Ahmet BÜKE


1970 yılında Manisa’nın Gördes ilçesinde doğdu.

İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra bir süre ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nde okudu. Ardından İktisat eğitimi aldı.

Çeşitli işlere girdi çıktı. 2002 yılından beri öykü yazıyor.

2008 yılında Alnı Mavide isimli kitabı ile Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü, 2011 yılında Kumrunun Gördüğü ile Sait Faik Öykü Ödülü’nü ve 2014’de Mevzumuz Derin isimli romanı ile Yılın Gençlik Romanı Ödülü’nü kazandı.

Edebiyat dergilerinde ve On8 blog’da öyküler yazmaya devam ediyor.

Basılmış Kitapları
Alnı Mavide
(2008)
Mevzumuz Derin
(2013)
Yüklük 
(2014)
İnsan Kendine de İyi Gelir (2015) 
100 Tuhaf Kitap
(2015)




İnsan Kendine de İyi Gelir

Ahmet Büke: Öykü tekinsiz iş, elinizde patlayabilir.

Ahmet Büke’nin “İnsan Kendine de İyi Gelir” kitabında, On8Blog’da her pazartesi yayımlanan öykülerinin yanı sıra yeni öyküler de yer alıyor. Kitapta yer alan birbiri ile bağlantılı öykülerde bir çocuğun büyüme sürecine tanık oluyoruz. Aynı zamanda bir mahallede yaşanan gündelik olaylara, çalkantılı siyasi süreçler de ekleniyor. Büke bunları kaleme alırken, mizahi bir dil kullanıyor, kısa ve etkili cümlelerle hikayesini örüyor.

Kitapla ilgili sorularımızı yanıtlayan Büke, “İnsan Kendine de İyi Gelir”deki öykülerin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatıyor ama bunun bir roman olmadığını söylüyor. “Roman çok bildiğim bir konu değil, o yüzden romana dair hangi özelliklerini taşıyor ya da taşıyor mu, bilmiyorum. Ama an parçalarıyla dolu kısa öyküler bunlar” diyor. Kısa öykünün kışkırtıcı olduğunu vurgulayan Büke, “Çekirdek tepkimesini düşünün. İki hafif element nükleer reaksiyonlar sonucu birleşir, sonuçta muazzam bir enerji çıkar ortaya. Çekirdek boyutunda olur her şey ama sonuç acayiptir. Ben bunları yaptım demiyorum da yapsaydım iyi olurdu. Yani kısa öyküler yazmaya soyundum” diye konuşuyor.

‘ÖYKÜ YAZMAK TEKİNSİZ BİR İŞTİR’

Öyküleri yazarken bir kitap oluşturacağı fikriyle yola çıkmadığına değinen Büke, “Yazdıkça yazdım, sonunda bundan kitap çıkar galiba, dedik. Öykü yazmak tekinsiz bir iştir. Elinizde de patlayabilir. Ben mutlu oldum ama sonuçtan. Olmasaydım kitaba dönüştürmezdik yayıneviyle birlikte. Zaten bir sonraki adımı hep birlikte karar verdik” ifadelerini kullanıyor.

Bir yıl boyunca ayda 5 öykü yazdığını vurgulayan Büke, “Bir noktada blog öykülerini kestik. Dolayısıyla kitaptaki öykülerin bir kısmını okuyucu önceden internet üzerinden okudu ama bir kısmını da ilk defa kitapta görecek” diyor. Bu periyotta yazmakta zorlandığı bir dönem olup olmadığını soruyoruz. “Her hafta yayımlandı ama ben her hafta oturup yazmadım. Ayın bir ya da iki haftasını ayırıyordum öykülere. O zaman aralığında oturup her ayın beş öyküsünü hazırlıyordum. Bazen başım sıkıştı, hafiften bunaldım ama mecburiyetler yazarın sırtındaki kırbaçtır işte. Diz kırıp eşek gibi yazarsınız. Eşeklerden de özür dilerim” diye yanıt veriyor.

‘BU GÜNLER DE GEÇER’

Kitabın yazılma sürecinde başta tasarladığı gibi gidip gitmediğini, öykü ve karakterlerin ne ölçüde değişim yaşadığını sorduğumuzda, “Başlangıçta bir şey tasarlamadım. Öykü tasarlanabilir bir şey değil. Daha doğrusu benim için öyle. Ama bir dizi ilişkili öykü yazıyorsanız, bir önceki yazdığınız size bir hiza çekiyor” diyor Büke ve devam ediyor: “Gerçi ben o patikaları da zaman zaman değiştirdim. Ölenler bir sonraki öyküde dirildi mesela. Kitabı hazırlarken akışı biraz düzenledik tabii. Yazıldığı sırayla girmedi kitaba öyküler.”

Ahmet Büke kısa öyküler yazıyor olması ile ilgili olarak, “Zaman bolluğu içinde birisi olamadım hiç. İki arada bir derede yazmam gerekti öyküleri. Bana kalırsa uzun yazmak daha zor bir iş. Gerçekten zengin işi o kadar zamana sahip olmak” ifadelerini kullanıyor.

Hakan GÜNGÖR - İstanbul

 

Sait Faik Ödülü Ahmet Büke'nin

Doğan Hızlan başkanlığında toplanan; Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Jale Parla, Murat Gülsoy, Metin Celal ve Beşir Özmen’den oluşan kurul, oybirliğiyle bu yılki ödülün Kumrunun Gördüğü adlı kitabıyla Ahmet Büke’ye verilmesini kararlaştırdı.

Gerekçeli kararda, “Seçici Kurul, 57. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kendine özgü anlatımı ve gündelik yaşamın tarihe tanıklık eden ayrıntılarını işleyen öyküleri nedeniyle Ahmet Büke’nin Kumrunun Gördüğü kitabına vermeyi oybirliği ile karar vermiştir” denildi. Aynı zamanda Taraf Kitap’ın da yazarı olan Ahmet Büke, 11 Mayıs Çarşamba günü saat 18.30’da Pera Palas’ta düzenlenecek törenle ödülünü alacak.  

Sait Faik Hikâye Armağanı
Sait Faik’in vasiyeti üzerine annesi Makbule Hanım Kasım 1954’te hazırladığı vasiyetinde malvarlıkları ve yazarın eserlerinin telif haklarını Darüşşafaka’ya bırakır. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde, her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak seçici kurulun, o sene içerisinde yazılmış en iyi hikâyeyi seçerek ona ‘Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükâfatı’ vermesi istenir. Sait Faik Hikâye Armağanı, Makbule Hanım’ın 1964 yılındaki vefatından sonra Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verilmeye başlandı.  

Bu ödül çok önemli
Taraf’a konuşan Ahmet Büke, “Sait Faik, Türk edebiyatı ve benim kişisel tarihim açısından çok önemli bir yazar. Çocukluğumda hep onun öykülerini okurdum. Okumayı onun öyküleriyle sevdim. Genel olarak benim kuşağım da böyle aslında. Türk edebiyatı açısından bakıldığında da Sait Faik bir dönüm noktasıdır. Böyle önemli bir ismin adına verilen ödülü Ahmet Büke almak da benim için çok önemli” dedi. 


Kumrunun Gördüğü”nü görebilmek

Ahmet Büke, bütün bu öykülerinde yaşamdan, toplumsal ilişkiler ağındaki insani dramlardan ve bireyin kırılma noktalarından hareket ederek yepyeni bir yazısal gerçekliğe ulaşıyor. Öykülerde yaşamın akış sesini duyuyor, yazarın dil içinde kurduğu gerçekliğe bütün ilgi ve dikkatimizle yoğunlaşıyoruz. Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen dördüncü basımıyla yeni okurlarına kavuşmayı bekliyor Kumrunun Gördüğü. Kitabın ilk sayfalarında bir hüzün çağrısını okuyor gibiyiz. Geç yaşta yaşamına son veren iki değerli insanın anısıyla başlıyor sayfalar. Önce Nilgün Marmara, yoğun anlam yüklü dizeleriyle fısıldıyor: “Uyanıyorum küstah sözcüklerle/ Ey iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini/ gördüm ben!” Kumruların gördüğüdür o arka bahçeler. Sonraki sayfada, kitabın genç sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun anısına adandığı cümlesi, bambaşka bir hüzün ve acıyı çağrıştırıyor: “Çok acı var, dayanamıyorum” notunu ardında bırakarak ölüme atlayan Dicle’yi anımsıyoruz iç sızısı ve ürperişlerle.

Seçilen bu iki ad, Kumrunun Gördüğü’nde bireysel ve toplumsal acıların derin katmanlarında dolaşan; yaşama hüznün buğulu pencerelerinden bakarak bir iç sızısı gibi çoğalan öykülerin dünyasına gireceğimizi sezdiriyor. Ahmet Büke, öykülerinde kişilerin ruhsal sorunlarının toplum sorunlarıyla bir arada oluşunu, sosyal ve ekonomik sistemin birey üzerinde müthiş bir baskı mekanizması kurarak onu nasıl ezip yok etmeye çalıştığını gösteriyor. Birey-toplum ilişkisinin karmaşık yapısını, açlık, yokluk, yoksulluk, işsizlik gibi temel sorunların dip dalgası gibi toplumu sarsarken bireylerin dünyasında ne denli derin kırılmalar yarattığını okuyoruz bu öykülerde. Yazarın, toplumu dikkatli ve bilinçli bir bakışla gözlemleyerek, toplumsal olguları yaratan dinamikleri, görünenlerin arka planını, bunların bireyler üzerindeki etkileri ve yarattığı tepkileri, yazınsal dilin ve kurmaca sanatının olanakları içinde başarıyla dile getirdiğine tanık oluyoruz. Bu görme ve sezme gücü, yazarın “insan, yaşam ve toplum” odaklı dünya görüşünden kaynaklanıyor asıl olarak.

Kumrunun Gördüğü, ‘Tuzdan Köprü’ ve ‘Sesler’ adlı iki ana bölümden oluşuyor. Toplam 20 öykü var kitapta. Tuzdan Köprü’den geçerken şu dizeler yüreğimize sokuluyor sessizce: “Yalnız hüznü vardır/ kalbi olanın” (İlhami Çiçek) Okudukça seziyor ve kavrıyoruz ki hüzün bir iç ses olarak kitaptaki tüm öyküleri sarıyor; bir ağrı olarak içimizde yer alıyor. Ahmet Büke’nin öykülerinde hüzün duygusunun yanı sıra nükteli söyleyişlerin olması, yazarın her ikisini ince bir çizgide buluşturması, öykülerindeki özgünlüğün altını çiziyor. İnce ve derin sözler yer yer ironiye dönüşerek öykünün içerdiği anlamı çoğaltıyor. Bu tarzı, bence yazarın yaşama, insana dair umudunu yitirmeyip öykülerini bu umut üzerinden ifade etmesinden kaynaklanıyor. Çünkü yaşam da ince ve derin anlamlar taşıyan dinamik ve daimi bir olgudur; her an değişip dönüşür, şaşırtır; Ahmet Büke’nin öykülerinde göstermeye çalıştığı gibi yaşamın da kendi içinde bir esprisi vardır. Bu öykülerdeki umut, hayatın sonsuz diyalektik sarmalının farkındalığına ulaşmış yazarın iç dünyasından, yüreğinin derinliğinden yükselmektedir.

Sarı Rüya Defteri’nde kısa kısa yaşam parçalarını, bir yanıp bir sönen rüyalar ve gerçekleri, parçalı yapıdaki kurguyla bir araya getiriyor Ahmet Büke, anlamlı bütünü bizim zihnimize, algı ve yorumlarımıza bırakıyor. Yaşamın kıyısında duranları, unutulmuş, göz ardı edilmiş yoksul mahalle insanlarının dünyalarını içtenlikle ve ustalıkla işliyor. Sık sık okuru şaşırtan, irkilten cümleler kuran yazar, hem okurun ilgisini hem de öykü akışını canlı tutmayı başarıyor. Yaşamdan kısa kısa kesitler, anlık izlenimlerle; zamanda parçalanmalar ve atlamalarla, zamansal ileri geri gidişlerle, yaşadığımız dünyanın insanda yarattığı algı düzensizliğine koşut bir kurgulama tarzını önceliyor Büke. Yaşamı parça parça, fragmanlar halinde algılayan günümüz insanının zihniyle uyumlu bir kurgusal yapılanma oluşturuyor. Böylece, okurla bir algı arkadaşlığı da geliştiriyor, duygu arkadaşlığının yanı sıra.

Ahmet Büke, öykü dilini de bu algı üzerinden kuruyor; öykü dilinin ne olduğunu daha yakından kavrıyoruz böylelikle. Etkin, işlevsel kısa cümlelerle yazıyor; kesintili, duraklı, atlamalı yazarak öykü içindeki kurgusal zamanı oluşturuyor. Bu yolla dili hem aktarımcı, hem de oluşturucu/yaratıcı işlevleriyle bir arada kullanarak özgün bir üsluba ulaşıyor. Zamansal geçişlerin, atlamaların arasında kalan boşlukların içindeki anlamları sezmeyi okura bırakıyor. Yazar, bilinçli bir biçimde etkin okura yönelik yazıyor ve istiyor ki okur da kendi algı ve yorum gücüyle öykünün boşluklarını anlamlı kılsın; böylece okurun okuma yolculuğu kendisinin yazma yolculuğuyla buluşsun. Bu buluşmanın ortaklaşa bir yaratım olduğu sezgisine ulaşsın. Ahmet Büke, anlatmaktan çok göstermeyi yeğliyor bu nedenle. Bazen dış dünyaya çeviriyor dikkatleri: Bir kenar mahalleyi, sokakları, evleri, kahveleri… gösteriyor; sonra da insanları, kumruları, kedileri… Bazen öykü kişilerinin iç dünyasını gösteriyor; adeta onların zihinlerini saydamlaştırıyor. Bunu gerçekleştirmek için yer yer bilinç akışı tekniğini işlevsel ve etkin bir biçimde kullanıyor. Kitabın öykülerinin çoğu fragmanlar, enstantaneler şeklinde yansıyor okurun zihnine; böylelikle birer kısa film ve bazen de bir fotoğraf karesi gibi oluyor öyküler; etkileyici, çarpıcı, şaşırtıcı ve sarsıcı… Bazen de hüzün ve ironi sarmalında ilerliyor öyküler. Küçücük mimari yapının içine dünyalar sığıyor böylelikle.

Orhan Kemal ve Sait Faik’in öyküye bakışından yepyeni bir bileşime ulaşıyor Ahmet Büke. Toplumsal adaletsizlik, işsizlik, yoksulluk, sömürü ve bunların insan ilişkilerinde oluşturduğu travmaları, insanın iç dünyasında yarattığı hüzünlü, çelişik, sarsıcı ve kötücül duyguları ifade ederken bunları da o kısa, şiirsel ve özlü dilin içinde harmanlıyor. Haldun Taner tarzı ironi ve nükte de katıyor bu bileşime. Ahmet Büke, yapıtıyla öykü ustalarından bu yana devam eden geleneğe yepyeni bir halka eklerken, farklı ve özgün tarzıyla öykücülüğümüz mecrasında ileri doğru bir akış ve sıçrama yaratıyor.

Ahmet Büke’in öykülerinin odağındaki insanlar kadar, bu insanların çevresini kuşatan, onlarla ilgi, iletişim ve ruhsal bağ kuran hayvanlar da başlı başına bir inceleme konusu olabilir bence. Onların çoğu öykü metni içinde kişilik kazanıyor ve bilgece yorumlar yapıyorlar. Yazar, gözlerimizi yaşadığımız dünyaya açıyor. Karıncalar, martılar, kumrular, kediler, köpekler, sinekler, böcekler hatta tahtakurtları… Hepsinin çevremizde ve öykülerde soluk aldığını duyumsuyoruz. Kumru Kâmil, kitapta unutulmaz bir öykü kişisi olarak var oluyor. Mahalledeki evlerin üzerinde uçan, çatılardan, pencere pervazlarından bakan; her şeyi gören ve bilen Kumru Kâmil, “gördüğüne inanma, gördüğüne inanma” seslenişiyle türküsünü söyleyerek, görünenin ardındaki asıl gerçeklere, derinlerde, dipte yatan temel nedenlere dikkatimizi çekmeyi başarıyor. Kitaptaki birçok öykünün içinde kanat sesleri duyuluyor Kumru Kâmil’in. O, yazarla da yer değiştiriyor sık sık; böylelikle farklı bir bakış açısıyla, değişik görme biçimleriyle bakıyoruz Kumru Kâmil’in gözlerinden. Yazarın öykülerdeki tutumu da bu; görünenin ardındaki asıl gerçeklere işaret etme; dış’tan iç’e doğru geçiş yapma. Kumru Kâmil aracılığıyla okur da yaşamın ve öykü parçalarının içinde geziniyor; yazarın amaçladığı parça etkili vuruş, Kumru Kâmil’in gördükleri aracılığıyla gerçekleşiyor.

‘Tuzdan Köprü’ bölümü içindeki öykülerde siyasi- toplumsal olay ve dönemlerin izlerini görüyoruz. Sarı Rüya Defteri ve Şimdi Ölmüyorum öykülerinde, cezaevlerinde bir dönem yaşanan açlık grevleri trajedisine odaklanıyoruz. Sarı Rüya Defteri yer yer sürrealist tablolar halinde canlanan ayrıntılarla, ince anlamlı sözlerle ilgiyi canlı tutarken, bir yandan da yazarın ilginç şifrelemeleriyle derinlik kazanıyor. Öyküde iki kumru, şifreli adlarla yer alıyorlar: Benim anlamlandırdığıma göre, A: Ahmet; 970: Ahmet Büke’nin doğum yılını çağrıştırmakta. Yazar, kişiliğini iki kumruya bölüyor; ayrıca insanları, olayları gözlemleyen bir de genç adam var satırlarda. O da yazarın kendisi ya da kendi cephesinden var ettiği öykü kişisi. Sonuçta, bu öyküde Ahmet Büke, yazar bakışını üçe bölerek gösteriyor öykünün ve yaşamın gerçeklerini. Öyküdeki ‘sosyal ayrıntılar ansiklopedisi’nin “h” harfinde “hayata dönüş” adındaki cezaevi operasyonuna gönderme var. Bu noktada inanılmaz etkili bir ironiye açılıyoruz. Öyküde zamanın durduğu anlarda; anlık resimler, enstantaneler yakalıyor havada kumrular. Zamanın durduğu noktadan içeri giriyorlar ve görünenin arka planına, önceki zamanlara ulaşıyorlar. Çoklu anlatıcıların olduğunu belirttiğim bu öyküde, açlık grevindeki gencin zihnindeki karmaşa da gösteriliyor. Zihindeki kopukluklar, zaman kesintileri ve atlamalar, öykünün kurgusal yapısıyla dengeleniyor. Bu öyküye bağlı olan Şimdi Ölmüyorum’da gencin hücre duvarındaki böceklere odaklanması, gördüğü sanrısal harflerle oynaması, anlamlar kurup anlamlar bozması, Kafkaesk bir atmosferi çağrıştırır. Geriye dönüş yoktur artık; ilerisi karanlıktadır. Duvardaki görünmez bir televizyon gencin sanrılarını gösterir sürekli. Her şeye karşın, öyküye direnişin gücü damgasını vurur…

Mahur Beste, pazartesiden cumartesiye bir haftanın gösterildiği günlük biçiminde kurgulanmış. Kimin günlüğünü okuduğumuzu, olayları kimin bakışıyla gördüğümüzü, okudukça adım adım kavrıyoruz. Anneye hitaben yazılmış olan bu duygu dolu metnin içinde yol alırken, öykü sonundaki çarpıcı, şaşırtıcı etkiyle sarsılıyoruz. Annesine seslenerek olayları anlatan, siyasi kayıplardan bir gençtir. Anne, Galatasaray Lisesi önüne gider elinde oğlunun fotoğrafıyla. Başka anneler de oradadır, ellerinde evlatlarının fotoğrafları… İki farklı dilden iki anne birbirlerini bakışlarıyla selamlarken, iki kayıp genç de annelerini yukarıdan izler; birbirleriyle konuşur gülümserler, kumrunun gördüğünce…

Vesikalıklar başta olmak üzere kitabın pek çok öyküsünde İzmir’in kenar mahalle yaşamından kesitler, özellikle eski günler bağlamında yer alıyor: Yoksulluğun pençesindeki insanlar, yaşamı emeğiyle omuzlayan aileler… Yerel renkler de yoğunlaşıyor Ahmet Büke’nin öykülerinde. Gevrek, çiğdem gibi yerel sözcükleri kullanan, ölenlerin ardından lokma döktüren, akşamüstü saksılardaki sardunyaları sulayan, yıkanmış balkonlarda rakı sefası yapan, sokak aralarında düğün kuran, mahalle dayanışmasını kimselere bırakmayan İzmir insanı soluk alıyor bu öykülerde. Palmiyeli sokakları ve imbat rüzgârı esen körfeziyle İzmir var oluyor; bir de mahalle araları, ev içleri, eşyalar, kokular, izler, ayrıntılarda yoğunlaşan kişisel yaşamlar… Vesikalıklar’da 12 Eylül anıları, çocuk dünyası içinde yeniden canlanıyor. Mahalledeki çocuk çeteleri, arsada oynayan çocuklar, arsada eski bir Ford’un içinde yaşayan Senihi Abi, yeniyetme erkek çocukların cinselliklerini keşfetme süreci, mahallenin “Fahriye Abla”sı olan Nermin Abla’sı, yoksul insanlar arasındaki yardım ve dayanışmanın hüzünlü güzelliği, çocuk sevinçleri… bir çocuk anlatıcı aracılığıyla dillendiriliyor: 12 Eylül sabahı her şey bir karabasana dönüşür. Baba o gece eve gelmez, ev aranır, anneyi polisler alıp götürür. 12 Eylül’den hayat parçaları dile gelirken, darbenin sarsıntılı dip dalgalarına odaklanırız. Sürecin çocuk ruhlarda yarattığı derin travma, içimizi sızıyla doldurur… Belgeler, zamanda donmuş kareler, yaşanmışlıklar havada uçuşur. Kumru Kâmil gibi yakalayıp okuruz onları.İki Gün Sonrası da 12 Eylül’e öykü kişisi bağlamında açılan, yarı fantastik havası ve masal tadıyla ilgi uyandıran bir öykü.

Bandista adlı müzik topluluğuna adanan “Herkes Herşeyleşiyordu” öyküsü, Bandista’nın bir şarkısından izler taşıyor. Bandista, Ulus Baker’in metinlerinden kolajlamayla düzenlediği Her Şeyin Şarkısı’na şöyle başlar: “Her şey herkesleşiyordu/Herkes herşeyleşiyordu” Şarkı, “gördüğüne inanma sen” nakaratıyla doruğa ulaşır. Ahmet Büke, Marksist terminolojiden gelen “şey’leşme” kavramından hareket ederek sistemin içinde insanın durumuna, açmazlarına işaret ediyor. Hem şarkının sözlerine hem Marksist entelektüel Baker’e göndermeler yaparak, kapitalist sistemin çarkları arasındaki insanın dramına odaklanıyor: Sistemin tutsak edip çaresiz bıraktığı insanlar… Ekonomik kriz… İşsizlik… Emek sömürüsü… İşsiz kalma korkusu… İşyerlerindeki tedirgin ortam… Kadınların uğradığı taciz ve cinsel sömürü… Bu zorlu dünya içinde psikolojik açıdan sarsıntıya uğrayan bireylerin çıkmazları, küçük-büyük kötülüklerle birbirlerine zarar vermeleri… Öykünün bazı parçaları “ne fenayız hepimiz”“insan dediğin ne fena bir şey” sözleriyle başlıyor. Bu sözlerle, “şey’leşme” olgusunun altı çiziliyor. Kapitalist üretim tarzında, eşya ilişkilerinin toplumda kendini insan ilişkileri biçiminde göstermesinden kaynaklanan bir olgudur bu. İnsanın kendi özüne, insanlığına yabancılaşmasıdır şey’leşme.

Kumrunun Gördüğü içinde yer alan birçok öyküde olduğu gibi burada da kötülüğün soyut bir kavram olmadığı, kötülüğün toplumsal sistemin bireylerde yarattığı kırılma ve yabancılaşma olgusundan kaynaklandığı sezgisine ulaşıyoruz. İronik ifadeler öykünün dokusuyla uyum sağlarken, 12 Eylül sendromu yine karşımıza çıkıyor. Darbeden birkaç yıl sonra kahvehanelerin durumu ilginç ayrıntılarla karşımızda. Bu arada, öykü atmosferinde kanat çırpan bir kumru var yine. Öykü kişisi Recep’in öykünün içinde zamanı belirleyen, kahve duvarındaki eski bir saatle kavgası, insanın eşyaya yüklediği anlamı sorguluyor. Masalsı anlatımı olan bu öykünün birçok noktasında Kumru Kâmil kanat çırpıyor. “Açlık başka şeye benzemez. Ne fenayız hepimiz,” diyor Kumru Kâmil. “Gördüğüne inanma sen…” türküsünü söylüyor. Kötülüğün, cinayetin altında toplumsal çürüme, ekonomik çöküş, yoksulluk ve açlık var. Kumru Kâmil aracılığıyla yazar, görünenin ötesine açıyor gözlerimizi. Kafesteyiz öyküsü de iyilik ve kötülüğün temellerini ve altyapısını sorguluyor. Bu öyküde bakış açısı ve anlatıcılar sık sık değişip birbirine dönüşüyor. Kafesteyiz’de sistemin çaresiz, çözümsüz bıraktığı tedirgin insanların dünyası var yine. Bu öyküyü de yazar yaşamın sürekliliğinin vurgusu ve umutla bitiriyor. Melek Annem öyküsü, adıyla ilginç bir ironi yaratıyor. Melek Anne’lerin cinayet işleyebildiğine tanık oluyoruz bu öyküde. Hayat bazen öyle bir dayatır ki zorluklarını, melekler iyiliği bırakır bir an. Günah Topu, çocukluktaki kötülük ve günah kavramının sorgulandığı sürrealist tarzıyla ve sonundaki ironiyle dikkati çeken bir öykü… Başka bazı öykülerinde, “semtin üzerine çöken kara bulut” ve “dipten gelen kaynamayla fokurdayan çukur” gibi imgelere toplumsal bir işlev kazandıran Ahmet Büke, metni alegorilerle zenginleştirerek yarı fantastik bir öykü atmosferi yaratıyor.

Kitabın ikinci kısmını oluşturan Sesler’de uzun soluklu üç öykü yer alıyor. Hatırlamak öyküsünde geçen “Acıyor bana bıraktığınız yaşamak” sözü baştaki sayfalarda karşılaştığımız Nilgün Marmara ve Dicle’nin hüzünlü anılarına bağlanıyor. Bu öyküde Savaş ve Hikmet’in olağanüstü dostluk, özveri ve bağlılıklarını okurken, onların geçmişteki yaşamlarına açılıyor; her ikisinin de 12 Eylül mağduru olduğunu fark ediyoruz. Hikmet, çektiği acı ve işkenceler nedeniyle ruhsal bir travmaya uğramış, çocuksu bir saflığa bürünmüştür. Savaş ise kendisinin, Hikmet’in ve işkencede ölen ya da zarar gören devrimci arkadaşlarının intikamını, eski emekli polisleri araştırıp izlerini sürerek alıyor. Onları bir köşede kıstırarak korkutuyor: “Sana bir hikâye anlatacağım,” diye başlıyor sözlerine. Anlattıklarıysa çok acı hikâyelerdir 12 Eylül’den kalan. “Büyük saat sallanan sarkacıyla hâlâ yaşıyordu.” şeklindeki son cümleyle yazar yaşamın devam edişini, sürerliliğini vurguluyor. Kusmak Unutmak adlı yol öyküsünde, vahşi kapitalizmin kanlı ve kirli yüzüyle karşılaşıyoruz. Gemi söküm firmasında mühendis olarak çalışan Sait’in dünyasına giriyor; sistemin onu nasıl araçsallaştırdığına tanık oluyoruz. Gemi söküm atölyesinde bir iş kazasında ölen işçinin adının bile öneminin olmadığını yüreğimiz burkularak okuyoruz. Mühendis, sistemin dişlileri arasına sıkışmış ve yaşamdan bezmiş durumdadır. Şirketin arabası ve şoförüyle birlikte, sıkıntılı bir yolculuk yapmaktadır ölen işçinin köyüne doğru. Mühendis Sait, ölen işçinin ailesine emanet olarak ne götürmektedir? Yazar, öykü boyunca ilgi ve merakımızı canlı tutuyor. Emaneti işçinin ailesine teslim eden Sait’in dönüş yolu boyunca iç dünyasının karmaşıklığı, içindekileri yoğun bir bulantıyla dışarı çıkarması şeklindeki yarı simgesel anlatımla veriliyor. Bilmek-Gerçek, psikolojik derinlik taşıyan, şaşırtıcı sonla biten bir öykü. Bu metnin bir ucu da 12 Eylül’e bağlanıyor.

Ahmet Büke, belirttiğim gibi yoğun, şiirsel, imgelerin izini süren, yer yer masalsılık kazanan bir dilin içinde yazıyor öykülerini: “İnsan dediğin ürperir. Üşür sonra. Üşüdükçe de rüya mı görür? Çölde soğuk rüzgârlar eser üzerine. Güneşe doğru açtıkça yüzünü, sırtında soğuk, karlı bir dağ büyür. Dönmek ister, olmaz da olmaz. Ayakları kök, ardı yalçın kaya olur annemin. Çığ düşer sırtına.” (s. 37) Yazar, ironiye, nükteli söyleyişlere de yer vererek; hüzün ve duyarlılıkları çoğaltarak, öykülerle yaşamın kırılma noktalarını buluşturuyor.

Kumrunun Gördüğü, ilgiyle okunan, düşündüren bir kitap… Öykücülüğümüzün, genç ustaların kalemiyle kat ettiği yolu görmemiz açısından da iyi bir örnek oluşturuyor. Daha birçok yeni okurla buluşacağından emin olduğum Kumrunun Gördüğü, zaman içindeki yazınsal uçuşunu başarıyla sürdürüyor…

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (13 Ağustos 2015)


"Yüklük" Üzerine Yazılanlar

Bir nefeslik huzur öyküleri

Ahmet Büke uzun bir aradan sonra yeni öykü kitabı Yüklük ile okuyucuyla buluştu. Sait Faik Ödüllü öykücü yine dibe çökmüş, kenarda köşede kalmış mühim konuları kendine has üslubuyla öyküye aktarıyor.

Büke şöyle diyor Platonov ile konuştuğu bir öyküsünde: “Âciz ve kendine yabancı kalma hali bizim ilçe hastanelerinin bahçe kapısından itibaren büyüyen ve elle tutulan bir buluttur misal.” Bu cümle bile öykülere dair pek çok ipucu veriyor bize. Büke’nin gözlem yeteneği çok kuvvetli ve önce kendine dert ediyor meseleleri. Bu hem okuyucu hem yazar için mühimdir. Ahmet Büke’nin eline kalemi kâğıdı alıp etrafta dolaştığını düşünmüyorum. Sokakla yaşıyor; kapısını kapayınca sokağı dışarıda bırakmıyor, gerçekle boğuluyor, yaşayamayacak gibi olduğunda kaleme sarılıyor.

Çoğumuzun okuyup geçtiği ya da okumaya bile gerek görmediği çoğumuzun ise okuyup kanıksadığı önemli haberleri atlamıyor Büke. Öykülerinde bu gerçeği ne okuyucunun gözüne sokuyor ne de yok sayıyor; gerçek tüm ayrıntısıyla kelimelerin arasına sıkıştırılıyor. Doğuş Sarpkaya* bir yazısında ‘karınca sabrıyla gerçeğin fotoğrafını işliyor ” demişti, tam da öyle.

Bir parantez açıp şunu da söylemeliyim; Yüklük, şair Ergin Günçe alıntısıyla başlıyor. Büke aracılığıyla Ergin Günçe ile tanıştım; kitabı okumaya başladığım günden beri Ergin Günçe’yi de okuyorum. Edebiyat böyledir bir sayfadan bilmediğiniz dünyaları öğrenirsiniz.

Büke’nin öykülerine geri dönersek; Yüklük iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım ‘hâl’de dokuz öykü bulunuyor. İkinci kısım ‘bakiye’de ise Büke’nin yazarları konuşturduğu daha önce çeşitli dergilerde yer almış altı öyküsü var. hâl’de yer alan her öyküde toplumsal bir meseleye değiniliyor. Yakın tarihimizde belki de unutmamız gereken meseleler bunlar. Öykücü kendine özgü tarzı ve duru anlatımıyla okuyucuyu bu gerçekle yüzleştiriyor. Büke’nin öykülerinde ağaç, taş, su, insan ve bilcümle evren acının ve ironinin etrafında doğal bir bütün oluşturuyor. 

Okuyucu öykülerin her birinde biraz acı biraz umut buluyor. Örneğin Süngerli Odalarda öyküsünde en derininde hissediyor: "Arkadan ters kelepçelenmiş ellerini açtılar. Ortada çocuk, koridorda yürümeye başladılar. Çocuk adamlardan birine doğru baktı, “Berf dest pe kir?” dedi.
Adam da ona baktı ama yanıt vermedi. 
“Ne diyor?” dedi öteki.
“Kar başladı mı, diye soruyor.”
Yürüdüler. Koridorun sonunda kayboldular.”

bakiye’de ise yeni bir tarz daha çıkıyor okuyucunun karşısına. Büke, sevdiği edebiyatçılarla konuşuyor: Platonov, Vüs’at O. Bener, Sait Faik, John Fante, Sevgi Soysal… Bu kısmı okurken okuyucu bir nefeslik huzur bulacaktır. Büke’nin sohbetiyle birlikte bu edebiyatçılarla tanışanlar yeniden dönüp okuma isteği tanışmayanlar da ise tanışma isteği oluşuyor. 

Büke kısa ama sarsıcı öyküleriyle okuyucuyu dolaştığı evrende bir gezintiye çıkarıyor. Okuyucu biraz da umut etmek için okur; Büke umudu diri tutan yeni öyküleriyle karşımızda.

"Mülkümüz Bir Gıdım İyimserlik"

Dipnot:  Genelde bu kısımda haftanın önerilerine yer veriyorum. Ancak bu hafta yazıya son düzeltmeler yapılırken 87 yaşındaki Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in yaşamını yitirdiğini öğrendim. Bugün hüznün cumasıdır. Marquez’i anmak için ise yapılacak en iyi şey onun metinlerini okumaktır. Hoşçakal büyük usta...

N. Kübra Akalın - Posta.com.tr

‘Coğrafyamızın çoğu açık yara.’

Biz onlara dedik ki, elbette sizin bilmediğiniz öyküleri biz biliriz. Seni yazdıkların için küçümseyenler bilmiyorlar mı, onların akıllarını açıp yazdıklarını biz koyduk. Zenginlik istediler, verdik. Pahalı kumaşlar ve kervanlar dilediler; bir sabah kapılarının önüne koyduk. Ama yine de senin öykülerine güldüler. İçine yeis dolmasına izin verme. Sabretmekten vazgeçersen onlardan ne farkın kalır. Hem senin neyi becereceğini de biz bilirdik. Onun için çabalasan da, vazgeçsen de fark etmez. Ama vazgeçmemende büyük mükâfatlar olabilir. Olmayabilir de.” Ahmet Büke ile nefes molası sayılabilecek kadar kısa bir aralıkta Yüklük’ü konuştuk.

Kitabın açılış öyküsünde iskeleti oluşturan ama lafı edilmeyen bir ‘vahşet’ seziyor okur. Devlet korumasına bırakılmış çocuklara böyle davranıyorsa devlet, ‘diğerlerine’ neler yapmaz? Vahşetin kökünü karıştırıyor olabilir misiniz bu öyküde?
Kitabın ikinci öyküsünden bahsediyorsunuz sanırım.  Fiilen devletin korumasına bırakılmış çocuklar değil onlar. Maalesef zaman zaman neredeyse rehin muamelesi gören siyasi tutsaklardan çocuk yaşta olanları konu alıyor. Dolayısıyla şiddete karşı en açık olanlar. Şiddetin kökleri içeride, dışarıda, evde, okulda, parkta her yerde var. Hem yüzeyin hemen altında. Bu yüzden coğrafyamızın çoğu açık yara.

Giden Çocuklar İçin Müfredat’ta ne işe yaradığını sürekli sorguladığımız okul dersleri üzerinden toplumsal bir yaranın panoramasını çıkarıyorsunuz. Bu dersler yalnızca yaralarımızı daha da kanatmak için mi öğretiliyor dersiniz?
Gezi’de bizden kopartılanları anlatmak istedim. Ece Ayhan’ın şiirinin kötü bir devamı sayalım.

“Annem: Bütün anneler gibi bu dünyada adalet istiyor.” Bu oldukça dokunaklı bir tümce, ayrıca siyasi bir yanı da var inceden. Bu ülke, annelerin bu dileğini bir türlü gerçekleştir(e)meyen kirli bir mekanizmaya mı sahip acaba?
Kadınlar adaletle daha ilgililer. Çünkü varoluşları uzun bir adaletsizlik hikâyesi üzerinde yükseliyor. Özellikle de çocukları (yani bu dünyaya emanet ettikleri zamanları) söz konusu olunca adaletsizliğe karşı daha da güçlü itiraz ediyorlar. 12 Eylül sonrasında İnsan Hakları mücadelesinin, yine kayıplar konusundaki hassasiyetin ana omurgası kadınlardır. Annelerin bu dünyadaki adalet arayışına en güzel örnek geçende İran’da yaşandı. Bir anne, oğlunun katilini idam sehpasında -ona bir tokat attıktan sonra- af etti. Bunda bize büyük dersler var bence.

Her Şeyin Teorisi, bir kaza sonucu şehre dağılan anguslar üzerinden iç gıdıklayan bir hiciv. Sahi “devlet (bu kadar manasız ve) ağır dönen bir değirmen taşı mı?”
Manasızlığını Gezi gösterdi biraz. Devletin çekildiği yerde milyonlarca insan birbirinin ayağına basmadan günlerce yaşadı. Demek ki, yaşamamız için şart değil devlet.

“bakiye” bölümündeki öyküler bir şekilde birbirleriyle bağlantılı ilerliyor. Anlatıcı konuştuğu yazarları içselleştirerek çizmiş hayatını sanki. Burada şöyle bir şey görüyorum ben: Okur okuduğu yazarlarla bir müddet sonra doğrudan bağlantıya geçiyor ve gizli gizli onlarla konuşmaya başlıyor. Yanılıyor muyum?
Sevdiğim sanatçılarla onların tarafına geçerek sohbet etmek istedim. Kitapları severiz, sevdiğimiz kitapların yazarlarını da onlar öldükten sonra sevebiliriz belki. Yaşarken tanımak çoğu zaman hayal kırıklığıdır.

“En sevdiğiniz öyküyü usul usul yeniden okuyun. Yazarı sizden gözlerini kaçırmaya uğraşacaktır. Ama nafiledir bu da. Bir sarraf tartısı gibi anlarsınız onun kıymetini.” Öykü yazarı olarak okuyucuya verdiğiniz bir ipucu mu bu? Yani yazdığınız birçok öykünün içerisinde kendinizi yakalatmamak için biteviye kaçıyor musunuz?
Bilmiyorum. Yani öykü benim için bir bilinç hâli değil. Uykuya dallarken görmek istediğiniz rüyayı siz belirleyemezsiniz.

Yüklük, son aylarda yaşanan çocuk ve genç cinayetlerini hatırlatır biçimde çocukların öyküleriyle açılıyor. Biraz bundan söz edelim istiyorum. Katilleri sokakta dolaşan o çocuklara mı ithaf edildi Yüklük?
Kızım için yazdım. Büyüdüğünde daha iyi bir dünya olur inşallah.

Yüklük / Yazar: Ahmet Büke / Can Yayınları / Dizi Editörü: Faruk Duman / Yayına Hazırlayan: Mustafa Çevikdoğan / Kapak Tasarımı: Utku Lomlu / 1. Basım Nisan 2014 / 87 Sayfa


Alnı Mavide

Bir süredir ara verdiğim ama asla vazgeçemediğim kitap okuma alışkanlığıma heyecanlı bir dönüş yapmak için kitapçıya gittim. Yeni kitaplar ve benim için yeni yazarlar aradı gözlerim. Ne zamandır okumak istediğim modern Türk edebiyatının yazarlarından Ahmet Büke adı takıldı gözlerime. Öykülerinin dikkat çekici olduğunu ve ilk kez bir ödülle adını duyurup başarı ile yoluna devam ettiğini duymuştum. Bu genç yazarı yapıtları ile tanımanın tam zamanı diye düşündüm.’’Alnı Mavide ‘’adlı öykü kitabının tanıtım yazısını okuyup, ilk sayfalarını çevirmeye başlayınca, sabah kahvesini yudumlayıp gazetesini okuyan kitapçının hafif tebessümlü bakışı ile karşılaştım. Belli ki, hemen orada kitaba başlayıp zamanı ve mekanı unutacağımı anlamıştı deneyimli satıcı.Fazla düşünmeden kitabı satın alıp eve gelir gelmez de okumaya başladım..

Modern Türk edebiyatı’nın bağımsız yazarlarından biriydi Ahmet Büke. Öyküleri kolay okunan, bir o kadar da ağır yaşanmışlıklar sunuyor okuruna. Yoğun yalnızlık duygusu, ürpertici kimsesizlikler ve taş gibi hissedilen yoksulluklar yaşamın sıradanlığı içinde, olmazsa olmaz gibi karşımıza dikiliyor okudukça. Koskoca evren içinde insan yüreğinin sıkışıp kalma öyküleri bu öyküler.Somuttan soyuta kayan yaşam gerçekleri ile ideolojik olarak uyutulan insan vicdanını kurcalıyor bir anlamda.

Kısacası öykülerin derinliğinde edebi ve insani yönü çok belirgin bir felsefe var. Hayat karşısında cesur olmayı alternatifsiz bir biçimde öneriyor. Çünkü anlatılanları hazmetmek kolay değil. Hayatı çekilir yada çekilmez olarak değerlendirmek yerine cesurca yaşamak en doğrusu diyor bu öyküler. Özellikle Ölü Har adlı öykü.

Alnı Mavide, genç yazarın üçüncü kitabıymış.. Ahmet Büke’yi tanımak için burayı tıklayın

Araştıran bir okur olmasam Ahmet Büke’nin muhteşem öykülerinden haberim olmayacaktı. Onun sarsıcı ama bir o kadar da okunası hikayelerini mutlaka okuyun.


Ekmek ve Zeytin kitap eleştirisi

Gazetelerde, 16 Eylül’de şu haber vardı: “Cezaevi aracı yandı: 5 mahkûm öldü”. Van’dan İstanbul’a giden araçta çıkan yangın sebebiyle paniğe kapılan görevlilerin, mahkûmların tıkıldığı bölümün anahtarlarını bulamadıklarını ve beş kişinin diri diri yandığını kamuoyu bu haberden öğrendi. Herkes ah vah etti, sonra unutuldu, gitti. Peki böylesi acıları unutamayanlar, bir türlü huzur bulamayanlar? Onların yüreklerine biraz olsun Ahmet Büke su serpiyor, hem de taş gibi ağır öyküleriyle. Ahmet Büke, beşinci öykü kitabı Ekmek ve Zeytin’in ilk öyküsü “Tanrı Bir Devlet Bir”de bu beş mahkûmun kurmaca öykülerini anlatarak bizi gerçeğe gazete haberlerinden daha çok yaklaştırıyor. Cezaevi aracının birazdan geçeceği otoyolun kenarında uçuşan karahindibalardan başlıyor anlatmaya. Aracın içindeki ve dışındaki dünyayı tarifliyor. Araçtaki mahkûmlardan Ali’nin aklı, kalın kartonlara sarıp çarşafının içine sıkıştırdığı kara kalemlerinde. Motorun sesi kişnemeye dönüşüp acı bir duman yükseldiğinde karıncaların kanı donuyor, havadaki kartal tanrıya isyan ediyor. Birbirine kelepçelenmiş mahkûmlar sağ kurtulamıyor metal kutudan.

Onunki de bir tür gazetecilik. Ama gazetelerde her gün rastlanan cinsten soğuk dilli habercilik değil. Belki bir zamanlar Yaşar Kemal’inFikret Otyam’ın birer “muhabir” olarak gazetede yazdıklarını akla düşürüyor. Ahmet Büke, etinden kemiğinden sıyrılarak başka biçimlere girerek anlatıyor hikâyelerini, sıradan bir gözün farkına varabileceği ayrıntıların çok ötesinde bir yerden. Tür değiştiriyor. Martı oluyor, karınca, balık, sinek oluyor, göbeği çatlamış incir oluyor, koltuğun altına sıkışan terlik teki oluyor, cezaevi nakil aracı içinde mahkûmların kelepleçelendiği metal tavandaki kiriş oluyor, faili meçhul torununu kemiklerinden tanıyan ninenin parmakları oluyor.

Ekmek ve Zeytin ihtiyaçtan, mecburiyetten yazılmış öykülerle dolu. Ahmet Büke, Habertürk’e verdiği söyleşide, “Darlanınca yazıyorum ben. ‘Öf ulan,’ der insan gider annesinin dizine yatar, yumar gözlerini. Öyle bir uykuya dalma hissiyatı oluyor bende. Kendimi onarma ya da hayata direnme ihtiyacı hissedince oturup yazıyorum” diyor. Peki hepimizi daraltan, bunaltan, ezen bu dünyanın en karanlık hikâyelerini anlatıp nasıl oluyor da bizi rahatlatıyor? Belki o karanlığın içindeki yaşam belirtilerini yazdığı için, belki insanın karşılaşabileceği en ağır koşullarda bile gülebileceğini hep aklında tutarak mizahı ustaca kullandığı için.

Bir Arap atasözü, “üç şey gizlenemez” diyor, “duman, aşk ve parasızlık.” Ahmet Büke’nin öykü karakterleri de gizleyemiyor aşkı ve parasızlığı. Büke sağından solundan geçen bütün hayatları değerlendiriyor, insanı kayıtsız kaldığı her şeye yakınlaştırıyor. Mesela “Yara ve Kabuk”ta Fakir’in annesine âşık olan kadın ona şöyle bir not bırakıyor: “Fakir’im, annenle ben gidiyoruz. Biz birbirimizi seviyoruz güzel kuzum. Birbirimize iyi bakarız. Çok sarılırız, çok öperiz. İkimiz bir insan gibiyiz Fakir. Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar. O zaman insan insana iyi gelir.” Kitap, “bize ekmek ve zeytini öğreten anneme” ithafıyla açılıyor. Ekmek ve zeytini denklemek o kadar da kolay değil, o yüzden “Kemik Suyuna Köpek ve Hayalden Yaşadı Onlar” öyküsünde kış ortasında evinden atılıp sokakta kalan aile, hayalî patateslerle hayalî az yağlı dana etini hayalî bir tencerede kaynatıyor.

Ekmek ve Zeytin’deki öykülerden, ölümüyle babalarını işsiz bırakan patronun siyah rugan ayakkabılarına göz diken iki haylaz kardeşi anlatan “Sakallı Pazartesiler”, akla işsizlik üzerine yapılmış en güzel filmlerden “Güneşli Pazartesiler”i getiriyor. Zaten müteakip öykünün başlığı filmin orijinal adı: “Los Lunes al Sol”. Büke bu öyküde okuru okuduğuyla bırakmıyor; öykünün içinde Auschwitz kampındaki kıyımı anlatan bir yazıya, Wikipedia’ya, fotoğraf paylaşım sitesi Flickr’a ve filmden bir parçaya link veriyor. Tecrübeyle sabit, linklerin hepsi çalışıyor. Önceki dört kitapla kıyaslandığında “Ekmek ve Zeytin”deki öykülerin hepsi alıştığımızdan kısa öyküler, bu kitapta diğerlerine oranla daha fazla öykü var, yine de doymak mümkün değil. Ahmet Büke, İzmir Postası’nın Adamları’ndan Ekmek ve Zeytin’e gelen yolda, iğneyi kâh İzmir’den batırıp Diyarbakır’dan çıkardığı, kâh delileri göklere çıkarıp canileri yerin bin kat dibine batırdığı enfes bir nakış işliyor. Uzaktan bakınca bütün öyküleri koca bir roman gibi görünüyor. Büke parçaları birleştirmede de, ayrıştırmada da usta, marifeti de burada!

Aşiyan Edebiyat Dergisi


.





.





Ekin Yazın Dostları İzmir Grubu Yazar Tanıtım Sayfasıdır Ekinİzmir