınar Şiir Yarışması’nda (2000) üçüncülük aldı. Aynı yıl Aşk Boyu Sürgün’le Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü paylaştı. Salihli Şiir İkindileri Güz 2004 Buluşması’nda, emek ödülü olarak nitelenen Dionysos Şiir Ödülü’yle ödüllendirildi.

Ayrıca İpek Yarası’yla Ruşen Hakkı onuruna düzenlenen Kyöd Şiir Ödülü’ne (2007), Islık Borcu’yla M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü’ne 2011) değer görüldü. Eleştiride; Yarın dergisinin ortaya koyduğu Gençlik Ödülleri’nin (1982) ‘şiir eleştirisi’ dalında başarı ödülü aldı. Öyküde; Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması’nda (2003) Selo öyküsüyle ikinci oldu.

Şiir kitapları;
Evren Mapusanesi (1974),
Gecenin Neresindesin?
(1986),
Göçkün
(1997),
Sulardan Sonra
(1999),
Mustafa Kemal’ler Erken Büyür (2000, Çocuklar için bir Kurtuluş Savaşı denemesi),
Aşk Boyu Sürgün
(2001),
Çağlaçakır (2004),
İpek Yarası (2006),
Islık Borcu (2010),
Şiir Cebi
(2010, Çocuk şiirleri),
Şiirtüven Sofrası Ezgileri
(2011, Ahmet Uysal ve Bülent Güldal’la),
Rüzgâr Akıllı
(2013),
Aykırı Çocuk
(2013, Çocuk Şiirleri) ve
Çatapat Sesimle
(Seçme Şiirler, 2014) adlarıyla okura ulaştı.

Romanları
Miço Diye Biri
(2002),
Yitik Göl (2008),
Yayla Sineması (2013) ve
Yaman Dostlar
(2011)
adlarıyla ilkgençlik ve çocuk romanlarına imza attı.

Öykü

Solgun Bellek
(2011) yayımlandı.

Deneme
Sepetimde Şiir Var
(2009)
Sonsuzluk Dersi (2012)

Erken ölümlü şairlerden Ender Sarıyatı’nın şiirlerini Ölüme Direnen Şiirler (2000), Ali Rıza Ertan’ın düzyazılarını ise Sevgi Notları (2006) adı altında bir araya getirdi. Ayrıca Cumhuriyet dönemiyle sınırlı Erken Ölümlü Şairler Antolojisi’yle (2007) Şiirin Adı İzmir (2008, M. Kadri Sümer’le) antolojisini yayımladı.

Hakkında bir tez çalışması var (Derya Biçen, Manisa, 2007). Dergilerde yazmayı sürdürüyor.



Yitik Göl

Gecenin ıssızlığı nehir gibidir. Alır götürür sizi kıvrımlarıyla. Yine de hangi denize karışacağınız belli değildir. Yaşanmışlıklar flu görüntülerinden sıyrılır yavaş yavaş. Bütün gün çember çevirip uçurtmalar uçuran afacan bir çocuğun yorgunluğundan doğan çelimsiz dalgalanmalarla iner çıkar düşselliğiniz. Saate bakmak, zamanı yoklamak gibi bir derdiniz olamaz. Anıların dizgini elinizdedir. Zaman tünelinde ilerledikçe hevesiniz köpürür; sisler, yağmurlar sonrasında yaşadığınız kentler geride kalır. Nasıl konmuşsanız konmuşsunuzdur; iki kanat takıp uçuvermişsinizdir tül adımlarınızla geçtiğiniz mekânlara. Eşiklerde beliren çocuksu pırpırlığınız dur durak dinlemez. Daha herhangi bir oyunda terlemeden, anneniz arkanızdan bağırır olanca sesiyle:

“Oğlum, akşama kalma, erken gel!”

Karanlıklar, öcüler, inler cinler hep çocuklar içindir sanki. Görür görmez “ham yaparlar” onlara göre.

Bir kez avlu kapısını iteleyip çıktınız ya, o dilsiz duyarlık bekleyedursun. Oyun bu!.. En çok akşamüstleri koyu gölgelerle çeker çocuğu büyüsüne. İş dönüşü babanızın gürleyen öfkesi çoğu zaman kanıksanmış öğütlerle yavaşlar. Yüzünüze inen bir tokadın parmakları, çok geçmeden sınanmış bir sevginin pamuksu okşamalarına bırakır yerini.

Bak, çalışma masasını aydınlatan ışık da kıpırdanmaya başladı işte! Yoksa ona mı öyle geliyor? Belleğindeki gaz lambasıyla karıştırmış olmasın sakın. Üç kardeşin ders çalışırken yerlere serilip paylaştıkları yanarsöner ışığı ile sürekli ilgi odağı olan o lamba... Eğer o incecik camı bakkalın kapalı olduğu saatlerde 'çat' deyip çatlamışsa yandı gülüm keten helva! Umutlar yedekteki muma kalmıştır. Mum alevi de titreye titreye eriyip gitmez mi?.. O halde, bir çentik daha atmalı geceye geç kalmadan! Ama nasıl?..


Yok yok, safran sarısı ışığı masaya ağan gaz lambasının suretini aramak boşuna! Göz kapakları ağırlaşmış olmalı. Kalktı, balkona çıktı Servet. Bulutlarından arınmış duru bir gökyüzüne bakıp yıldızlara doğru esneyip gerindi. Tırmanan yeşiliyle asmayı, pencere önünden hiç inmeyen karanfili, bembeyaz çiçeklerinin tomurcuğunu hazırlayan ortancayı ve yaprak yaprak genişleyen begonyayı uzun uzun selamladı. İmbat pamuksu dokunuşlarıyla serinliğini bırakıverdi sıkıntılı göğsüne. Derin bir 'oh!' çekti. O da ne?.. Dolunay olanca görkemiyle körfezin tam ortasına kurulmuş, el ayak çekilen saatlerde suları gümüşi bir aynaya çevirmişti. Bu rastlantının öncesi de vardı. İlkinde şaşkınlığını yere göğe sığdıramamış, kentin tarihsel dokusuyla anlık coşkusundan kalan tortuyu şiirlere dökmüştü:

“Desem ki Körfez iki dağ arasına mı sermiş yatağını Dalmış binlerce yıllık uykusuna Smyrna, dalgın saçlı kızım düşülkesinin ışık kaynağı”


Yayla Sineması

Sinemacı gelmiş Sinemacı gelmiş
Hu komşu duydun mu?
Duydum duydum.

Asma kilitli çift kanatlı demir kapı gürültüyle açıldığında anlardık sinemacının geldiğini. Adını kimse bilmez sormayı da aklına getirmezdi. 'Sinemacı' derlerdi kısaca. Orta yaşlarda tıknaz kalın gözlüklü kırçıl bıyıklı alnı çatık kaşlarla kesilen seyrek saçlı bir adamdı. Sevimli bir göbeği vardı tıknazlığına yakışan. Siyah kadife pantolonunu tamamlayan mont tipi bir ceket olurdu üzerinde. Mavi broşunu eksik etmezdi yakasından. Parmaklarına kıstırdığı purosuyla bir de çok çabuk konuşmasıyla ünlüydü. Gölge gibi gelir giderdi Sinemacı Başka kimseyle kıyas edilemeyen bambaşka birine benzerdi. Belki de başka bir gezegenden gelirdi Kim bilir .. Eskilerin söylediğine göre çayın ötesine birkaç ev kondu rulduğunda başlamış onun serüveni. 'Sinema' demiş de başka bir şey dememiş .. Gele gide yükseltmiş dört koca duvarı.

Geldiğinde duvarlarla mı konuşur bilinmez. Belki de hayalleriyle ..
Öyle ya yok mahallede sinema işletmek intihar gibi bir şey


Yitik Göl, Yayla Sineması ve Ahmet Günbaş üzerine yazılanlar


BİR GÖL ÖYKÜSÜ


Siz hiç bir göl öyküsü dinlediniz mi? Masallarda olur; denizler uyur, dağlar yürür, orman konuşur... Kim masalların büyülü dünyasına dalıp gitmemiştir çocukluğunda?

Ama size yitik bir gölden söz etsem ve masal olmadığını söylesem!.. Biliyorum hemen küresel ısınmanın etkisiyle kuruyan bir gölden söz edeceğimi sanıyorsunuz.

Hayır, Sevgili Okurlar. Küresel ısınmanın etkisiyle yok olan bir gölün öyküsü değil; hatta sözünü edeceğim göl yok olduğunda, daha küresel boyutlarda bir kuraklık tehlikesi de bulunmuyordu dünyada.

Yitik gölün öyküsünden söz edeceğim, diyorum ama doğrusunu söylemek gerekirse yitik gölün öyküsünü ben de bilmiyordum, Ahmet Günbaş’ın YİTİK GÖL romanını okumadan önce. İzmir’de böyle bir göl olduğuna yönelik yakın zamana kadar, bir söz de duymamıştım.

Gelin şimdi hep birlikte YİTİK GÖL kitabından okuyalım:“ ...Storari adlı bir İtalyan 1857’de yazdığı bir eserinde, kendisinden çok önce yazılan bir eserden Halkapınar’da vaktiyle bir Artemis Tapınağı bulunduğunu, orada su yüzüne bir Artemis heykelinin yükseldiğini, bu heykelin İstanbul’a, oradan da Paris’e taşındığını yazar. Halkapınar’da sular altında eski bir yapı temeli görünüyor. Elde edilen bilgilerden Storari’nin yazdıklarının gerçek olması ihtimali büyüktür.”

Ama artık bu olasılık büyük değil; hatta hiç yok! Yazarın burada sözünü ettiği göl: Halkapınar Gölü’dür. Şimdi benim gibi eski İzmirliler:“ Halkapınar’da göl mü varmış?” diye şaşkınlık içinde soracaklar, biliyorum. Çünkü ben de inanamadım ilk duyduğumda. İzmirliler, Halkapınar denildiğinde Atatürk Statyumu’nu bilirler.

Evet işte orası Halkapınar Gölü’ymüş!.. Şimdi gelin bu gölün öyküsünü araştıralım. Daha doğrusu adı bize andaç kalan, kendisi yok edilen gölümüzün yerini bulmaya çalışalım.

Öğrenebildiklerimiz; Kemalpaşa’dan doğan Nif Çayı Bornova’ya içme suyu olarak verilince, gölün can damarı kesilir. Demek kıyım böyle başlıyor! Can damarı kesilen göl yavaş yavaş ölmeye başlar. Ölümüne neden olanlar bu duruma sevinirler midir bilinmez ama Halkapınar Gölü önce bataklığa döner, sonra yavaştan hoyratlığa boyun eğer ve ölür. Bir gölün ölümünün, bir insanın ölümünden daha az acı verici olduğu söylenebilir mi?

Halkapınar Gölü ölür de ya çevresini saran ağaçlar, ağaçlardaki kuşlar, doğal yaşam ölmez mi? İnsanlara ne olmuştur? Bilinmez ama YİTİK GÖL’ÜN kahramanı Servet:“ Hoşça kal, sevgili gölüm benim!” derken de unutmaz Halkapınar Gölü’nü ve Ahmet Günbaş’ın kaleminden yaşamaya devam eder. Yaşar ve unutulmaz; unutulmamalı da. Çünkü bir gün biz de unutuluruz sonra ve işte o zaman yok oluşumuz başlar.

Şimdi orasını bırakalım. Halkapınar Gölü’nün ölmesiyle birlikte adı bize andaç kalır, demiştik ya, gölün çevresini saran ağaçlar da adlarıyla andaç kalır. Nasıl mı? Hani şimdilerde Çınarlı, Mersinli, Çamdibi diye geçen semtler vardır ya Konak’la Bornova arasında. İşte bu semtler adlarını, gölün çevresinde yok edilen ağaçlardan alır ve işte bize yok edilen ağaçların adları andaç kalır.

Bizde bir şeyin doğrusunu okumak için tersine bakmak gerekiyor. Ama anlamadığım şu; alay etmek için mi yok edilen değerlerin adları veriliyor?..

Ahmet Günbaş YİTİK GÖL romanında Halkapınar Gölü’nü anlatmış. Gölün yitimi öyle çok eskilere de dayanmıyor. Anladığımız kadarıyla gölde ellili yıllarda balık avlanıyor ve çocuklar göl suyunda serinliyor yazları. Göl ve çevresindeki ağaçlar, İzmirlilerin buluşma yeri. Kırlara gitmek için öyle İzmir dışına çıkılmıyor o zamanlar.

Ve bugün Halkapınar Gölü’nün üzeri yani Artemis Tapınağı ve çınar ağaçları, çam ağaçları ve mersin ağaçlarının üzeri betonla örtülü!.. Acaba Allianoi’yı sular altına gömecek olanların esin kaynağı Halkapınar Gölü mü? Bu yüzden mi önceden Allianoi’nin üzerini toprakla örtmek istiyorlar? Ama biraz geç kalmadılar mı? Artık bunun adı kıyım değil, katliam olur! Yoksa bilmiyorlar mı?
 
15.05.2008 - Selçuk OĞUZ




İNSAN AHMET GÜNBAŞ

Benden Ahmet Gübaş’ın şiirinin kırılgan, ancak onurlu imgelerinin ne zaman açacağı belli olmayan ebemkuşağını, öykülerinin çocuksu masalsı tadını, cebinde taşıdığı ıslığı ne zaman çalacağı belli olmayan huysuz, sevimli kalemini anlatmamı beklemeyin. Onlar, edebiyat tarihçilerinin, eleştirmenlerin işi. Benim haddim değil.

Ancak, 35 yıllık bir dostluğun, dikenli yollardan, karanlık dehlizlerden geldiğimiz genç ömrümüzle, henüz matbaadan yeni aldığımız ve hurufat kokusu üzerine sinmiş 100'erlik paketlerini bağladığımız Dönemeç Dergisi’nin yeni sayısını abonelere postalanmak üzere bir yanından Ali Rıza Ertan, bir yanından ben ve Ahmet Günbaş’la beraber taşıdığımız günler anısına, İkiçeşmelik’ten Konak’a inen yağmurlu dar çatıların altından geçerken henüz yeni bir şiire başlamanın heyecanını yaşar gibi yaşadığımız aşklarımız anısına insan Ahmet Günbaş ve yaşadığımız zaman dilimine ilişkin ilgili bir iki cümle kurabilirim ancak.

İkiçeşmelik’teki Dönemeç Dergisi bizim için bir okuldu. Hüseyin Yurttaş, Ali Rıza Ertan, M.Kadri Sümer ve Ahmet Günbaş’ın kurucusu olduğu Dönemeç, şiire emeklediğimiz yılların saygın ve alçakgönüllü okuluydu.

80’li yılların başıydı. Ne çok dostluklar biriktirdik o yıllardan. Dokunarak, severek, inanarak nefes alıyorduk. Yalan ve ihanet kelimesi öylesine uzaktı ki bizden. Çürüyen bir hayatın kokan yüzünden başka bir şey değildi onlar. Sokakta, yolda, mücadele ederken veya derse girerken arkamızı dönmekten tereddüt etmediğimiz insanların var olduğu yıllardı. Güvenle halka sorumlu olduğumuzu haykırdığımız ve bu sorumluluk altında kalmanın, gerekirse ezilip yok olmanın, bir kuytuda ölüp giderken onurlu aşkların yaşandığı yıllardı. Kucaklarımızda arkadaşlarımızın son nefesini verdiğini yaşadığımız kör dövüşün yılları.

Dostluklar, uzun yılların ardından, denenmiş kavgalardan, örselenmiş aşklardan, onların kaos ölüm günlerinin oluşturduğu karanlık alanlarında sınanır. Hayat, bu dostlukları sizden alır ve kendi yöntemleriyle yeniden oluşturur ve tekrar sunar size. Aslında sunulan, sınanan bir hayattan başka bir şey değildir. Adımlarınız, merhabalarınız, dostluklarınız, acılarınız, sevinçleriniz, aşklarınız ve ömrünüzdür sınanan.

Dar ve dikenli yollar, keskin virajlar ve uçurumlar size eşlik etmektedir. Kimi yolculuklara, kimi arkadaşlarınızla çıkarsınız. Yarı yolda kalanlar, düşenler, yorulanlar, yaralananlar, yıldızlara kavuşanlar, ışıklarını uzaklara taşıyanlar olacaktır aralarında.

Bencilliğin sığ sularında yüzenler, bir karış suda çıpınıp durmakta, büyük cümleleri, büyük harflerle kurmakta, büyük adımlarını, büyük büyük adam olarak atmaktadırlar.

İzmir Fuar’ında çocukken hayranlıkla baktığımız sihirli aynalar pavyonundaki dev aynalar, onlar için önünde zaman geçirilecek mükemmel bir yerdir. Bir adım atarsın kendini dev gibi görürsün. İşte ben buyum dersin, hiç kıpırdamak gelmez içinden. Korursun yerini çocuk aklınla. Şimdiki bazı aklı evveller, önlerinde durdukları ve hayranlıkla kendilerine baktıkları dev aynaya bakmaya ve büyülenmiş gibi kendilerine devam ede dursunlar, hayat olanca coşkusuyla akmaktadır sokaklarda ve şiirin ana damarında.

70'li yılların sonlarıydı. Yanımızdaki arkadaşımızın kim olduğunu bildiğimizi zanneder ve yürürdük. Yanıbaşımızdan uçuşan kurşunlar, çivili sopaların ve muştaların yaraladığı hayatlar peşisıra izimizdeydi. Bildiriler sokakları, sokaklar çocukları peşine takar büyürdü.

Aşık olmanın zaman kaybı olduğu, zamanın krılacak kıymetlli şeyler olduğuna inanılmadığı yıllardı. Sığınılan, verilen mücadelenin kılcal damarları değil, resimdi, şiirdi, oyundu, kaçamak yaşanan ve yazılan aşkların çoğaltıldığı fabrikalar, tarlalar ve okullardı.

Suyun buharı, buzun suyu sınadığı yıllardı. Tariş direniyordu. Kimin dost kimin düşman, kimin insan kimin canlı olduğu belli olmayan yıllardı. Ahmet sendikacıydı. Ahmet Şairdi. Ahmet dergi çıkarıyordu İkiçeçmelik yokuşunda. “Hurufatlara hu” diyordu dostlarıyla. Şiiri ve işçileri nefes nefeseydi. Bazıları gibi fildişi kulelerinde oturup, balkondan kalabalıkları yönetmeye çalışmıyordu. O, ne şiirini, ne de kalabalıkları balkondan yönetmedi. Kendini de yönetmeni. O, yönetmeyi hiç sevmedi. Haksızlıkları affetmedi. Kin tuttu. Evet, yapılan haksızlıklara karşı Şiirin ve sendikanın basit bir neferiydi. Böyle olmaktan mutluydu. Balkonsuz ve söylevsiz yaşamaktan sevinçliydi. Di’li geçmiş zaman kipinin bugüne evrilmesiydi. Dün ne ise bugün de oyleydi.

Ahmet Günbaş, ölülerimize sahip çıkanımızdır. Arkasında böbürlü cümlelerle ahkam kesen değil, günlük ve küçük çıklarlar için hayattayken ayak oyunlarıyla yazarları devirmek için her türlü entirikayı çeviren değil, mezarlarının başında slogan atarak, sonra da bir sabun köpüğü gibi gökyüzüne uçuran adımız değildir o.

Ölüsüne, dirisine sahip çıkan bir nefestir Ahmet Günbaş adımız.

Bugün Ali Rıza Ertan’ın şiiri yeni kitaplarda yaşamını sürdürüyorsa, Ender Sarıyatı’nın şiiri hala Ölüme Direniyorsa sonsuza doğru, adını saymakta bitmez Genç Ölümlü Şairler hâlâ yaşıyorsa dizimizin dibinde, bugün Ahmet Günbaş’ın emeği, göz nuru ve kadirbilir kalbi nefes almaktadır bilinir bilinmez bir ömrün derin kuytularında.

Sahip çıkma duygusu. Hani o, yalnızca kendimizle meşgul olduğumuz sıralarda, ben merkezci sularımızda yüzerken kendimizden habersiz, biz kulaçlarımıza hayran hayran bakarken, kendi kulaçlarımıza. O, kendisiyle değil, şiir tarihimizin gizil gül bahçelerinde sakin adımlarla yürümektedir.

Ahmet Uysal’ların, Özcan Yalım’ların, Dinçer Sezgin’lerin, Ender Sarıyatı’ların ve daha bilinir, bilinmez şiirlerin aydınlık yolunu derinlemesine açmaktadır günümüz genç kuşaklarına.

Bu kokuşmuş, bu yalnızlaştırılmış, bu acımasız, bu bencil ve bu kör dünyamızda, insan kalabilmenin, dedikodudan uzak, onlara inat yalnızlaştırdığı kalbiyle, dünyanın en zengin imge hazinelerinden birini taşımaktadır sevgi hücrelerinde.

O, kaleminin verdiği enerjiyle, bu enerjinin verdiği hayata, aşka ve yarını yeniden üretme direnciyle devam ediyor yazma ve yaşama eylemine.

Tüm artiz’lerin, salon soytarı’larının ve bencil nefeslerin ayakoyunlarına rağmen.

Kim çaresizdir, kim yalnızdır, kim bitap düşmüştür hüznün girdabında, kim mahpustur demir parmaklıklar ardında, Ahmet Günbaş’ın kalbi ordadır.

Ya onun çaresizlikleri, ya onun yalnızlıkları, ya onun girdapları… Hiç düşündünüz mü? Sanmıyorum… Bence bir düşünün abi’ler…


Halim Yazıca 09.02.2014

KOĞUŞPARK!

Halim Yazıcı’ya
A be şair,
Nereden süründün bu güneş kokusunu böyle
kırların ıtırıyla sere serpe?..
Hangi dağ rüzgârını yoldaş kıldın kısrağına
zindankarasıyla yarışan?..
Çatırdamış baksana nobran duvarların asaleti
Taşına kadar yeşerti…
Sırra kadem basmış gardiyan
açarı terk etmiş kilidini
A be şair,
Koşun! Koşun! Dersimiz: Yaşamak! diyen
hıncahınç bir çağrıyla girdin ya içeri
Aşk yordamıyla gerildi yürek yayımız
alın çatımıza doluştu kuşlar
özenle kazıdık paslı harfleri
A be Şair Dayı/mız,*
Delidolu imgelerle yazarken birden

kalemine dolandı uçurtmaların ipi
Salıncaklara dönüştü ossaat
utançla eğilip bükülen parmaklıklar
Bir kucak çocuk bıraktık koşturmaya
Oldu mu sana koğuşpark?
Ranzalardan da tekneler yaptık bi güzel
ikişer ikişer çekmek için kürekleri
Çılgın seferlere hazır tayfamız!
Dışarıya düşsek de fark etmez hani!

AHMET GÜNBAŞ
* Halim Yazcı’ya hapishanede mahkûmların taktığı ad.



HALKAPINAR'DA BİR GÖL VARDI...


Nerede o göl? Halkapınar.../ Sular ilk orada mı dinlenirdi?/ Düşüp ıslanır mıydı bulutlar?/ Kuşlar kuşlara neler söylerdi?/ Bir yanı oyunbaz koruluklar...

Bundan kırk yıl önce, İzmir'in Mersinli Yenimahalle semtinde bir göl vardı. Halkapınar Gölü'nün çevresi çam ağaçlarıyla süslüydü. Bahar ve yaz mevsiminde halkın serinlediği, nefes aldığı mesire yerlerinden biriydi. Kıyısında yer alan çay bahçesinde düğün törenleri düzenlenirdi. Bayramlarda ise bir başka şenlenirdi Halkapınar, Lunapark kurulurdu. Mersinli ve Çamdibi semtinin tüm çocukları akın ederdi Lunapark'a...

Halkapınar Gölü, ilgisizliğe, sorumsuzluğa, cahilliğe yenik düştü. Allianoi'de olduğu gibi içi moloz dolu kamyonların biri gidip diğeri geldi. Sonunda kuruttular. Ağaçları kestiler. Gölün bulunduğu yere, bir otogar ile olimpiyat stadı kondurdular. Koskoca İzmir'de başka yer kalmamış gibi bula bula Halkapınar Gölü'nü seçtiler.

Yüzlerce, binlerce insanın çocukluk anıları da o damperli kamyonlarla boşaltılan molozların altında kaldı. Tıpkı benim gibi, Ahmet Günbaş gibi...

Değerli edebiyatçı Ahmet Günbaş, yıllardır yüreğinde bastırdığı çığlıkları, ''YİTİK GÖL'' adını verdiği özyaşamöyküsüyle kaleme aldı.

Yitik Göl'de, Halkapınar Gölü'nün pek bilimeyen mitolojik öyküsünü de katarak çocukluğunu anlatıyor..

Çıkmaz sokakta sürüklenen yoksul yaşamlar, candan arkadaşlıklar, yorgan altına sokularak ısınılan soğuk geceler, Ahmet Günbaş'ın akıcı anlatımıyla gözler önüne seriliyor.

Çocukluğumuzun bir bölümünü aynı avluda geçirdiğimiz Ahmet Günbaş romanının bir yerinde benden de söz etmiş. Kendisininki gibi benim adımı da değiştirmiş, Salih koymuş sevgili Ahmet:

"Servet, Doğan Kardeş ile Çocuk Haftası dergilerini Büyük Dayı'nın oğlu Salih'ten ödünç alırdı gidip geldikçe. Salih dergilerle ve gazetelerin çocuk sayfalarıyla ilişkisini ilerletmiş, kendince şiirler, fıkralar göndermeye başlamıştı. Sonunda şiirlerinden birini yayımlamışlardı Yeni Asır gazetesinin çocuk sayfasında. Salih'in ayakları yerden kesilmişti neredeyse. O gazeteyi önüne gelene, gözüne sokarcasına, ''Bak, bak!, '' diye gösterip durmuştu sevincinden. Ah, Servet'in de bir gün şiiri yayımlanacak mıydı, Salih abisi gibi? Havasından geçilmezdi artık. Önce sınıftaki kızlara, sonra öğretmenine gösterir, kurula kasıla otururdu sırasında. Ne güzel şeydi matbaa harfleriyle rüştünü kanıtlayan bir şiirin altına imza atmak!...''

Gördüğünüz gibi o yıllar bana epey bi özenirmiş Sevgili Ahmet. Ama hiç de belli etmezdi. İşte ilerleyen yıllarla birlikte adından söz ettiren şair ve yazar olarak kendini kabul ettirdi.

Başarılarının devamını diliyorum Sevgili Ahmet Günbaş, ellerine sağlık.

Seyit Ali Ellikci http://blog.milliyet.com.tr/aliellikci




Yakası rozet tutmayan şair: Ahmet Günbaş

“Yüzü gülmeyen şairi hiç mi hiç çekemem”

Bu sözü bir okur değil, şair söylüyor. Gerçi okur açısından da baktığımızda, onların da çok farklı düşündüğünü zannetmiyorum. Gülümseyen bir yüzden huzur bulurken, somurtan bir yüzü hiç görmek istemeyiz. İnsanın yüzünde şekillenen her duygu görüntüsü kişiliğin bir aynasıdır. Fizyonomi ile uğraşanlarının alanına girmeden şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yüzdeki her değişim, gözlerin derinliğinden dudakların rengine kadar; o insanın karakter analizini yapmamızda bize yardımcı olan görüntülerdir. Buradan hareketle ve yukarıdaki sözün haklılığına da güçlü bir vurgu yapmak için genel bir cümle kurmamızın sakıncası yoktur herhalde: Yüzü gülmeyen insanı hiç mi hiç çekemiyoruz…

Ahmet Günbaş bu sözü, yakınlarda Mühür Kitaplığı’ndan çıkan ve şiirdeki kırk yılının izdüşümü olan “ Çatapat Sesimle” adlı seçme şiirlerinin yer aldığı kitabının önsözünde söylüyor.

Şair, şiirinin bir parçasıdır. İkisi birbirinin aynasıdır da diyebiliriz. Ancak şairin hayatını şiirlerinde aramak ne kadar yanlışsa, şiirini de şairin kişiliğinden soyutlamak o kadar yanlıştır. Aynada var olan gerçeklik, şiirin şaire açtığı alanla ilgilidir aslında. Aristoteles’in Poetika (Şiir Sanatı Üzerine) eserindeki şu sözünü anımsayalım. Der ki: “ En inandırıcı şairler, aynı doğaya sahip oldukları için kendilerini duygulanımların içine sokabilenlerdir; korkmuş olan kişi korkuyu, öfkelenmiş olan da öfkeyi en gerçekçi biçimde verir.” Bu tanımlama bilgisi bize, şairdeki duygusal tepkinin yeryüzünün herhangi bir yerinde oluşan etkinin sonucunda şekillendiğini öğretiyor.

Ahmet Günbaş’ın seçme şiirlerini okurken, onun kırk yılının çizgisini de bu düşünce üzerinden değerlendirmemiz gerekiyor. Kendi deyimiyle kırk yılın eksiğiyle oluşturduğu bu kitaptaki şiirleri tabi ki birileri çıkıp dönemsel farklılıklar üzerinden bir yere koymaya çalışacaklar. Böyle bir bakış açısı hem şiirin doğal devinimini hem de şairin evrimini görmemiz bakımından yararlı olabilir. Ama o dönemsellik içinde değerlendirmek şartıyla. Aksi durumda art niyet aramak olasıdır. Bu bağlamda şairin söylem tutarlılığına, dünyaya bakışındaki değişmeyen sürekliliğine ve eylem bütünlüğüne bakmak daha akıllıca olacaktır.


İlk şiirlerinden son şiirlerine doğru bir yolculuğa çıktığımızda ana öznenin insan olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, emek ve özgürlük merkezli bir şiir kuruyor Ahmet Günbaş. Diğer bütün duygu bileşenleri ve yaşam etkileri bu ana merkezi besliyor. Arkadaşlıklar, aşklar, ihanetler, ayrılıklar ve faili meçhul cinayetler. “ Gel otur yanıma anlatacağım / Tüm acı, tümü yüz karası / Dağlarda şen ve özgürdüm / Kentlerde üzgün ve tutsak ( Evren Mapusanesi /1974). Ele avuca sığmayan bu özlem, zaman içinden kırıla döküle geçip gelse de bugün hâlâ taze, dipdiri bir inatla sürmekte. “ Nâzımlar’dan Lorcalar’dan geliyorum unutma! / Che’den Chavez’e kadar kıpkızıldır atlasım ( Son Şiirler- 2014).

Uzun ve yorucu bir koşunun şiiridir Ahmet Günbaş. Sesini ve kalemini kusursuz bir aydınlığın savaşımına adıyor. Çiçekli avlulara açılan her pencerede onun yüzüne rastlamak mümkün. Müzmin bir isyan olarak tarif ediyor şiirini ve kendisini. Şiirlerini dize dize kazıdığımızda altında mutlaka bir insana çarpıyoruz. İnsanlığın tüm halleri farklı ve çarpıcı imgelerle giriyor belleğimize. Bu yüzdendir ki her dönem genç kalan bir şiir yazıyor Ahmet Günbaş. Yaşadığı zamanın aynası ve anlatıcısı oluyor devamlı. Bir gün tütün işçileriyle omuz omuzadır, meydanlardan haykırır içindekini. “Biz süründükçe tütün / üçe beşe gidersin alanlarda / bey dudaklarına harman olmaya” ( Tütün Türküsü / Gecenin Neresindesin?-1986). Gün gelir savaş çığlığı koparanlara seslenir. “Biz barışığız Ege / sen bak işine” ( Biz Barışığız Ege / Gecenin Neresindesin?-1986).

Ama onu en çok savaşlar, kıyımlar, sürgünler ve faili meçhul cinayetler etkiler. Bir de şair dostlarının erken ölümleri. Sivas’taki can kırımından Hrant Dink’e kadar uzanıyor şiiri. “ Bu şiir hâlâ yanıyor / azıcık temmuza değse / Otuzbeş alevkanatlıkuş / uçmuş da görmemiş kimse! ( Sıcak Şiir / Çağlaçakır-2004). İçinden, ta içinden hisseder yangına düşmüş o gündemi. Şiirin tanıklığı apaçık ve temiz kalıyor gelecek zamanlara. Tarihin tanıklığından daha gerçekçi çünkü. O yüzden not düşüyor Günbaş, takvimin bir kenarına bu dizeleri.

Hrant’ın katledilişini de öyle, ak bir kâğıda iğneliyor. “ Bir ceset nasıl ısıtırmış dünyayı / cıscıbıl gördük!” diyerek. Sonra dünyanın bütün duvarlarında yankılanacak bir sesle bağırıyor. “ Hrant! Hrant! kerttikçe hayat!” ( Krank Mili / Islık Borcu- 2010).

Ahmet Günbaş’ın şiirleri derin hayat izleriyle dolu. Her sokağın başında, ezilen insanın yanında, kadınların, çocukların ve yalnızların arasında; sevgiyle kol kola, omuz omuza, kötülerle kılıç kılıca bir şiir. Özümleyici bir tavırla şiirine aldığı her gerçekliği şair duyarlılığıyla ve ustalıkla biçimlendirip önümüze koyuyor. İşi gücü, gerçek şiir yükünü gelecek kuşaklara sağ salim teslim edebilmek. Soyut ve anlamsız şiirden özellikle kaçınarak toplumsal bilincin şiir dilini, düşünce ile harmanlayıp okura yeni yeni kapılar aralamakla uğraşıyor. İnsanlığın değer yargıları üzerinden kurduğu organik söz bağıyla dünyasal bir şiir oluşturuyor diyebiliriz. Estetik kaygısının önceliği olduğunu birleşik yeni sözcükler yaratmadaki çalışkanlığından anlıyoruz. Her şiirindeki yeniliğin aslında şiirine baştan sona yeni bir kişilik kazandırma eyleminden kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz. Şiirinin çekim gücünü de buralarda aramak gerekir.

Toplumsal düzensizliklerden aşkın bütün alanlarına kadar sızan bir şiir yazıyor Ahmet Günbaş. Anların fotoğrafını çekiyor. Bir görüntü sanatına dönüşüyor her dize sonradan. Şiirdeki fiziksel bütünlüğü müziğin ritmik dalgalarıyla birleştirip dil inceliğini ve lirizmi ussal bir armoniye dönüştürüyor. Ölümler, kıyımlar ve sürgünler onun dilinde salt acının anlatımı değil, aynı zamanda umudun da anlatımı. İnsana inanmış bir kuşaktan geldiği için bu diyalektiği kolaylıkla kurabiliyor.

Ahmet Günbaş’ın seçme şiirlerini okurken Aragon’un bir sözünü anımsadım. “ Sanatta zenginliğin adı zevksizlik. Daha yoksul olalım” diyordu. Hiçbir sözcük yerini yadırgamıyor. Hiçbir dize kullanışsız değil, özenle ve özellikle seçilmiş. Güçlü çağrışımlar yaratan imgelerin varlığı ise şiirsel doygunluğu fazlasıyla hissettiriyor. Bu anlamda sözcük bunalımı yaratmıyor şiiri ve zevk veren bir özlükle soluk alıp veriyor.

Yukarıda şair şiirinin bir parçasıdır demiştim. İşte tam da Ahmet Günbaş’ı tarif etmişim. Mütevaziliği, insancıl yönü, dostluğu ve gülümseyen yüzüyle. Konuşurken sesindeki “Uysal” tınıyı, koca bir nehrin akışına benzetirim. Ne zaman görüşsek, yolunda gitmeyen işlerden, düzenin çarpıklığından ve insanın azlığından söz ederiz. Umudu ve sevgiyi yitirmeden “ şiir buluştursun bizi” sözüyle noktalarız konuşmamızı.

Dönüp dönüp okuyorum o dizeyi ve işte Ahmet Günbaş budur diyorum. “ Yakam rozet tutmuyor!”

Ömer Turan

 

Şiir kitapları
Evren Mapushanesi,
(1974)
Gecenin Neresindesin
(1986)
Göçkün,
(1997)
Sulardan Sonra (1999)
Mustafa Kemal'ler Erken Büyür
(2000)
Aşk Boyu Sürgün
(2001)
Çağlaçakır,
(2004)
İpek Yarası
(2006)
Islık Borcu
(2010)
Şiir Cebi
(2010)
Şiirtüven Sofrası Ezgileri, Ahmet Uysal ve Bülent Güldal’la (2011)
Rüzgâr Akıllı
Şiir (2013)
Aykırı Çocuk
(2013)
Çatapat Sesimle
(2014)
Romanları
   
Öykü
Miço Diye Biri, (2002)
Yitik Göl
(2008)
Yayla Sineması
(2013)
Yaman Dostlar
(2011)
Solgun Bellek (2011)
Denemeleri
 
Derlemeleri
Sepetimde şiir var
(2009)
Sonsuzluk Dersi (2012)
Ölüme Direnen Şiirler
Ender Sarıyatı anısına (2000)
Sevgi Notları
(2006)
Erken ölümlü şairler antolojisi
(2007)
Şiirin adı İzmir
M. Kadri Sümer'le (2008)
 
Ekin Yazın Dostları İzmir Grubu Yazar Tanıtım Sayfasıdır Ekinİzmir