Yaşam kitabının kapağını aralamak...

Çocukluğumda hatırladığım anneannem, ağababam (dedem) yaşam mekânları Beykoz'un Akbaba köyündeydi... Akbaba Canfeda Hatun Camii imamı olan aynı zamanda istiklal madalyalı bir kahraman olan dedem, geliri giderine yetmediğinden evinin çevresinde babasında kalan, biraz da kendi çabasıyla satın alarak eklediği tarlalarında ailesine destek olabilmek amaçlı oldukça fazla çabalamıştır. Son yıllarına şahit olabildiğim bu çabaları gözümün yaşıyla anarım.

Sekiz çocuklu bir kadın olan ananem (Böyle yazmanın yanlış olduğunu biliyorum ama çok daha samimi geliyor) neredeyse günde beş saat uykuyla yaşarken geçim amaçlı ektikleri fasulye tarlalarının etrafını inanılmaz çiçeklerle donatırdı... Hey mübarek... Ayakta duracak hali kalmamışken dikilen, sakın abarttığımı düşünmeyin binlerce çiçeği tarlanın etrafına diker bazen bir kaç dakika oturup yorgunluk attığı bu çiçeklerin arasında gülümseyerek kim bilir ne hayaller kurardı... Allah’ım seni cennetin başköşesine çiçekler içinde yatırıyordur eminim...

Bu çiçekler, özür dilerim sadece yerel isimlerini verebileceğim... Karabacak kadife, Cinya, Yıldız, Hanım sallandı, Feleksu adı sadece 'Sarı Çiçek 'olan sarı çiçekler hepsi insan boyunda... Çünkü sevgi su besin her şey fazla fazla var, ama karabacak kadife... İlla ki karabacak kadife... Çocukluğum... Yaprağının kokusu, asil ve güçlü duruşu hiç aklımdan çıkmaz. Ben altlarından su geçmediği zaman tarla kanarındaki boş çuvallardan birini yastık yapar başımı bu çiçeklerin arasına yatırır o nefesle ruhumu dinlendirirdim.

Laf lafı açıyor derler ya aslında laf lafı çağırıyor... Dedem ve ananemi kaybettikten sonra zaten bahçeleri birlikte yaptıkları küçük dayım hiç bir detayı atlamaksızın güzellikleri devam ettirdi... Ancak çocukların yetişme zamanı benim çok çalışmam gerektiği zamanlarda önce dayımı sonra karabacak kadifeyi kaybettik. Bir hataydı ama oldu...

Kaldığımız yeri unutmayın, zamanlar arasında git gel yapacağım...

Dedem Akbaba camide görevlendirildiğinde vaktiyle üzerinde imam evi bulunan ama sonraları harap olmuş camiye ait bir arsa yine aynı amaçlı kullanılmak üzere kendisine tahsis edilmiş. Rahmetlim tüm giderini kendisi karşılayarak çabalamış orayı imam evi haline getirmiş, hemen yanında ise yine camiye ait kırk metrekarelik arsaya bir oda yapmış... Tüm ailesi çocukları burada büyümüş, bana göre bir saray bahçesi, cennetten bir köşe idi. Kendisini 1960 yılında kaybettiğimizde dayılarım büyük imam evi ile küçük odayı bir duvar ile ayırdılar ve derhal yeni atanan imama devrettiler. Küçük eve bir tuvalet banyo eklendi ve ananem burada yaşamaya başladı. Çok hüzünlü de olsa çiçekleri yine yanındaydı sonrası maalesef hastalandı, derken 1965’te kaybettik. Arsa devletin ev ananemin olmasına rağmen orayı da terk ettik ve diğer tarafa başka bir imam evi yapıldı, Ananemin evi harabe oldu... Ama her gittiğimde bir köşecikte oturur gözlerimi kısar o günleri hatırlar yani filmi başa sarıp yeniden seyrederdim. Yine böyle bir günde, demek ki mevsim de uygunmuş, kerpiç duvar harabelerinin arasında bir minicik, şöyle böyle beş - altı santim boyunda bir karabacak kadife filizi gördüm... Aman allahım o an bir sandık altın bulsam böylesi sevinmezdim... Hemen yakında oturan yengemden bir çay kaşığı kapıp geldim ve firavun mezarında çalışan arkeolog ciddiyetiyle kadifenin etrafını yaklaşık on santim oyup köklerine hiç zarar vermeden onu oradan söktüm. Muhteşem bir nezaketle eve getirerek saksıya diktim. Bu çiçekler aslında toprak değiştirmeyi çok severler. Yani bir yerden bir yere alırsanız kökleri daha çok gelişir coşarlar. Bizimki de öyle oldu büyüdü adeta çıldırdı çünkü her sabah ona kalkıp öyküler anlattım, iltifatlar ettim. Gözüm gibi baktım... Yaklaşık kırk çiçek açtı, onlar da binlerce tohuma dönüştü ve yeniden her yer karabacak kadife doldu. Akşam bir kaç yüz tanesini eşimle sökerek yeniden diktik. Yolunuz düşerse temmuz başında uğrayın kadife tarlamızı görürsünüz.

Unutmayın dediğim yeri hatırladınız mı? İşte kaybettiğimiz karabacak kadifenin öyküsü... Kimisi için ot, kimisine çiçek, kimisine de 60 yılı kapsayan bir öykü.

Devam edeceğim... N'olur beni affedin anlatmaya doyamıyorum.

Avrupa'da ikinci dünya savaşının sonrası, ülkemizin -çok şükür- içinde yer almadığı ama çok sıkıntısını çektiğimiz günlerde dedemin yaptığı fulya çiçekçiliği değerini yitirmiş, nasıl olduysa reçel ve gül şekeri yapılan 'Okka Gülü' dikilerek bunun ticaretine adım atılmış...

Bir tarlada sadece gül dikilir, boyu 50, 60 santimi geçmeyen mayıs sonu, haziran başı, on beş gün gibi bir süre açan okka gülü; açtığı sabahın çiyi kalkmadan toplanması gereken, toplanmazsa yaprakları dökülen misler gibi kokan ama çok narin bir gül çeşididir. Isparta gülü diye de geçer. Aslen vatanı da orasıdır. On beş yirmi gün kuşluk vakti toplanan güller uzun gül sepetlerine konur, akşama tüccar gelip alana kadar bir yere serilirdi... Gülün kokusunu elbette ki hatırlarım ama en çok hafızama işlemiş gül sepetleriydi... Yaklaşık bir buçuk metre boyu, yarım metre genişliğinde olur. Önce küçük sepetlere toplanan gül sonrası bu büyük sepetlere aktarılırdı. Kola takılarak taşınan bir uzun sepettir. Yani içine koyduğunuz gül çok ağır gelmez ama yine bir kaç toplama sepetinin içindekileri alırdı. Buradan anlaşılacağı gibi gençler, kızlar gülleri küçük sepetlere toplar, yetişkin erkekler bu sepetleri büyük sepettekilere boşaltıp taşırdı. Bu güzellik ticareti çok daha önce bitse de dayımı kaybedene kadar da devam etti...

Sonra her şey gibi güller de kayboldu.

Mevsim başında kuzenim Behzat (dayımın oğlu) Sağda solda kalan bir kaç gül fidanını minicik bir alanda bileştirmiş. Ziyaretimiz sırasında bahsedince bir kaç kök istedim ve onları terasımda bir saksıya diktim. Eskilerin deyimiyle elim bereketlidir, bastonu diksem yeşerir. Elbette ki tuttu. Bu sabah iki gonca açtı...

Tabii ki kendisinin de büyük gayretiyle annemi terasa çıkardık. Önce güllerin hemen yanı başında durdu... Uzuuun yılları yokladı, kokladı, yaşadı, seyretti. Hepsi iki gonca demeyin, yıllar ve anılardan bahsediyoruz. Büyük bir özenle goncaları kopardı, bütün detayları bilen zarif eşim her inceliği düşünmüş hazır etmişti zaten... Gonca ters çevrildi, zarif bir hareketle çekilerek kopartıldı tersinden, kalan gül yapraklarının goncaya - gövdeye bağlanan beyaz uçları yine zarif bir hareketle kesildi... Böyle yapılmasa gülün yani reçelin tadı bozulur... Sonra bir kâse yaprak üzerine serpiştirilen toz şeker ile tabiri caizse mıncıklanarak yani yoğrularak iki yemek kaşığı sıvı 'Maya' ya dönüştü. Bu maya ile yaklaşık yarım kavanoz belki de biraz daha fazla reçel yapabilir. Yiyebileceklere şimdiden afiyet olsun. Ama gülleri tekrar çoğaltarak 'Hani o güller?' diyen herkese verebileceğim.
Birkaç sene sonra bu güller umarım benim ya da rica edeceğim yakınlarım tarafından 30 - 40 kavanozluk reçele maya olabilecek fidan topluluğuna ulaşacaktır.

Nelerden bahsettik sohbet ettik... Bir iki çiçek, iki gonca gül... Ama barındırdığı yılların yansıması, yeniden yaşanan duygular... Bunlar muhteşem.
Ne olur fark ederek yaşayın... Lütfen hissedin ne olur...

Yaşam sıradan değil. İçerisinde inanılmaz detaylar gizli ve bu detaylar bizim insan olma özelliğimiz, yani bizi biz yapan değerler...

Detayların güzelleştirdiği, zenginleştirdiği yaşamınız olsun.