HATTAT NURİ BEY

MEDENİYETİN YOLU BUYSA GEREĞİ YAPILMALI

Haziran ayının son haftasında Mükerrem Efendinin çok sevdiği yazı hocası Hacı Nuri Bey bir süre kalmak üzere Akbaba'ya geldi. Nuri Bey'in gelişi Mükerrem Efendi için ne kadar bayram gibi mutluluksa Lamia ve Sadiye için de Tülun'la beraber olmak mutluluktu. Evin üst katı konuklar için hazırlandı, kızlar aşağıdaki odada kalıyorlardı. Babaları uzun dinî sohbetlere daldıklarında çocuklar soluğu bahçede alıyorlardı. Yine bir sohbet sırasında Mükerrem Efendi, hocasına yıllardır aklında olan bir konuyu açtı.

“Hocam, hatırlar mısınız çocukluğumda sizden hat dersi alırken bana "‘çok güzel yazıyorsun ama bundan ekmek yemeyi umma çünkü bir zaman sonra yazılar kalkacak" demiştiniz. Dediğiniz oldu eski yazılar gitti, yerine yeni harflerle yazımız geldi. Siz bunu nasıl bildiniz de söylediniz o zamanlar?”

Eskinin hattatı Hacı Nuri Bey gülümsedi, onun da aklına yıllar öncesi gelmişti. Mükerrem Efendi küçük bir çocukken kendisinden hat dersleri alırdı, çok da başarılıydı, güzel yazısı vardı.

“Tabii ki geleceği falan görmedim, hâşâ bunu düşünmek bile dinimizce günahtır. Geleceği ancak Rabbim bilir. Ama bakıyordum eski yazıyı öğrenmesi de yazması da çok zor, günden güne de öğrencilerimin sayısı azalıyordu. Eski yazı ile okuma yazma bilenler parmakla sayılacak kadar az. Sen farkında değildin ama o zamanlar İstanbul'un gayrı Müslimleri bizim şimdi kullandığımız harfleri kullanırlardı. Ben ne olduğunu anlamasam bile az da olsa yazdıklarını okuyabilirdim. Onların hepsi de kendi harfleriyle okuma yazma bilirlerdi, eh ticaretin de paranın da çoğu onların elinde. Demek ki derdim, "Herkes okuryazar olunca medeniyet daha kolay geliyor, Medeniyetin yolu buysa gereği yapılmalı" Gönlümden öyle geçmiş, öyle arzulamışım ki, ağzımdan böyle bir söz çıkmış. Hem öyle olmadı mı ya? Önceleri karşı çıkanlar dahi hepsi okuryazar oldular. Her ne kadar yılların sanatının yok olduğunu görmek bana zor gelmiş olsa da sonunda insanlarımızın yararına bir şey oldu, değil mi?”

Mükerrem Efendi bu gözle bakmamıştı hiç, elbette yeni harflerle okuma yazmanın kolay olduğunu fark etmişti ama bunu Gazi Paşa'nın bir buyruğu olarak düşünmüş ve ailesi dâhil herkesin, tüm köylülerinin okuma yazma öğrenmesini teşvik etmişti.

Tülun ve Lamia gündüzleri bahçede yemiş ağaçlarının üstünde akşamları komşu kızlarla birlikte vakit geçiriyorlardı. Bir ağacın üzerine Lamia bir ağacın üzerine Tülun çıkıyor şarkılar söylüyorlardı. Tülun zaten musiki eğitimi görüyor, günün sanat musikisi parçalarının çoğunu çok iyi biliyordu. Sadiye musiki ile çok ilgilenmemesine rağmen Lamia sesi ve yeteneği ile Tülun'dan geri kalmıyordu.

Tülun ve Lamia yine birer ağacın tepesine tırmandıklarında Tülun seslendi:

“Lamia, bak bu şarkıyı yeni öğrendim, beraber söyleyelim mi?”
“Olur, söyleyelim, nasıl başlıyor?”
“Bak şimdi ben bir satır okuyacağım, sonra beraber okuyacağız, olur mu?”
“Haydi, seni dinliyorum başla.”

Tülun şarkıya başladı, bir satır kendisi okuyor, sonra beraber okuyorlardı. Lamia yeteneği sayesinde bir iki dinlemede tekrar edebiliyordu. Kısa bir süre sonra şarkı tamamlandı. Tamamen öğrenince baştan sona bir ağızdan okudular.

Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu
Derdim bana arkadaş bugün de akşam oldu
Gölgeler indi suya kuşlar vardı uykuya
Gurbeti duya duya bugün de akşam oldu
Su uyur fısıldaşır gider yâre ulaşır
Yolcu yolda yaraşır bugün de akşam oldu

Bir şarkı bitince diğeri başladı, aynı yöntemle önce ağır ağır tekrarladılar, sonra birlikte tamamını söylediler.

Şu dağlar ulu dağlar
Etekleri buz bağlar
Yarim sılaya gitti
Kalbim durmaz kan ağlar
Yüreğimde bu acı
Yok mu bunun ilacı
Giymek nasip olmadı
Bana evlilik tacı
Olmaz olsun bu gurbet
Beni buldu akıbet
Yardan haber getiren
Bulsun Tanrı'dan kudret
Yüreğimde bu acı
Yok mu bunun ilacı
Giymek nasip olmadı
Bana evlilik tacı


Gece olduğunda şanslarına mehtap vardı, mehtaplı gecelerde en güzel eğlence bahçede mısır toplayıp, ateş yakıp kebap yapmaktı. Bahçede kalabalıktılar, fabrikadan dönen Abdüssemi, gündüzün tarlada çalıştığı için ortaya pek çıkamayan Abdülhakim, Sadiye, Lamia, Tülun ve köyden yaşıtı kızlar hep birlikte yine şarkılar söyleyerek mısır topladılar. Çırçırın önünde ateş yakıldı, mehtabın ışıltısına bir de alevlerin pırıltıları karışmış etrafında oturan çocukların yüzlerinde geziniyordu. Saatlerce oturdular, mısırlar yendikten sonra dere kenarına gidildi, gerçi ateş böcekleri ortadan kaybolmak üzereydiler ama tek tük de olsa gördükleriyle çok mutlu oldular. Mehtabın ışığı dere kenarındaki ağaçların altına geçemediği için ateş böceklerinin yanıp sönen ışıltısı büyüleyici bir görüntüydü.

Bahçeye gidilmeyen akşamlarda Nuri Bey aşağıda Mükerrem Efendi ile sohbet ederken çocuklar üst kata çıkarlar orada konuşurlar şarkı söylerlerdi. Evdeki şarkılar bahçede olduğu gibi bağıra çağıra olmaz, hafif seslerle söylenirdi. Yaz günlerinde üst kattaki sandıklarda pek bir şey olmazdı ama kışın üst kat bambaşka kokardı. Lamia kışın üst katı bilmeyen Tülun'a ballandırarak anlatmaya başladı.

“Bahçemizin meyvesi çok çeşitlidir, özellikle çok çeşit elma var. Amasya, kedibaş, buzlu Bosna, kavun elması, kış elması yazın doyasıya yenir, komşulara dağıtılır kalan elmalar evin üst katındaki büyük odaya, altına bolca eğrelti yaprağı döşenip üstüne serilir, tavanına birçok ayva dalı ile asılır evin içi mis gibi kokar. O odanın sofasında, içi bölmeli bir ambar vardır, bölmelerde kurutulmuş ceviz, fındık, kestane ve dilimlenmiş kurutulmuş elma durur, bu elmadan hoşaf yapılır bilhassa ramazanda sahurda pilavla yeriz. Savaş içinde her şey bulunmadığı zamanlar Babam İstanbul'dan darı özü alır, annem de bunu makarna gibi pişirir, bazen de çorba yapardı. Yokluk yıllarında bize çok lezzetli gelirdi”.

Lamia anlatırken Tülun'un gözü uzaklara daldı, ne kadar farklı yaşamları vardı ve ne kadar mutluydular. Elbette kendi yaşam tarzını da seviyordu ama burası bir başka türlüydü. Burada geçirdiği günlerde kendini farklı bir şekilde mutlu hissediyordu. Vakit ilerleyince Nuri Beyler yatmaya çıkmışlardı, gençler daha doyamamışlardı sohbete. Sabah erken kalkacak olan Abdüssemi ve Abdülhakim yatmaya gitmişlerdi. Tülun, Lamia ve Sadiye idare lambasının titrek ışığında kapının önüne çıkmışlar sohbetlerine orada devam ediyorlardı. Tülun'un canı yine şarkı söylemek istemişti.

“Lamia, çok zor bir şarkı var, ben çok seviyorum, gel yine beraber söyleyelim.”
“Ama zor diyorsun, söyleyebilir miyim ki?”
“N'olacak canım bir sefer değil çok tekrar ederiz, olur.”
“Adı ne şarkının?”
“Giriftzen Asım Bey diye bir bestecinin, adı da, Her zahm-ı ciğer-sûze devâ-kâr aranılmaz"
“O ne demek ki?”
“Bak, önce sözlerini okuyayım,”

Her zahm”ı ciğer”sûze devâ”kâr aranılmaz
Açsan da ciğer”gâhım yâre yaranılmaz
Eller sarılır zülf”i perîşân taranılmaz
Açsan da ciğer”gâhım yâre yaranılmaz

“Bizim anlayacağımız şekilde sözleri de şöyle "Kalbi yakan her yaraya çare aranılmaz zira gönlünün en mahremini açsan yine yâre yaranılmaz. O gider başkalarına sarılır da senin perişan saçların taranılmaz. Gönlünün en mahremini açsan da nafile, yine yâre yaranılmaz."

Lamia sözlerin anlamını dinleyince on dört yaşının duygusallığıyla hüzünlendi, şarkıyı bir an önce öğrenmek istiyordu.
“Sözleri çok hoşuma gitti, hadi, hemen başlayalım.”

Bir satır Tülun, bir satır Lamia, tekrar tekrar söylemeye başladılar. Gerçekten çok zor bir şarkıydı, bazen bir kelimeyi defalarca okuyorlardı, Sadiye ağır şarkıdan sıkılıp yattı. Saatler sonra şarkı ortaya çıkmıştı. Her ikisi de yataklarına giderken bıkmadan tekrarladıkları şarkının sözlerini mırıldanıyorlardı.

BAHÇEDE KONUKLAR
TÜLUN KORMAN, CAHİT PEKSAYAR, SADİ IŞILAY


Sabah erkenden hazırlıklar başlamıştı, öğleden sonra Ağababa’nın hatırlı misafirleri vardı. Gençliğindeki hat hocası Nuri Bey'in kızı Ses sanatçısı Tülun Korman, eşi Keman sanatçısı Cahit Peksayar ve Bestekâr ve keman sanatçısı Sadi Işılay Akbaba'ya geleceklerdi. Ağababa hocasını çok severdi, Yıllar önce aldığı yazı derslerini hiç unutamazdı, bir de "Çok güzel yazıyorsun ama bundan ekmek yemeyi umma çünkü bir zaman sonra yazılar kalkacak" dediğini. O kadar güzel yazı yazabilmesine rağmen sanki yıllar sonrasında yapılacak yazı devrimini bilir gibi konuşmuştu. Hocasını 13 Eylül 1951 tarihinde kaybetmişti. Daha çocukken Akbaba'yı çok seven kızı Tülun yazları gelir uzun süreler kalırdı, Abdülhakim, Sadiye ve Lamia ile çok iyi arkadaşlık yaparlardı. O Tülun yetişmiş ses sanatçısı olmuştu, kendisi gibi Türk Sanat Musikisi sanatçısı olan eşi Cahit Peksayar'la evlendikten sonra da her yaz gelirlerdi.

Evin çiçek cenneti gibi bahçesindeki kızılcık ağacının altı sulandı, süpürüldü. Kanepelerine minderler atıldı. Ortadaki masaya beyaz örtü serildi, üzerine vazoda çiçekler konuldu. Kızgın yaz güneşi büyük kızılcık ağacının altına geçmiyordu, loş gölgenin serinliği insanları ferahlatıyordu. Ağababa öğle namazından döndükten az sonra konuklar geldiler, kapıda ilk olarak Tülun Korman gözüktü, ardından Cahit Bey ve Sadi Bey içeriye girdiler. Ağababa kızılcığın altıda oturduğu minderden doğruldu, konuklarını karşıladı.

“Gel bakalım, Tülun kızım, hoş geldin safa geldin,”
“Hoş bulduk Mükerrem Efendi amca nasılsın iyi misin?”
“iyiyim kızım, iyiyim, sizi gördüm daha iyi oldum. Cahit Bey siz de hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk hocam, bak bu arkadaşımız da radyodan Sadi Bey, hem de kemanıyla geldi, bizleri şenlendirecek.”
“Oh, oh, ne güzel, hele bir oturun serinleyin, gül şerbetimiz var, içinizi ferahlatır.”

Hep birlikte kızılcığın altında üç tarafı kaplamış olan kanepelere geçildi. Ağababa köşe minderine yeni konuk Sadi Bey'i oturttu, yanına da Tülun Korman ve Cahit Peksayar yerleştiler. Sadiye ve Lamia evlenip Akbaba'dan ayrıldıktan sonra sadece çocukluk arkadaşı olarak sadece Abdülhakim kalmıştı. Karısı Nazlı, Behzat’a hamile olduğu için ortaya çıkmamıştı. O sene ikinci sınıfta olan Rabia gelip ellerini öptü sonra uzaktan onları izlemeye başladı. Büyükleri "yanlarında çok dolaşma" demişlerdi. Yemekler yendi, çaylar içildi, sıra musikiye gelmişti. Cahit Bey karısına döndü:
“Tülun Hanım artık bize birkaç şarkı okursun değil mi? Ne dersiniz hocam, iyi olmaz mı?”
“Elbette nasıl arzu ederseniz, Tülun kızımıza zahmet olmazsa.”

Tülun Korman fazla nazlanmadı, yıllarca Lamia ile az şarkılar söylememişlerdi bu bahçede. Sadi Işılay'a döndü,
“Hocam, yeni bestenizi çalar mısınız? Ben de size eşlik etmeye gayret edeyim.”

Sadi Işılay yerinden doğruldu, kemanını kutusundan çıkardı, akordunu yaptı, hazır olunca Ağababa'ya döndü.
“Efendim, bizden gençtir, Rüştü Şardağ Bey'in güftesini geçen sene hüzzam makamında besteledim, arzu eder misiniz?”

Ağababa oturduğu minderde arkasına yaslandı, çayından, bir yudum aldı,
“Lütfedersiniz efendim, bekliyorum.”

Sadi Bey, kemanını çenesini altına yerleştirdi, yaprakların sakin uğultuları ve kuş seslerine kemanın nağmeleri eklendi. Ardından Tülun Korman'ın sesi duyuldu.

Manada güzel, ruhta güzel, tende güzelsin
Ey sevgili sen elde değil bende güzelsin
Neş'en de hoş amma bana giryende güzelsin
Ey sevgili sen elde değil bende güzelsin.

Arkasından makam değişmeden hemen ikinci şarkıya geçildi.

Hülyamı saran hareli bir çift göze daldım
Sazımla yanan kalbimin ilhamını çaldım
Onsuz bu gece sanki ilahsız gibi kaldım
Sazımla yanan kalbimin ilhamını çaldım

Bu şarkıdan sonra Sadi Bey açıklamasını yaptı. “Bu şarkım da Nahit Hilmi Özeren'in güftesi üzerine yaptığım aynı makamda bir bestemdi, umarım beğenmişsinizdir efendim.

Ağababa başını hafifçe sallayarak karşılık verdi.
“Tabii, beğendik, sesine sağlık Tülun kızım babacığının ruhu şad olsun, ne muhterem adamdı, keşke burada olabilseydi. Allah gani gani rahmet eylesin.”

Sadi Bey, Ağababa'ya döndü, konuk olarak geldiği eve bir şeyler yapsın istiyordu.
“Hocam, sizin bir isteğiniz var mıdır, yerine getirelim.”

Ağababa hafifçe gülümsedi, yanlış anlaşılmamaya gayret ederek karşılık verdi.
“Sağ olun efendim, bizim dilimiz şarkılara pek dönmez, çalınırsa dinleriz ama bilmeyiz. Yıllarımız hep marşlarla geçti, savaş yıllarında kendimiz söyledik, sonrasında çocuklarımızın okulda öğrendiği marşları dinledik.
“O zaman siz de uygun görürseniz bize bir marş söyleseniz”

Ağababa, hafifçe gülümsedi,
“Benim eski bir marşım vardır, gününde bize güç verdi, kuvvet verdi, onu hiç unutamam. Hatta çocuklarıma ninni niyetine hep onu söylerdim. İsterseniz biraz mırıldanayım.”

Tülun Korman elbette biliyordu bu marşı, Lamia'nın, Abdülhakim'in de dillerinden hiç düşmezdi. O da öğrenmişti artık. Ağababa bir yutkunup, öksürerek sesini ayarladı, ardından yılların marşını söylemeye başladı.

Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştanbaşa arza hâkim ol şahım
Türk ordusu Türk ordusu sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım
Dünyalara bedeldir malı cemalim
Allah'ıma emanettir Kemal'im
O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri!
Vatanımda tek bir düşman kalmasın
Dünyalara bedeldir malı cemalin
Allah'ıma emanettir kemalim!

Şarkılar ve marşlar bitince yürüyüş için "öteki bahçe"ye gittiler. Mısırlar yeni olmaya başlamıştı, toplayıp ateş yaktılar, kazanda kaynatıp yediler. Tek tük kalan dağ çileklerinden topladılar.

Akşam olup dönüş vakti geldiğinde Ağababa kutulara fasulye, mısır, elma ve şeftali doldurdu. En güzel çiçeklerden buketler hazırladı. Konukluğa gelenler asla elleri boş gönderilmezdi, yine öyle oldu. Keyifle geçen güzel bir pazar gününün ardından tekrar görüşmek üzere vedalaştılar, onlar evlerine doğru yola çıktı, Ağababa ile Hafize Hanım da kendi evlerine girdiler.

M. Osman Akbaşak "Ağababa" romanından...

60 Yıl Sonra Tülun Korman Akbaba'da çocukluk arkadaşı Lamia Akbaşak ile...