Denilebilir
ki, dünya kurulduğundan bu yana, baş tanrı
Zeus lie birlikte olmaya yeltenen kadınların başına
gelenler, yeryüzünde hiçbir kadının
başına gelmemiştir. Ne var ki, karısı
Hera’nın kıskançlıklarından
bıkıp usanmasına rağmen, Zeus’un
çapkınlıktan vazgeçemediği de
başka gerçek.
Yine
bir gün Tanrı Inahos’un genç ye güzel
kızı Lo ile kırlarda sevişen Zeus kıskanç
karısı Hera tarafından yakalanacağını
anlayınca Io’yu hemen bir inek şekline sokar. Böylelikle
Hera’nın gazabından kurtulacağını
sanmaktadır. Düzen kurmakta ve kıskançlıkta
rakipsiz olan tanrıça Hera durumu hemen farkeder. İnek
şekhinde Zeus’un yanında duran genç
kızın başına bir sinek musallat eder. Zavallı
Lo sinek arkasında, günlerce kaçar durur. Sonunda
İstanbul Boğazı'nın önlerinde bir
yere gelir. Sinek hala peşindedir.
Ondan kurtulabilmek için kendini can havliyle suya
atar ve yüzerek karşı kıyıya çıkar. Geçtiği
yerin neresi olduğunu bilmemektedir. İşte bu olaydan
sonra bu su yolunun adı "inek geçidi" anlamına
gelen "Bohus Phorus" kelimelerinden kaynaklanan "Bosphorus"
olur.
Karadeniz'in Marmara'ya doğru uzanan 55 km'lik bu su
yolundan deniz bazı yerlerde bir nehir gibi akarken, bazen
yavaşlar, bazı koylarda yorulmuşçasına
dinlenmeye çekilir. Bu koylardan en büyüğü
ve en güzeli Beykoz Koyudur.
Dik tepelerle çevrili dar bir kıyı şeridine
sahip olan Beykoz mesireleri, ormanları ve suları
ile ünlüdür. Lodos dışında bütün
rüzgarlara kapalı olan Beykoz Koyu denizciler için
herzaman güvenli bir limandır.
Yine mitolojiye göre Karadeniz'in doğusunda bulunan
Kolkhis'te bir ejderha tarafından korunan altından
bir post bulunmaktadır. Eski Yunan'da bulunan zamanın
kralı bu posta sahip olmayı çok istemektedir. Onu
ele geçirebilmek için yanıp tutuşan
kral, bu iş için maceraperest kaptan Lason'u görevlendirir. Kaptan
Lason bu yolculuğa çıkmadan önce özel
bir gemi inşa eder. Yanına çok güçlü
adamlar almayıda ihmal etmez. Sonunda Argo adını
verdiği gemisiyle Yunanistan'dan yola çıkar. Geminin
adından ötürü "Argonautlar" diye anılır.
Argonautlar ve Kaptan Lason altın postu bulmak için
macera dolu yolculuklardan sonra sırası ile Ege
Denizi,Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi'ni
aşıp İstanbul'a ulaşır. Karadeniz'e
çıkmadan önce son kez dinlenmek, yiyecek ve
su ikmali yapmak için Beykoz koyunda demirler.
Bebrykler'in çok sevdikleri cesur ve dövüşken
kralı Amykos, o sıralarda Beykoz'da sarayındadır. Kral
koyda demirleyen konukları sarayına davet eder. Onları
ağırlar.bu arada kral konukları kendisininde
çok sevdiği demir kabaralı eldivenlerle dövüşülen
ve sest oyunları adı verilen bir oyuna davet eder. Kaptan
Lason, Kral Amykos'un karşısına çıkmak
istemez. Kral ile dövüşmek üzere arkadaşlarının
arasından Polideukes'i seçer. İki tarafta
çok güçlüdür. Uzun süren
çok zorlu dövüş olur. Dövüş
sırasında Kral Amykos aldığı darbeler
sonucu hayatını kaybeder.
Krallarının öldüğünü gören
Bebrykler'in ağlaşmaları ve üzüntüleri
yeri,göğü tutar. Ancak yapılacak hiçbirşey
yoktur. Herşey geleneklere ve kurallara uygundur. Bu trajik
ölüm üzerine Bebrykler,kralları için
anıtsal bir mezar inşa ederler. Daha sonra Kral Amykos'un
adından yola çıkarak "Amea" adını
alan bu bölge Bizans döneminde de aynı adla
anılmaya devam eder. Bilindiği gibi koz Türkçe'de
ceviz anlamına geşir. Osmanlı döneminde
bu ününü cevizden mi yoksa İzmit sanacağı
beylerinin burada ikametinden mi bilinmez yörenin adı
Beykoz olur.
Bölgenin adı Beykoz olmadan yani Amea iken, biraz
da Yuşa Bin-nun Hazretlerin'den söz etmek gerekir.
Hazretin fevkalade "zevk-i selim olduğu" seçtiği
depeden bellidir. Tepenin herkül yatağı, yoros
jüpiter tapınağı veya Dev Dağı
olarak anıldığı ve kutsandığı
söylenir. Denizcilerin korkulu rüyası olan Karadeniz'e
çıkmadan öncebu tepeyi ziyaret edip, adaklar
adayıp, tapınağa hediyeler sunduğu ve yola
ancak öyle çıktıkları bilinirdi.
2. Mahmut döneminde bu bölgeyi dolaşan İngiliz
gezgini Robert Walsh'un yazdığına göre, Yuşa
Hazretleri, en sevdiği yerlerden biri olan bu, ikiyüz
rakımlı, nefis manzaralı ve havadar tepenin
üzerinde oyurup bacaklarını aşağı
sallandırır ve boğazın mavi sularında
ayaklarını yıkarmış.
Yine Walsh'tan öğrendiğimize göre, Yuşa
Hazretleri'nin dev gibi bir vucuda sahip olmasının
nedeni putperest Yunanlılar'a karşı mücadele
edebilmek içindir. Bir çarpışma sırasında
Hazret onları perişan etmiştir. Hatta derler
ki, çarpışmanın sürdüğü
günün akşamı güneşin batmasıyla
doğması bir olamuş,o geceyi dinlenerek geçirip
ertesi gün savaşmayı düşünen
Yunanlılar'ın dinlenme olanağı nedeni
ile Hazret tümünü yenmiştir. Ruşan
Eşref de, Yuşa Bin-Nun'un kutsal toprakların
dışına çıktığının
Kitab-ı Mukaddes'in hiçbir yerinde yazmadığını
ekler.
1097 yılında haçlı ordularını
kumanda eden Gedefroi de Bouillon askerlerini karşı
sahildeki Büyükdere'den çayırdaki Hünkar
İskelesi'nin bulunduğu yerden karaya çıkarmıştır, Kudüs'e
gitmek için Anadolu içlerine haraket etneden
önce ordugahını Beykoz çayırında
kurmuş ve günlerce burada kalmıştır. Bunları
1814 yılında Rusya üzerinde deniz yolu ile
İstanbul'a gelen,daha sonra Beykoz'a gelip çayırlarında
dolaşan ve koyu bir hiristiyan olan Kont Edward Raczynski'nin
kitabından öğreniyoruz.
Bizans döneminde bir balıkçı köyü
olarak varlığını sürdüren Beykoz'un, fetihten
sonra 16. yüzyıldan itibaren, müslüman
nüfus tarafından rağbet görmeye başladığını
ve yerleşiminin hızla artmış olduğunu,17.
yüzyılda yaşına Evliya Çelebi'nin
seyehatnamesinden öğreniyoruz.
Sevgili evliyamız Beykoz’un havasından, suyundan
Rum, Ermeni, müslüman mahallerinden, kiliselerinden
bahsederken Beykozun imaretleri, hamamları, iskeleleri,
dalyanları, bağ ve bahçelerinden de seyahatnamesinde
sayfalarca bahsetmiştir.
18. yüzyılda daha da çok revaç bulunan
Beykoz, birbirinden güzel çayırları,
içme suları ve yalıları ile tam bir
sayfiye ve mesire yeri haline gelir. Kanlıca, Küçüksu
ve Göksu dereleri, Çubuklu ve Tokat bahçeleri
ile artık Boğaz’ın bin incisi olmuştur.
19. yüzyılın başından itibaren korular,
çeşmeler, kasırlar, saraylarla süslenen
Beykoz, bütün zamanlar ziyaret yeri olma özelliklerini
korurken, pek çok padişahları ve gezginleri,
hatta imparatoriçeleri kendine konuk etmiştir.
Yine 19. yüzyılın ilk çeyreğinden
itibaren Beykoz’da Osmanlı Imparatorluğu’nun
ilk sanayileşme hamlelerini görürüz. Geçmişi
18. yüzyıla dayanan deri ve kunduna fabrikası,
Akbaba köyünde Beykoz işi adı ile ünlenen
cam eşyalar, çeşme bülbüller imalatı,
daha sonraları askeri çuhahaneler, kağıt
fabrikaları, ispermeçet mumu fabrikaları,
Paçabahçe'de yine bin cam fabrikası, Anadolu
Hisarı'nda halat fabrikası, İncirköy’de
tuğla fabrikası bunları takip eder
Kaynak:Beykoz Belediyesi Kültür Yayınları
"Bir Zamanlar Beykoz"
Yazar: Mustafa Yavuz http://www.beykoz.gov.tr/index.asp?show=tr
|
|