Rabia
YAVRUTÜRK'ten
Ben
yanlarında doğan ilk torun olduğumdan, dünyaya gelişim,
zaten çok çocuk seven dedem için, büyük bir sevinç ve
neş'e kaynağı olmuş. Adımı da tek kadın evliya olan "Rabia
Hatun'dan esinlenerek kendisi koymuş. Sevgisi o kadar
büyükmüş ki, içine sokarcasına kundağımı yeleğinin içine
sokar, üzerine düğmelerini ilikler, beni öyle gezdirirmiş.
Gül tarlalarında gül toplanırken uzun gül sepetlerinin
içine beni yatırır, dışarıda sadece başım kalana dek güllerin
içine gömermiş. Daha sonra da kucağında, başında, sırtında
beni ve diğer torunlarını çok taşıdı .Bizlere ninni yerine
"Hürmet sana ey şan dolu sancağım" marşını söyleyerek
çok uyuttu.
Benden sonra peş peşe torunlar geldi. Özellikle bayramlarda
boy boy 10'un üzerinde çocuk aynı evde toplanır, alt kat,
üst kat, merdivenlerde, bahçelerde çığlık çığlığa koşup
oynamamız ona hep kuş cıvıltılarının mutluluğunu ve sevincini
verdi.
Hatırladığım kadarıyla gönlü güzel, fikri güzel, dili
güzel, eli güzel bir insandı. İyi bir evlat, iyi bir aile
reisi, iyi bir milliyetçi, iyi bir din adamı, iyi bir
dost, saygıdeğer ve örnek bir insandı.
Küçük yaşta babasını kaybettiğinden büyük sorumluluklar
yüklenmişti. Önceleri yanlarında olan ağabeyi (M. Selahattin
Ekrem) daha sonra İstanbul'a gidip, iş hayatına atılınca
annesinin ve kız kardeşlerinin sorumluluğunu o yüklenmiş.
Annesi Sadiye Hanım otoriter bir Çerkez kadınıymış. Dedem
bazı asi evlatların aksine annesine her zaman büyük bir
saygı ve sevgi duyar, Peygamberimiz Hz.Muhammet'in (S.A.)
"Cennet Annelerin ayağı altındadır" hadisini
tamamen benimsemiş bir evlatmış. Annesinin ileriki yaşlarında
"Alzheimer" hastalığına yakalandığında bile,
bir dakikası diğer dakikasını tutmayan isteklerini, bütün
maddi ve manevi sıkıntılara rağmen karşılamaya çalıştığını
büyüklerimizden dinlerdik. Bir gün babaanneme "Ben
anneme bakmağa mecburum ama sen değilsin. İstersen bir
kadın bulup baktıralım. Eğer bakalım diyorsan hakkını
helal et" demiş." Çok çalışkan bir insandı.
Yataklara düşüp vefat edene kadar hem camide, hem tarlalarda
çalıştı. Elinden her iş gelirdi. Ülkenin gerek I. gerek
II. Dünya savaşındaki sıkıntı ve yokluk yıllarını yaşamış,
eş, çok çocuk, anne, kız kardeşlerle karın doyurmak için
çok mücadele vermişti. Çok becerikli oluşu dolayısıyla
hayatlarını idame ettirebilmişlerdi.
Sebzesini, meyvesini yetiştirir, inek, tavuk besler, marangozluktan,
ayakkabı tamirine kadar her işi yapardı. Allah ona bu
işlerinde kendisine destek olan, becerikli çalışkan, sabırlı
mükemmel bir eş vermişti. Tarlalar her mevsim ekilir,
bahçede her meyvenin ağacı bulunurdu.
Kar kalktığında toprak kazılır, önce kabak, salatalık
arkasından İstanbul'un ünlü Ayşe kadın fasulyesi ekilir.
Bu arada patlıcan biber ve domates fideleri yetiştirilir.
Sonra onlar ve kavun, karpuz ekilirdi. Haziranda gül tarlalarındaki
reçellik güller açardı. Bazen sabah, bazen akşam kafalarından
kırılarak toplanır, İstanbul'dan gelen alıcılara verilirdi.
Ayrıca evlerde gül reçelleri yapılır, bir kısmı da şişelere
konup, güneşe asılarak gül şurubu yapılır. Yaz boyunca
gelen misafirlere ikram edilirdi. Biz çocuklar da ellerimize
sepetleri alır, mis gibi kokan tarlalara girip gül toplardık.
Akşam dedem köprünün başında bize toplama paramızı verirdi.
Hiç kimsenin hakkı geçmesin isterdi.
Ayrıca ne kadar maddi sıkıntı olursa olsun bayramlarda
el öpen çocuklara mutlaka para verilirdi. Günlerce önceden
paralar, mendiller hazırlanırdı. Köyün imamı olduğundan
bütün çocuklar gelir, el öper, harçlıklarını alırlardı.
Bir bayram günü kalabalıkta bir karışıklık olmuş ve 2
çocuğa harçlık verilmediği sonradan fark edilmiş. Bunun
üzerine babaannem, neredeyse 1 km. ilerideki çocukların
evlerine gidip özür dileyerek çocukların harçlığını vermiş.
Bunu şimdi kendileri büyükanne olan çocuklar bizi her
gördüğünde halâ anlatır.
Bizim oynadığımız bahçeler avlu ile çevriliydi. Bir şey
yiyeceksek mutlaka o avlunun içinde yerdik. Sokakta, başka
çocukların göreceği şekilde bir şey yememiz dedem tarafından
yasaklanmıştı. "Canı isteyip de alamayan olur, günah
olur, korkusuyla bize böyle bir disiplin koymuştu. Hala
bunu şuur altında hisseder, orta yerde bir şey yemeğe
çekinir veya paylaşırız.
Elinin değdiği her yer güzelleşirdi. Tarlalara sebze ekimi
bittikten sonra etraflarına rengarenk çiçekler dikilirdi.
Her taraf usta bir ressamın elinden çıkmış harikulâde
bir tablo gibiydi. Bahçelerin her köşesinde ayrı güzellikte
bir çardak vardı. Günün çeşitli saatlerinde oralarda oturulur,
yemek yenir veya çay içilirdi. Bazen de yakın köylere
pikniğe gidilirdi. Ailenin cefakâr ve vefakâr merkebî
"Mintek" ile bu seyahatler yapılırdı.
Köyün baş öğretmeni Muallim Bey ile çok iyi arkadaş idiler.
Ailece görüşürler, bu pikniklere de eşleri ve çocukları
ile beraber giderlermiş. Çok güzel bir öğretmen imam dayanışması
sergilermiş. Çocukları da birlikte büyümüşlerdi.
Dedem sayılan sevilen birisiydi. İstanbul'da ziyaretine
gelen hatırlı dostları vardı. Özellikle yazın Pazar günleri
mutlaka misafir olurdu. Pazar sabahları erkenden kalkılır.
Evin çiçek cenneti gibi bahçesindeki kızılcık ağacının
altı sulanır, süpürülür. Kanepelerine minderler atılır.
Ortadaki masaya beyaz örtü serilir, üzerine vazoda çiçekler
konulurdu. Öğle yemeğine doğru misafirler gelirdi. Bunların
arasında Bebek'ten eski dostlar, hakimler, ses sanatçısı
Tulin Korman ve ailesi olurdu. Bir keresinde onlarla saz
sanatçısı Sadi Işılay'da gelmiş ve o kızılcık ağacının
altında keman çalmıştı. Akşama kadar yenilir içilir, sohbet
edilir, bahçeler gezilirdi. Akşam giderken misafirlere
sebze kolileri ve çiçek buketleri hazırlanır, kimse eli
boş gönderilmezdi. Birde benim önceleri bir akraba sandığım
Nebile Hanım vardı. Arada bir gelir, bir kaç gün kalırdı.
Dedemle dinden, politikadan, edebiyattan sohbet ederlerdi.
Hem aydın, hem dindar, hem otoriter tipik bir Osmanlı
hanımıydı. Babası Osmanlı Devleti'nde II. Abdülhamit zamanında
sular nazırıymış. Bir gün padişah kızmış cezalandırılmasını
istemis,ş. Dostu Buharalı Abdülkadir Paşa'ya koşmuş, çoluğu
çocuğu olduğunu kendisine yardım etmesini istemiş. Abdülkadir
Paşa'da "Ben seni Akbaba Tekkesi Şeyhi Abdülhakim
Efendi'ye göndereyim, o seni saklasın" demiş. O zaman
padişahın cezalandırılmasının istediği kişiyi saklamak
büyük bir cesaret ve bir o kadar da suç. Ancak büyük dedemiz
Abdülhakim efendi bunu göze alarak sular nazırını bir
süre saklıyor. Padişah öfkesi geçince kendisini affediyor
ve çağırıyor. Ama sular nazırı Abdülhakim efendinin bu
iyiliğini hiç unutmuyor. Her yaz çocukları ile gelip bir
süre onlarda kalıyor. O zaman aynı yaşlarda olan Nebile
ile dedem Mansur Mükerrem'de böylece arkadaş oluyor ve
ölene kadar bu dostlukları devam ediyor. Öyle ki, Nebile
Hanım Beşiktaş'ta oturmasına ve aile kabristanları da
oralarda olmasına rağmen; vasiyeti üzerine Akbaba Camisi
mezarlığına ve Yavrutürk Ailesi kabristanının yanına defnediliyor.
Yaz sonlarına doğru dedem ile babaannemin kış hazırlıkları
başlardı. Sebzelerden turşular, domateslerden salçalar,
meyvelerden reçel ve marmelatlar, üzümlerden pestil yapılırdı.
Kestaneler fırınlanır, cevizler, ıhlamurlar kurutulur,
elma ve ayvalar eğrelti otlarının arasına üst odaya serilirdi.
Yokluk yıllarında, kalabalık bir nüfusla kimseye muhtaç
olmadan böyle yaşanılmıştı.
Dedemin özel zevkleri de vardı. Fincanda seylan çayı içerken
her taraf mis gibi çay kokarı. Mutlaka bir gazete alırdı.
Burhan Felek'i okurken kahkahalarla gülerdi. Okuduklarından
notlar aldığı, zaman zaman da bir şeyler yazdığı bir defteri
vardı. Okumayı sever, ilime, bilime inanırdı. Cumhuriyetin
ilk yıllarında köyde okul 3.sınıfa kadarmış. 4. ve 5.
sınıflar 4 km. ilerideki Beykoz'daymış. İstanbul'un ağır
kış şartlarında kar ve yağmur altında kız çocukları da
dahil, ellerinde sefer tasları ile yürüyerek çocuklarını
bu okula gönderirmiş. Atatürk'ü ve Cumhuriyeti çok sevmiş.
Bütün devrimleri uygulamış. Mustafa Kemal, soyadı kanunu
çıktığında Atatürk soyadını alınca dedem "O bizim
Atamız, biz onun yavrularıyız. O zaman bizim de soyadımız
Yavrutürk olsun" demiş. Her yıl Cumhuriyet bayramının
büyük bir özenle kutlanmasını köyde organize ederdi.
Köyde dargınları barıştırır, ihtiyacı olanların yardımına
koşar. Özellikle hasta ziyaretlerini ve düğünleri ihmal
etmezdi. Bilgili ve aydın bir din adamıydı. Ramazan geceleri
cami dolar taşardı. Babaannem beni de götürürdü. Kadınlar
kısmının kafesinden dedemi seyrederdim. Güçlü sesi, zarif
hareketleriyle şiir gibi ahenkli teravih namazı kıldırırdı.
Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayıp, soğuk bir
sonbahar gününde aramızdan ayrıldığında ben 11 yaşındaydım.
Tanıdığım ve dinlediğim kadarıyla dedem; yaşadığı toplumda
sorumluluğunu bilen, insancıl, sayılan, sevilen örnek
bir insandı. Gerçek makamın gönüllerde olduğuna inanırdı.
Zor yıllarda, zor şartlarda, büyük bir sabırla, kimseye
boyun eğmeden, hiç halinden şikayet etmeden hep vererek
ama kimseden bir şey beklemeden; onurlu ve saygın yaşamış
bir bireydi. Mekânı Cennet olsun. |