Mehmet 
                      YAVRUTÜRK'ten 
                      
                    Ağababamla 
                        birlikte aynı avlu içinde geçirdiğim, 8 yılın en az 4-5 
                        yılıyla ilgili anılar vardı. Ama belleğimi ne kadar zorlasam 
                        da, özel bir anı bulamıyordum. Ağababamla ilgili hatırlayıp 
                        söyleyebileceklerim, birçok kişinin hatırlayıp söyleyebileceği 
                        şeylerdi. Hiçbiri bana özel değildi!
                        
                      Peki bu herkesin hatırlayıp söyleyebileceği özellikleri 
                      neydi Ağababamın? İlk aklıma gelen, sebebi ve kaynağı 
                      belirsiz, saygıya dayalı hakim otoritesiydi. Evet! Ağababamın 
                      sert bir aile reisi olduğu söylenirdi. Ama biz torunları, 
                      bırakın sertliğini, bağırıp azarlamasını, kaşlarını çattığını 
                      bile görmemiştik. (Üstelik ben başkalarına karşıda böyle 
                      bir tavrını hiç hatırlamıyorum.) Çok güldüğüne de tanık 
                      olmadığımız gibi! Bu otorite konusunda bir çok kişi bir 
                      çok şey söylemiştir; onun için fazla tekrara girmede, 
                      iki detay vermekle yetineceğim. O zamanlar bahçelerde 
                      her türlü meyve ibadullahtı. Ama her meyvenin yeneceği 
                      bir tarih vardı. Örneğin fındık! Dalları yere de yığılsa, 
                      fındıkları kılıflarından patır patır da dökülse, kimse 
                      bir tane yiyemezdi. Ta ki 15 temmuza kadar! 15 temmuzda 
                      Ağababam fındıkların birinden bir tane yer,ondan sonra 
                      isteyen çatlayana kadar yiyebilirdi. Belirli tarihleri 
                      olmak üzere, bu disiplin kiraz, elma, incir vs. içinde 
                      geçerliydi.(Disiplinin yanı sıra nefis terbiyesi, meyvelerin 
                      olgunlaşıp kıvama gelmesi de caba!) Haa! Ağababam yemeden 
                      yesek ne olurdu? Bilemiyorum! Hiçbir zamanda bilemeyeceğim. 
                      Çünkü hiç denemedim, deneyeni de görmedim. İste saygıya 
                      dayalı otorite!
                      
                      Bir başka örnek de, otoritenin ne olduğunu en iyi bilenlerden 
                      biri olan, Türkiye'nin ilk komando subayı Ereğli komando 
                      okulunun kurucusu bir süre önce kaybettiğimiz, Emekli 
                      Albay Rahmetli Şecaattin Özkönü'nün bana naklettiği şu 
                      anı: "Eskiden köye gazeteler iki üç günlük gecikmeyle 
                        gelir, kahveye bırakılırdı. Bu gazeteleri öyle herkes 
                        alıp okuyamazdı. O gazeteleri okumak Ağababanızın (O, 
                        dedeniz diyordu) uhdesinde olan bir işti. Gazeteler geldiğinde 
                        kendisine haber gönderilir, o da işini bırakır gelirdi. 
                        Ağababan geldiğinde oyun oynayanlar oyunlarını, konuşanlar 
                        sohbetlerini keserdi. Kendisi önce çayını veya kahvesini 
                        söyler, sonra gazeteleri sırayla kendi uygun gördüğü bölümlerinden 
                        okurdu. Herkes de sessizce ve dikkatle dinlerdi. Gazeteler 
                        bitince çayının-kahvesinin parasını bırakır giderdi. Hiçbir 
                        zaman, hiçbir kimsenin çay-kahve ısmarlamasına izin vermez, 
                        böyle bir şeyi asla kabul etmezdi. Kahvelerin kısmen de 
                        olsa kıraathane olduğu dönemlerden bir saygın otorite 
                        örneği daha!
                        
                      Ağababamın çalışkanlığı ve çalışma gücüne gelince; Bir 
                      dönem Anadolu feneri, Kabakoz'da bahçe yapar. Sabah namazından 
                      sonra sevimli Mintek'ine binip (Mintek'i bilerek özel 
                      isimmiş gibi yazıyorum. Çünkü o sıradan bir eşşek değil, 
                      çok özel bir merkep, hatta can yoldaşıydı) 10 km.'lik 
                      yol gidip, bahçede çalışır, öğleye doğru yine 10 km. yol 
                      tepip, öğlen namazına yetişirmiş. Akbaba'daki bahçenin 
                      (öteki bahçe) bir kısmının ortasından geçen dere, bir 
                      sene, sel şeklinde akıp, tarlayı ortasından boylu boyunca 
                      yarar. Bunun üzerine Ağababam'la, Babaannem, tarlanın 
                      kenarında aşağı yukarı 100 mt.lik bir dere yatağı (derenin 
                      şimdi de aktığı yer) kazarlar. Bunun ne zor iş olduğunu 
                      en iyi bilenlerdenim. Çünkü geçen yıl (2002) o derenin 
                      15 mt.lik bölümünü temizledim. Sadece temizledim! Adım 
                      atacak halim kalmadı, bardakta ki suyu kamışla içecek 
                      hale geldim. Ama Ağababam 100 mt.lik dere yatağını sıradan 
                      bir işmiş gibi kazabiliyor! İnanılır gibi değil.
                      
                      O zaman bahçeler, dağdan, dereye doğru eğimli bir biçimdeymiş. 
                      Ağababam tonlarca toprağı kazıp aktararak, bahçeyi bugünkü 
                      dümdüz hale getirmiş. Hem de bütün bunları asli görevini 
                      hiç aksatmadan yaparmış.
                      
                      Ağababamın Dini ve Milli hasletlerine gelince; Ne mütedeyyin 
                      bir kişi olduğunu anlatmaya kalkmak abesle iştigal olur. 
                      Yine de bir örnek vereyim; Bugün sokak aralarında, cadde 
                      kenarlarında, meydanlarda mide bulandıran, kanlı bir rezalete 
                      dönen Kurban Bayramından; Ağababam kurbanda keçilikten 
                      özel olarak burma keçi alır keserdi. Bu kesim işi dini 
                      bir vecibenin yerine getirildiği her anında hissedilen, 
                      mistik bir havada yapılırdı. Öyle ki, kendinizi, baştan 
                      sona, toplu bir ibadet ortamında sanırdınız. İbret alacak 
                      olana, örnek bir davranış daha!
                      
                      Ağababam için sadece Dini Bayramlar değil, Milli Bayramlar 
                      da çok önemliydi. Özellikle Cumhuriyet Bayramı! Nasıl 
                      olsa ayrıntılı değinenler olmuştur. Ben teyit babından 
                      bir iki şey söyleyeyim. Bayram arifesinde Ağababam, Mintek'i 
                      alır dağa gider. Bir süre sonra Mintek, üstündeki defnelerin 
                      altında kaybolmuş, adeta bir defne yığını halinde gelirdi. 
                      Hemen yola bir tak kurulur, grafon kağıtları, bayraklar, 
                      renkli, renksiz ampullerle tak süslenirdi. Bütün bunlar 
                      büyük bir şevkle yapılırdı. İşgali, esareti, memleket 
                      kaybetmenin, kaybedilen memleketi geri almak için neleri 
                      göze almak gerektiğini çıplak ustura ağzında yaşamanın 
                      ne demek olduğunu en iyi bilenlerdendi. Onun içindir ki, 
                      Ondaki Memleket sevdası, Cumhuriyet bilinci, anlatılabilir 
                      bir şey değildi. Bugün Müslümanlıkta onun eline su dökelmeyecek 
                      olanların, güya Müslümanlık adına yaptıkları Cumhuriyet 
                      ve Mustafa Kemal düşmanlığını görse, lânetlerdi!
                      
                      Ondaki Memleket sevdasının, her türlü kişisel ihtiras 
                      ve beklentinin ne kadar uzağında olduğuna şu ibretlik 
                      olay bir kanıttır: Mustafa Kemal Atatürk (ki Ağababamın 
                      aldığı Yavrutürk soyadı, Atatürk'e bir naziredir. O Atatürk'se 
                      biz Yavrutürk'üz diye) kendisine "Senin büyük hizmetin 
                        geçti. Artık seni Mecliste Mebus olarak görmek istiyorum" 
                      deyince, Ağababam "Paşam beni bağışlayın. Biz savaşta 
                        makam, mevki için değil. Vatanın kurtuluşu için gayret 
                        gösterdik. Vatan sizinde sayenizde kurtuldu. Benim görevim 
                        bitti. Bundan sonra benim için en büyük makam, Babam dan 
                        kalan minberdir" der. Aynen Kuvay-ı Milliye Destanı'ndaki 
                      "Hikâye-i Kâzım" daki gibi; "Dövüştük pîr 
                        aşkına / Yaralandık birkaç kere / ve saire / Ve kavga 
                        bittiği zaman / Ne çiftlik aldım, ne apartman / Kavgadan 
                        önce Kartal'da bahçıvandık / Kavgadan sonra Kartal'da 
                        bahçıvan"!
                        
                      Evet bütün bunlar ve benzerleri birçok kişinin çok daha 
                      detaylı anlatabileceği şeylerdi. Acaba Benim özel olarak 
                      anlatabileceğim bir şey var mıydı? Sonunda anılar cangılında 
                      küçücük bir görüntü yakalayabildim; Tahminen 4-5 yaşlarındayım. 
                      Ağababam kafesli camın önüne dikdörtgen bir el aynası 
                      dayamış, sedire örtü veya gazete sermiş makasla sakallarını 
                      düzeltiyor. Bende sedirde oturmuş dikkatle onu izliyorum. 
                      Sonunda dayanamayıp soruyorum. "Ağababa sakalların 
                        kesiliyorken acımıyor mu?" Ağababam önce işine devam 
                        edip "Acımıyor" diyor. Sonra durup bana dönüyor. 
                        Benim çocukça sorum, Ona ilginç gelmiş olacak ki gülerek 
                        ki öylesine güldüğünü ilk kez görüyorum "Aferin ya" 
                      diyor.
                      
                      Hepsi bu! Ağababamla yaşarken ki hatırladığım bire bir 
                      tek anım bu!
                      Ama bir anım daha var. Neredeyse öldükten kırk yıl sonraya 
                      dair. Başlangıçta Ağababamın saygın otoritesinden söz 
                      ettim. Bu, sadece itaat edilen değil, güvenilen, sığınılan 
                      bir otoriteydi de. Küçük yaşta kaybettiğim bu sığınılası 
                      otoritenin. Benim üzerimde ki etkisini yaşım elliye dayandığında 
                      bile nasıl sürdürdüğünü gösteren bir anı; Herhalde çok 
                      sıkılıp, bunaldığım bir dönemde kendimi bir gece yarısı, 
                      arabayı, yukarıki caminin önüne çekmiş buldum. Yanan farların 
                      huzmelerin de uçuşan sulu sepken ince bir tipiyi andırıyordu. 
                      Farları söndürüp kontağı kapattım. Arabadan indim. Mevsim 
                      kış, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Köyün ışıklarının 
                      vurduğu, iyice alçalmış gökyüzünde, grinin binbir tonunu 
                      taşıyan bulutlar, telaşla bir yerlere koşuşturuyordu. 
                      Caminin avlusundan içeri girdim. Sanki, önceden kararlaştırılmış 
                      bir randevuya gider gibiydim. Mezarlıktaki ulu ağaçlar, 
                      karanlıkta simsiyah gövdeleri ve göğe tırmanan dallarıyla 
                      bilim kurgu filmlerindeki ürkütücü yaratıklara benziyordular. 
                      Ve ıslıklı uğultular çıkararak, garip bir koreografı sergiliyor 
                      gibiydiler. Merdivenleri çıkıp, Ağababamın mezarının ayak 
                      ucuna çöktüm. Bu dünyada konuşup, dertleşecek adam bittiğinden 
                      (!) Ağababamla dertleşecektim. (Konuştuklarımızın aramızda 
                      kalacağından, ser verip sır vermeyeceğinden adım gibi 
                      emindim)
                      
                      Dertleştim de!
                      
                      Beni dikkatle dinlediğini biliyordum. Anlattıkça anlattım. 
                      Anlattıkça rahatlıyor, rahatladıkça anlatıyordum. Öyle 
                      ki, yüzümde ki ıslaklığın yağmurdan olup olmamasına aldırmıyordum 
                      bile! Sonun da, dışarıdaki onca fırtınaya karşı içim sakinleşip, 
                      süt liman olmuş bir şekilde, kalktım. Hatta keyfim de 
                      yerine gelmiş olmalı ki, yavaşça "Başınızı ağrıttım, 
                        kusura bakmayın. Siz rahatsız olmayın, ben yolu biliyorum" 
                      türünden komedyenlik bile yapıp, merdivenlere yöneldim. 
                      Merdivenleri inerken, Ağababamın arkamdan gelip, şefkatli 
                      bir gülümsemeyle, sırtımı sıvazlayıp, beni uğurladığını 
                      hissettim:
                      
                      Şüphem yoktu ki, ölümünden neredeyse kırk yıl sonra, bir 
                      gece yarısı, ayak ucuna gelip, onunla dertleşen torununu, 
                      eli boş göndermemiş olmanın huzuruyla, ebedi uykusuna, 
                      kaldığı yerden devam edecekti.
                      Nurlar içinde yatıp, huzur içinde uyusun!
                      
                  Mehmet YAVRUTÜRK